Mehmet Akkaya’nın Komün Tv’de felsefeyi televizyon ortamına taşıması iki yılı geride bırıkayor. Bu hafta ise benim moderatörlüğümde yürüttüğümüz, sezonun ikinci programını yaptık. Konumuz “felsefe tarihinin felsefesi” idi. Dolayasıyla felsefenin felsefesini dinledik Mehmet hocamdan. Akkaya, hem programın konusuna ve içeriğine uygun olarak benim sorularımı hem de izleyiciden gelen soruları yanıtladı. Program, yayın sırasında da belirtildiği gibi klasik bir felsefe dersi gibi değil adeta interaktif bir üslup formunda yapılıyor.
Öncelikle felsefe tarihinde gezindik; Thales, Platon, Hobbes, Locke, aydınlanma, daha niceleri… Çağın “hız hastalığı” içinde olduğu vurgulandı daha sonra. Anladığım kadarıyla Mehmet hocamıza göre nitelik, ilerleme ve özgürlük “hızla” bir ilgili değildir. Yaşamı hızlandıran burjuvazi, artı-değer üretmek ve buna hızla el koymak ister. Descartes’a da atıf yapılan programda, filozofun “yavaş giden hızlı gider” sözünün altı çizildi. Mehmet hocamın yorumuna göre hız nicelikle ilgilidir ve burjuvazinin talebidir; yavaşlık ise niteliğe gönderme yapar ve proletaryanın talebidir. Çok çalışma değil, “iş yavaşlatma” veya “az çalışma” erdemdir!
Felsefe eğitiminin koşulları üzerinde de durduk. Bunun üç yolundan söz edildi. Akkaya, konuya ilişkin yaptığı açıklamada felsefe tarihi, tematik felsefe ve biyografik felsefe eğitimi üzerinde yoğunlaştı. Konu analitik pedagoji ve diyalektik pedagoji arasındaki farka dek genişledi. Analitikte, parçalı bakış var ve parçalar birbirinden izole ediliyor. Diyalektik pedagoji de ise varlık, parçalara ayrılsa bile parçalar arasında korelasyon oluyor. Böylece konu daha detaylı ve gerçekçi anlaşılıyor, kopuk değil!
Felsefenin üç yolu denilirken de halihazırda üniversite kürsülerinde ve serbest alanlarda yapılan pratiklerden çıkarım yapıldığı anımsatıldı. Felsefenin akademilere sıkıştırıldığını da eleştirdiğimiz programda akademik filozof karşıtı olarak “toplumcu-gerçekçi filozof” terimi kullanıldı. Felsefenin, akademileri aşıp sokaklara inmesi gerektiği, bir yandan da pratiğe eşitlenmesi savunuldu. Mehmet hocamızın söylediğine bakılırsa biz programlarda felsefe eğitiminin üç yolu arasında bağlar kurarak ilerleyeceğiz. Buna göre savunduğumuz ve önerdiğimiz felsefi pedagoji de diyalektik pedagoji olmaktadır.
Programda “felsefe tarihinin felsefesi” ifadesinin üzerinde de duruldu. Zira program başlığımız böyleydi. Akkaya’ya göre felsefe etkinliği kendisini değişik şekillerde gösteriyor. Daha önce yapılmış olanları aktarma, bu yollardan birisidir. Bir bakıma tekrar var burada. İkinci olarak yapılmış felsefeleri eleştirme, onlara itiraz etme ve onları özgün bir üslup içinde yorumlama söz konusudur. En çok bunun üzerinde duruldu. Buna teknik terimle söylersek meta felsefe de denilebiliyor. Kendinizin kurduğu felsefe de son derece önemlidir. İnsanı filozof yapan da budur. Her üç pozisyonda konumlanan insanları filozof olarak nitelemek gerektiğinin de altı çizildi.
Bunun üzerine, itiraz içeren bir soru da geldi. “İyi de sizin felsefeye katkınız nedir?” gibisindendi izleyici sorusu. Akkaya, konuşmalarında, makale ve kitaplarında pek çok konu ve kavram icat ettiğini ileri sürdü. Analitik pedagoji, toplumcu gerçekçi filozof kavramlarını bunlara örnek gösterdi. Ona göre filozoflar büyük sistemler kurmak zorunda değil. Özgün açıklamalar yapmak, değişik argümanlar formüle etmek, kavramlara yeni yorumlar getirip içeriklendirmek de yaratıcı felsefi etkinliğe giriyor.
Akkaya, önceki programlarda da olduğu gibi felsefe tarihindeki kurulmuş felsefeleri önemsediğimizi ama felsefeyi ve filozofları yüceltmediğimizi söyledikten sonra konuyu sınıf meselesine ve Marx ile Engels’in felsefesine getirdi. Mehmet hocamıza göre her filozof belli bir kavramdan ya da kavram setinden hareket etmektedir. Örneğin Wittgenstein dilden hareket eder; Hegel, felsefesini inşa ederken geist’tan yola çıkmıştır. Oysa biz sınıf perspektifinden felsefeye bakıyoruz. Marx, kurduğu felsefenin kitlelere geçmesini, proletarya ile buluşmasını arzulamıştır. Felsefe, bilgiçlik/ukalalık yapmak için yapılan bir faaliyet değil sınıf mücadelesinin bir bileşenidir. Bu yüzden olsa gerek felsefeyi de yüceltmiyoruz diyor Akkaya, filozofları yüceltmediğimiz gibi.
Konuyla bağlantısı bakımından Marx ve Hegel’i karşılaştırmanın önemi üzerinde de duruldu. Kısaca Hegel’in idealizmi, yani “maddi olanın karşısında olanı” temel aldığı, Marx’ın ise tarihsel materyalist olduğu bilinmeli denildi. Marx’ın materyalist anlayışının kendisine kadar gelen materyalistlerden farkının ise “tarihsel” materyalist olmasında aranması gerektiği hatırlatıldı ve buna dikkat edilmesi gerektiği vurgulandı. Bunu en vurucu şekilde şöyle söyleyeceğimiz de belirtildi: Bizim yaptığımız felsefe de tarihseldir, yani eninde sonunda bizim yaptığımız felsefe de tarihte kalacaktır. Çünkü mesela sınıflar kalkacaktır ve böylece bizim bugün anladığımız felsefe de ortadan kalkacaktır! Tıpkı bilimin de, politikanın da ortadan kalkacağı gibi!
“Bilim, felsefe, din kardeş mi? türünden bir izleyici sorusunu tartışırken konunun epeyce uzadığı görüldü. Akkaya’nın yanıtı bana çok ilginç geldi. Çünkü “ana akım bilim” dediği etkinlikle dini aynı kefeye koydu. Gerçi bunların “özsel” olarak aynı olduğunu belirtti. Bunlar kardeştir denildi! Biçimsel farka dikkat çekti. Ona göre ana akım felsefe ile ilahiyatta yapılan dinsel aktivite arasında “özsel” bir fark bulunmuyor. Akademik filozof ile ilahiyat fakültesindeki teolog arasındaki nüans yalnızca niceliğe dairdir. Fakat tarihsel materyalizm ile din arasındaki fark nitelikseldir. Dolayısıyla toplumcu gerçekçi felsefe ile din arasında bir çatışma söz konusudur. Marx ve Marksizm bu çatışmayı da din ile doğrudan değil, ekonomik ilişkiler üzerinden yapmaktadır.
Programı bitirirken felsefe, din, sanat arasında önceliği soran konulara da girildi. Mehmet hocamıza bakılırsa bu faaliyetler düşünce dünyamıza eş zamanlı olarak girmişlerdir. Biri diğerinden evvel değil. Milat, sınıfların ortaya çıkmasıdır. Bir soru da Marx ve Engels’in neden başka Avrupa ülkelerinde değil de Almanya’da ortaya çıktığı biçimindeydi. Akkaya Almanya’nın geriliğine işaret ederek açıkladı. Feodal yapının yarattığı imkan. İtalya ve Almanya, kapitalizme geç girdi. Diğer ülkelerle rekabet var. Demokratik devrimin olanakları var Almanya’da. Felsefe, sanat, estetik, politika Almanya’da gelişiyor. Bu gelişmelere paralel olarak filozoflar çıkıyor ortaya: Kant, Hegel, Marx…
Programa bakmak veya tekrar izlemek isterseniz bağlantıyı paylaşıyorum: