Eğitimci-yazar Turan Fırat’ın, kitabını bana ulaştıralı bir seneyi geçti. Kitap Dersim’de Bir Köy Karvan adını taşıyor (Ceylan Yayınları, 2020). Kısaca Karvan da diyebiliriz. Yazar bir bakıma ailesinin öz yaşam öyküsünden yola çıkarak Nazımiye’ye bağlı Karvan köyünün serüvenini mercek altına almış. Bana kalırsa Dersim’in bir köyü olmadıkça herhangi bir köy hikayesi yazmak da okumak da büyük bir iyi niyeti ve boş zamanı gerektirirdi. Türkiye ve Kürdistan kültüründen haberdar birisi için mevzu Dersim olduğunda ve konu da coğrafyamızdaki dramlar, trajediler, buna mukabil direnişler, inanç ve ulusal mücadeleler olunca duyarsız kalınamaz. Çünkü Dersim ve Dersim’in tarihi söz konusu olduğunda ülkemize özgü bir sınıfsal analiz yapmanın da koşullarından söz ediyoruz demektir.
Değerli dostum/arkadaşım Turan Fırat’ın yalın bir anlatımla ortaya koyduğu, sosyolojik ve tarihsel belgelerle biçim verdiği eseri, kuşkusuz ki ülkemizde sınıf teorisi yapıp ve sınıf mücadelesi yürütenler için de didaktik bir karakter arz etmektedir. Bu yüzden de Karvan’ın ilk aklıma getirdiği düşünce Dersim’in halen güncel olduğudur. Akıldan çıkmayacak bir karakter de Karvan köyünün en yaşlısı olan ve dede olarak görülen Hemedo Kışkek’dir. Söyledikleri yalnız Nazimiye, Pülümür, Hozat ve Dersim için değil tüm ezilenlerin belleklerinde yer tutacak cinstendir: “Acının bin türlü rengini gördüm. Dağın taşın dayanamadığı açılara dayandım. Yüreğimdekini bir ben bilirim, bir de şu doğan gün.” (Age., 19).
Velhasıl Dersim hep Güncel
Kitabın ilk sayfalarından itibaren yoğun bir aksiyon duygusu zihinleri mobilize ediyor. Okur, aynı zamanda benim gibi bir yazar ise o da kendi metnini yazmaya başlıyor. Adından en çok söz ettiren kentlerden birisinin Dersim olduğunu söylesek sanırım pek itiraz görmeyiz. Hatta kent olmaktan da öte bir anlamı var. Dersim bir tarihtir, toplumdur, dündür, dün olduğu kadar da bugündür, geçmiş ve gelecektir. Türkiye ve Kürdistan’dır. Kızılbaş/Alevi toplumu büyük bir kesimini temsil eder Dersim’in. Devrimci bir kenttir, kimi kişi ve çevrelere göre aydınlanmacı hatta Kemalist/Atatürkçü bir kenttir. Okuma oranı en yüksek olan yerlerin başında gelir. Komünist örgütlere ve Kürt savaşçılarına ev sahipliği yapar. Devlete kafa tutar. Seferlere, zorunlu iskanlara, katliam ve soykırımlara maruz kalır. Sürülür, kökünden sökülür atılır ama yeniden ekilir, yeniden dirilir. Velhasıl Dersim hep güncel.
Dersim denildiğinde tüm güncelliğine rağmen toplumsal meselelere duyarlılık gösteren hemen herkesin aklına 1937 ve 1938’de cumhuriyet rejiminin Dersim’e yaptığı saldırı ve seferler akla gelir. Yine bilindiği gibi bu saldırılar, katliam ve soykırımlarla sonuçlanmış, on binlerce insan yaşamını yitirmiştir. Sayının 90.000 olduğunu ileri süren kaynaklar da mevcuttur. Karvan kitabında ise bu yaşanan vahşetin küçük bir kesitine, estetik ve edebi bir mercek tutulmuştur. Estetik ve edebi diyorum zira yazar bir yanıyla tarihsel-sosyolojik bir metin yazmaya çalışırken bir yandan da bu yazımı estetik ve edebi kaygılarla yazmaya özen göstermiş. Dolayısıyla okur bir yandan tarihsel gerçekten haberdar edilirken bir yanıyla da dinamik bir roman tadında eser okumuş oluyor.
Bilimsel ve Estetik Olanın Sentezi
Olayın aslı mı öyledir, yoksa yazarın biraz da kurgusuyla mı gerçekleşmiştir bilinmeyen bir boyut var ki, eserde Muhtar Kamer sürekli kendisinden söz ettirmesini biliyor. Onun dedesi Hemedo Kışkek de eserin başında, ortasında ve sonunda kısmen de olsa ön plana çıkartılmış. Okur sanırım onun sözleriyle sarsılacaktır. Katliam günlerinde şöyle diyor yaşlı bilgemiz: “Nasıl Ermeni’yi kırdılar, soyunu bu derelerden sürdüler, köylerini viran ettilerse aynısını bize yapacaklar. Ermeni’nin tertelesi bitti sıra bizdedir.” (Age., 43).
Fırat, önsözde ve ayrıca eserin kimi yerlerinde belge ve bilgilere tamamen sadık kalarak yazdığını söylese de eserden bir tarih ve dram romanı tadı alındığı da inkar edilemez. Bana kalırsa tarihsel metin ile estetik metnin bir sentezi ortaya çıkmıştır. Geniş insan betimlemeleri, coğrafyanın tasviri, insanların iç dünyalarının yansıtılış tarzı düz metinselliği aşmıştır. Öte yandan sosyal ve tarihsel gerçekliğe aşırı bağlılık ise sanatsal yaratıyı zayıflatmıştır. Yine de yazarın, esasen bu metni yazarken somut olgu durumlarını saptamayı amaç edindiği dikkate alınırsa bunu ziyadesiyle gerçekleştirdiği ileri sürülebilir. Bu başarıya rağmen sorunlu ve zayıf bulduğum bazı noktalara da birazdan temas edeceğim.
Eserde zaman kavramına bakılacak olursa 1937 ve 1938 yıllarında odaklanma görülüyor. Bunla birlikte eserdeki gerçek karakterlerin serüvenine inildiğinde bir ön tarihten söz edileceği gibi sonrasından da söz etmek mümkündür. Karvan köyüne yapılan kanlı saldırılar 1937’nin ilkbaharında başlar ve Dersim katliamın genel seyrine bağlı olarak 1938’in sonlarına dek sürüyor. Kahramanların birçokları (erkekler) Osmanlı Rus savaşına katılmıştır. Bu yüzden köy, doğum tarihleri cumhuriyetten evvel olanlarla doludur. Bu savaşın Erzincan, Elazığ ve Dersim’e dek geniş bir alana yayılmış olduğu anlaşılmaktadır. Karvanlılar içinde bu savaşa bizatihi katılanların da olduğu anlaşılıyor. Bu savaşın peşinden paylaşım savaşı ve milli mücadele yıllarındaki iç savaşların geldiği düşünülürse Dersim halkının savaşa hiç de yabancı olmadığı anlaşılmaktadır.
Medeniyet: Canlı Cansız Her Varlığa Düşmanlık
Kitapta, cumhuriyet ordusunun Nazimiye köylerine askeri cemselerle akmaya başlaması, önlerine gelen her değeri yakıp yıkarak ilerleyen “medeniyet” güçleri olarak tasvir edilmesi ve anlatıcının halkın söylediklerini sıralama biçimi oldukça dikkat çekicidir. Eşkıyaların bir bir vurulması, itiraz eden köylülerin tepelenmesi, mala davara zarar verilmesi, kapalı kapıların kırılması, kaçan yaban hayvanlarına ateş edilip öldürülmesi, kaçanın kovalanması, dik duranın silahla vurulup öldürülmesi sıradan sayılmaktadır.
Köylülerin sorguya çekilmesi, ters yanıt verenin falakaya yatırılması, ağlayanın ağladığı için gülenin güldüğü için cezalandırıldığı, hamile kadınlara işkence edildiği, emzikteki bebeklerin süngülendiği de rutin olaylar arasındaydı. Katliam sonuçlarını da yazar şöyle betimliyor: “Munzur ve Pülümür çaylarının kuzey bölgesinden Erzincan sınırına kadar olan yerdeki Dersim köylerinin hiçbirinde yerleşik yaşam kalmamıştır.” (Age., S. 193). “Medeniyet” yalnızca direnen Dersim halkına değil, yalnızca insana ve canlılara değil cansız varlıklara da düşman muamelesi göstermiştir.
Yine Karvan’da açlık yoksulluk içindeki bir halkın hikayesini okurken köyün ve çevresinin gelir geçim kaynaklarını, yaşam tarzlarını kültürlerini, inançlarını da öğrenmiş oluyoruz. Dahası var. İhbarcılık adeta kurumlaşmış ve gelenek halini almıştır. Dersim’deki devrimci faaliyetlerden dolayı halen ihbarcılık büyük bir kanayan yara mı dersiniz yoksa Dersimlinin üzerine bulaşmış kara bir leke mi dersiniz, devam etmektedir. Demek oluyor ki Dersim bu açıdan da halen güncel.
Kitabı okurken iki dinamiğe olan ilgimin bir adım öne çıktığını fark ettiğimi anımsatmak isterim: Kürt dinamiği ile Alevi/Kızılbaş dinamiği. Bunların tarihi, yalnızca son 30-40 yılda kendini gösteren dinamikler değil kökleri çok daha eskilere, cumhuriyetin başlarına hatta Osmanlıya ve daha da eskilere uzanıyor. Böyle bir yargıya varmamıza yazar, kendi ailesinin soyağacını çıkarmaya çalışırken ortaya koyduğu belgeler ve yazılı yazısız kaynaklar imkan vermektedir. Bu noktada belirtmek gerekir ki, çalışmaya kumanda eden metodoloji “sözlü tarih” çalışması denilen bir yöntemdir. Genel olarak yaşlı insanlar, özel olarak yazarın yakın hısım ve akrabaları bu konuda kaynak kişiler olmuştur.
Sözlü Tarih ve Belgeli Tarih Çalışması
Birebir görüşmelerin temel alındığını yeniden hatırlamakta fayda var. Çünkü sosyal, tarihsel ve dolayısıyla bilimsellik karakteri de bu nedenle söz konusudur. Yazarın birebir görüşmelerden aldığı notlar, çıkardığı sonuçlar belli bir düzen içinde kitaba aktarılmış. Şu itirazı ve ikazı da geçmeden anımsatmak isterim: Bilhassa kitabın sonuna konulan ek belgelerde gerek katliam yıllarına gerekse öncesi ve sonrasına ilişkin bazı kimselerin anlatımlarına resmi ideolojinin etkisi sızmış gibidir. Kitapta Ahmet Akkuş ve Mehmet Amca olarak tanıtılan iki kişinin açıklamaları bu türden örneklerdir. (Age., 251) Cumhuriyet rejimine lüzumsuz yere değer atfetme, katliamın nedenlerini kişilere bağlama, hatta kendini suçlama türünden yaklaşımların gerçeği yansıttığını düşünemeyiz.
Dersim halkının birbirine karşı çapul ve yağma yapması, eşkıyalık, aşiretler arası çatışmalar katliamların sebepleri arasında gösterilmiş gibi bir izlenim var ki, bunların da resmi ideolojiden halk saflarına sızmış görüşler olduğu kanaatindeyim: “Çapula giden, soygun yapan insanlar çoğalmıştı” ifadesinde olduğu gibi. (Age., 177). Sözlü tarih çalışmalarını, “belge tarihçiliği”nden daha fazla önemsediğim halde Karvan adlı bu eser beni bu konuda yeniden düşündürmüştür. Sözlü tarih halk saflarındaki olgu ve olaylara doğrudan muhatap olmuş, resmi tarih düşüncesinden etkilenmemiş –doğal bilinç sahibi- kişilerden alınmalıdır. Fırat’ın çalışmasında ise bazı kaynak şahıslar katliamdan önce ve sonra rejimin okullarında okumuş veya rejimin radyo başta olmak üzere pek çok ideolojik aygıtlarının etkisinde kalmışa benziyor.
Yazar, sözlü kaynağın negatif durumunu dikkate almalıydı diye düşünüyorum. Dikkate almama, belki de şuradan kaynaklanıyor: Fırat ilkten Karvan’ın panoramasını açığa çıkartmak için yola çıksa da eser, kesinlikle bu sınırları aşmış. Çünkü mekan Dersim, odaklanılan zaman dilimi ise 1937-1938. Kaynak kişilerin Karvan tarihine ilişkin söyledikleri genel bilgiler doğru olabilir ama siyasal olaylara ve Fırat’ın tabiriyle tertele sürecine ilişkin söylediklerinin sorgulanması gerekir. Eserdeki bu negatif boyutun fazla abartılı olduğunu da söylemek yanlış olur. Bununla birlikte Dersim üzerine çokça sosyolojik, tarihsel, sanatsal, kültürel, ulusal amaçlı çalışmalar yapılmıştır/yapılmaktadır. Kitabı okurken benzer bir sonunun tüm çalışmalar için söz konusu olup olmayacağını da düşünmeden edemedim.
Dersim’e İyi ve Güzel Olanın Geldiği Yalandır
Karvan adlı bu incelemenin, yalnızca bir köyün durumunu açıklamakla kaldığını düşünemeyiz. Ülkemizin yakın tarihini cesaretli bir bilinçle deşiyor, bunu yaparken de yerel ve ulusal düzeyde varlık gösteren tüm halklardan okuru haberdar ediyor kitap. Sıklıkla Ermeni halkından söz edilmesi buna örnektir. Katliam yılları itibariyle düşünüldüğünde dün Ermenilere yapılanlar bugün Kürt ve Kızılbaşlara, Dersim’in mazlum halklarına yapılmaktadır. Buradan bakıldığında sorunun inançsal, ulusal boyutları olmakla birlikte sınıfsal bir boyutunun olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yazarın öne çıkardığı hususlar, meseleyi sınıfsal olarak da değerlendirmemiz için bir hayli veri sunmuşa benzer. Birazcık genelleştirip söylersek Dersim hadisesi esasında bir ezen ile ezilen çatışmasıdır.
Fırat’ın da işaret ettiği gibi cumhuriyet rejiminin Dersim’e uygarlık/medeniyet (iyi ve güzel olanı) getirdiği büyük bir yalandır. Kaldı ki ezenlerin uygarlıktan ne anladığı da Karvan köylüsüne ve tüm Dersim halkına yapılan kıyımdan bellidir. Kitaptan izlendiği kadarıyla medeniyet, insan vücutlarına saplanan süngü, kafaları ezmeye yarayan dipçik, cesetler üzerine dökülen gazlar, derede yıkanmakta olan insanı vurup öldüren silahlar… Medeniyet diğer köylere olduğu gibi Dersim’i de kontrol altına almak üzere bölgeye yapılan okullar, askeri araçlar geçsin diye düzenlenen yollar, değiştirilen köy, kasaba isimleri yanında insanların adlarıdır. Her ne kadar ben burada Türkçe isimlendirmeler üzerinden yazıyor olsam da kitaptaki pek çok vurgu –haklı ve doğru olarak-Kürtçe üzerinden düşünülmüş ve yazılmıştır.
Kitabın temas ettiği, daha doğrusu hareket noktası yaptığı mekan Nazimiye’nin Karvan köyü olsa da okur, bu noktadan başlayarak nerdeyse tüm Türkiye sınırlarını dolaşmaktadır. Çünkü katliamın detayları verilirken konu sürgün süreçlerine dek genişliyor. Genç yaşlı, kadın erkek, hasta sağlıklı ayrımı yapılmaksızın tüm bir halk, medeniyetin icadı olan kah askeri araçlara, kah kamyonlara, kah trenlere doldurularak Dersim dışına atılırlar. Kayseri-Develi, Isparta, Konya, Amasya, Nevşehir gibi mekanlar aklımda kalan yerlerdir. Kamer Fırat’ın ailesiyle birlikte Nevşehir’e yerleştiği yine aklımda kalan hususlardan birisidir.
Ağ Welat Welat! (Ah Memleket Memleket!)
Her şehirde bir veya birden fazla Dersim derneğinin bulunması da sanırım açıklanmış oluyor. Dersimlinin mağduriyeti kuşkusuz ki sürgün edildikleri yerlerde de bitmez. 1948’de “tekrar dönüş” yasaları çıkar. Bir kez daha yollara düşen halk ekonomik, sosyal, psikolojik ve kültürel açıdan pek çok alanda yabancılaşma yaşar. Önceleri zorla yurtlarından sürgün edilen Dersimliler 1960’lı yıllardan itibaren başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine, kapitalizmin gelişmekte olduğu kentlere İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlere, ifade yerindeyse gönüllü olarak sürgün olurlar. Gittikleri ya da kaldıkları yerlerde ise yazarın işaret ettiği gibi “Karvan’ın altında çağıldayarak akan derenin sesini aradılar. Rüzgar esince sallanan ceviz, söğüt, meşe ve kavak ağaçlarının uğultusunu özlediler. Yüreklerine çöken hasrete sebep olanlara beddua ettiler.” (Age., 207).
Adına medeniyet denilen kapitalizm, tüm vahşi sömürüsüyle ve vahşetiyle işçi sınıfını olduğu gibi Dersimlileri de içine alır. Bu da Dersimlilerin dilinde bir özdeyişin ortaya çıkmasına neden oluyor: “Ağ welat welat!” (Ah memleket memleket!). (Age., 220). Bu uygulamalar bize bir konunun ve daha doğrusu bir sorunun yanıtını da anımsatıyor. Dersim kentinin neden devrimci bir görünüm sunduğu, neden muhalif olduğu, neden devletin karşısına dikildiği, neden direndiği, neden komünist örgütlere temel teşkil ettiği ve neden cumhuriyetin “medeni” düzenine karşı çıktığı… Kısacası uygarlığın, sermayenin, devletin ve cumhuriyetin sorduğu soruyu biz de soralım: Dersim ve Dersimli neden itaat etmiyor, neden yola gelmiyor?
Fırat’ın kitabında bu soruları yanıtlamak için gerekli ipuçları verilmiş gibidir. Daha kitabın en başında Kızılbaş/Alevi kültürünü yansıtan bir metin yer alıyor. O metin her ne kadar teolojik birtakım hurafeler içerse de, taşıdığı insan ve doğa sevgisi bakımından olsun, eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünya arzusundan olsun Dersim halkının farklı bir pozisyonda konumlandığını göstermektedir. Eşitlikçi klan toplumlarının özelliklerini taşımakta ve yaşatmaktadır Dersim. Yaşlı bilgemizin ağzından söylenen uzunca metinden kısa bir kesit buraya alıntılamak meramımı daha iyi açıklayabilir:
“Ya Hak u Taala sen büyüksün, ulusun, yerin göğün sahibisin. Şu dağları, taşları, suları yaratan, yedi kat göğün direğini çatansın. Halimiz sana ayandır. Sen bilirsin yolu yordamı, hakkımızda hayırlı olanı. Şu dünya alemde, kurda kuşa, kayadaki kartala, kovuktaki tilkiye, yılana çıyana, serçe kuşunun yuvasındaki tüylenmemiş yavruya, cümle alemdeki insan sen yardım eyle. Onlardan yardımını esirgemezken bir köşede de bizi, çoluk çocuğumuzu rızkından mahrum eyleme. Bizi Düzgün Baba’nın adaletine, Yel dağının enginliğine, Buyer Ana’nın sırrına bağışla.” (Age., 22).
Eserde sıklık söz edilen ziyaret kavramına atıf yaparak söylemek isterim ki, taşa, toprağa, ağaca, hayvana, canlıya tapma diyerek küçümsemek doğru değil. Yazarın bu noktada mistik de diyeceğimiz bu olgulara iki yönlü bir bakış attığı anlaşılmaktadır. Birisi, bu inanç durumunun Dersim’e özgülüğü ve ikincisi de günümüz açısından konuya yönelerek durumun sorgulanması. Bana göre esas yan ilkidir, ikincisi talidir. Yazarın somut saha araştırmalardan da tespit ettiği gibi Karvanlılar gittikleri yerlerde birlik, destek ve dayanışma kültürünü mümkün olduğunca devam ettiriyor. Genç kız ve erkeklerin dış evliliği sakıncalı ve güvensiz bulunduğu için bir bakıma akraba veya hemşeri evlilikleri öneriliyor ve de uygulanıyor.
Türk Ulus Devleti ve Dersim
Dersim’i ele her kitap çalışması Dersim’den çok daha büyük bir sorunu ele aldığını bilmesi gerekir. Elimizdeki eser açısından da düşündüğümüzde ne denmek istendiği sanırım anlaşılır. Yazar kendi köyünü incelemek, ailesinin soykütüğünü çıkarmayı merkezine aldığı bir saha araştırmasına girişiyor. Saha Dersim olduğunda sorun beklenmedik bir şekilde genişliyor. Bizi bir yandan ulus ve etnisite araştırmalarına bir yanda da sınıf meselesine götürüyor. Buradan da ulus-devlet teorisine ve emperyalizm meselesine kadar ilerliyor konu. Bu yüzden de Karvanlıların, saldırılar ve sürgünler karşısında “bizim suçumuz yoktur” düşüncesine sığınmaları, çocukça bir duygu taşıma ve saflık göstergesinin dışında bir anlam ifade etmiyor. Bana kalırsa yazarın bu düşünceye yoğunlaşması ve Karvanlıları haklı bulması sorunlu bir bakışı yansıtıyor.
Dersim hadisesinde suç ve suçlu gibi kavramlar Türk resmi ideolojisinin yakıştırmasıdır. Keza Dersim’e saldırı emrini verenin kim olduğunun da çok kıymeti harbiyesi bulunmuyor. Dünya sistemiyle, emperyalizmin bizim gibi ülkelerde kurdurduğu, terim yerindeyse karakollarla ilgilidir. Elbette Dersim özgülünde saldırı emrinin başında Mustafa Kemal vardır. Doğru ama bunun çok da önemi yoktur. Bir başka isim de olsa Dersim aynı uygulamalara maruz kalacaktı. Zira Dersim gibi Karvanlılar da adına medeniyet denilen sömürü ve zulüm düzenine karşı çıkmanın bedenli ödemiştir. Bence bu noktada sınıf mücadelesine bağlanmak gerekiyor.
Komünal uygulamalarla medeniyetler arasındaki çatışma, sınıf mücadelesinin en eski tarzını teşkil etmektedir. Dersim hadisesi, sınıf mücadelesi bağlamında düşünülmeye uygun bir örnek olduğu için de güncel bir hadise olarak değerlendirilmelidir. Yazarın birçok kez vurguladığı ve eleştirel tarzda yansıttığı “medeniyet”, günümüz açısından düşündüğümüzde emperyalizm projesinden başka bir şey değildir. Ayrıntısını bir yana bırakarak söylüyorum, Anadolu’da güçlü bir Türk-ulus devleti kurmak ve bunun adını cumhuriyet koymak; kamuculuk, devletçilik, halkçılık gibi zehirli oklarla da süslemek SSCB’ye karşı bir sınır çizmekti. Bu yüzden kitapta katliamın tetikçiliğini ve uygulamasını yapan komutanlar, bunlara emir veren üst düzey ordu mensupları, siyasi karar mercileri, elbette suçlu olmakla birlikte ikincil plandadır.
Bilimsel ve Estetik Olan: Baskın Yan Hangisi?
Fırat’ın metni bir yanıyla bilimsel bir yanıyla estetik bir metin olmuş demiştik. Biçimsel yönünü düşündüğümüzde kitap sonuna eklenen iki ek olsun fotoğraflar olsun ve ana metin içindeki birçok unsur birlikte düşünüldüğünde bilimsel bir metin, sosyolojik bir saha çalışması gibi görünüyor. Öte yandan sunum tarzı, olayların birbirini izlemesi, aksiyonun yükseliş ve düşüşü, dilin canlı kullanımı, hadiseler arasında kurulan nedensellik ilişkileri, insanların iç dünyalarına dair psikolojik çözümlemeler hatırlandığında sanatsal boyutun öne geçtiği anlaşılmaktadır. Yalnızca şu itirazımı anımsatmak isterim ki, Fırat’ın Karvanlıları, devleti ve devlet görevlilerini anlamadıkları için “dil bilmiyorlar” biçiminde betimlemesi doğru bir ifade tarzı değildir. Halk dil bilmiyor değil çünkü. Türkçeyi bilmiyor veya baskın veyahut da sömürge dilini bilmiyor şeklinde ifade edilmesi gerçeğe daha uygun düşerdi.
İtiraz bir yana, kahramanlar arasındaki ilişki ve özellikle iyi karakterlerle kötü karakterlerin karşıtlığı, halk- devlet arasındaki çatışmanın diyalektiği ve okurda yaratılan merak duygusu da göz önünde bulundurulduğunda yazarın, bilime olan yakınlığıyla birlikte daha çok estetik bir kaygı taşıdığı söylenebilir. Kısa adı Kavran olan elimizdeki metin estetik açıdan düşünüldüğünde ise ondaki yükseliş ve düşüşleri saptamak zor olmuyor. Olayın kendisi zaten tekdüzeliğe imkan vermeyecek denli hareketlidir. Buna yazarın sunuş şekli de eklendiğinde oldukça dinamik bir anlatım söz konusu oluyor.
Eserde olay anlatıcısının yazar olduğunu da düşündüğümüzde kitaptaki öznel bir boyutta kendisini ister istemez gösteriyor. Mesela eserin ortalarında, olaylar belli bir monotonluk kazanmak üzereyken Seyit Rıza ve arkadaşlarının idam edildiğini öğreniyoruz ki, okur bir kez daha sarsıntıya uğruyor ve esere daha da yoğunlaşma psikolojisine giriyor. Keza ihbarcı Selto’ya ilişkin betimlenen sahneler de yazardaki bilimsel dil ve anlatıma değil estetik üsluba ve kaygıya işaret etmektedir. Burada Selto meselesini uzatmak istemiyorum ama kısaca da olsa değinmek gerekiyor. Çünkü söz konusu olan Dersim kenti olunca ihbarcılık halen güncel bir mesele olarak insanların hafızalarından çıkmadığı gibi sürekli de yol, yöntem değiştirerek varlığını sürdürmektedir.
Dersim ve Yabancılaşma Sorunu
Fırat’ın kitabında Selto adındaki köylü, milisler ve bağlantılı kişilerle birlikte geçiyor. Acıdır ki, milisler ve Selto gibi ihbarcılar da büyük bir yabancılaşma, dram ve trajedi yaşamaktadırlar. Bir gerçek kişi olduğu söylenilen Selto, başta Karvan köylüleri olmak üzere Nazımiye ve Pülümür köylerinde ihbarcılık yapan, devlete çalışan ve bunun karşılığında özel belgeler alarak, maddi ve manevi imkanlar elde edenler arasındadır. Dersim katliamından, bu tür komünal/eşitlikçi kültüre yabancılaşma durumu, medeniyetin satın aldığı ya da kendisine asimile ettiği unsurlar da sorumlu tutulmaktadır. Devlet ve düzene ihbarcılık faaliyetleri açısından bakıldığında Dersim’in tarihi, bir ölçüde de bu türden düşman unsurların etkinlikleri ve bu etkinliklerde bulunan unsurların cezalandırılmalarının tarihidir denilebilir. Fırat adeta güncel sorunun gidişatına dikkat çekercesine ihbar dışında birçok çirkin işe, taciz ve tecavüze de bulaşan ve ırz düşmanı olarak da tanınan Selto’nun sonunu şöyle betimliyor:
“Bir akşam karanlık çöktüğünde kafalarını puşilerle saran birkaç kişi Selto’nun kapısına dayandılar. Kapının açılmasıyla içeri dalıp Selto’yu yakalamaları aynı anda gerçekleşti. Henüz ilk çocukluk çağında olan oğluyla kızının çığlığı, karısının yalvarışları para etmedi. Önceden ağaçtan yaptıkları gemi, tıpkı bir atın ağzına takar gibi ağzına geçirdiler. Kollarını arkadan bağlayıp derdest ettikleri Selto’yu yaka paça evden çıkardılar. Kaderine boyun eğmekten başka çaresi kalmayan Selto direnmenin çaresiz olduğunu tez kavradı … O götürülürken karısının bağırıp çağırmasına bir tek akrabası bile yanıt vermedi… Köyün bir hayli dışına çıkarıldı. Tarlaların arasında kıyasıya dayaktan geçirildi. Henüz can vermemişken kavgada, konuşmalarda ağzından eksik etmediği cinsel organı kesilerek ağzının içine sokuldu. Sonra da tarlalardan toplanarak oluşturulan taş yığınının içine oyuk açılarak taşa gömüldü.” (Age., 129-130).
Sefer Olur ama Zafer Olmaz!
Ezilenlerle ezenler arasındaki mücadelenin güncelliği gibi Dersim kentinin de güncelliğinden söz ediyoruz. “Medeniyet” birçok insanın, mekanın, coğrafyanın, köyün, kasaba ve mezranın adını değiştirdiği gibi Dersim’in adını da değiştirmiş, Tunceli yapmıştır. İsim değiştirmek, varlıklara değişik isimler vermek gönüllü olmadığı sürece sınıf mücadelesinin bir parçası olarak işlev görür. Dolayısıyla halkın katledilmesiyle sonuçlanan Dersim direnişi, eski ile yeninin çatışması değil sınıfsız, eşitlikçi/komünal medeniyet ile sınıflı medeniyet, eş deyişle sömürücü uygar toplum arasındaki savaşın bir kesiti olarak düşünülmelidir.
Kitapta da belirtildiği gibi birbirlerine iplerle bağlanıp hayvan sürer gibi sürükleyerek bilinmeze götürülen insan gruplarının durumu sınıflı, savaşçı medeniyetin ne menem bir düzen olduğunu gözler önüne koymaktadır. Yine yazarın detaylar vermeye de ihtiyaç duyduğu kısımlarda belirttiği gibi çağımızın medeniyeti Dersimlileri insan olarak görmüyor. “Sayı” olarak ve “kayıt” edilecek varlıklar olarak görüyor. Komutanların ve bilimum kamu görevlilerinin işi bir bakıma esir aldıkları insanları sayıyla, isimle birbirlerine devretmeleri biçimini almıştır.
Yine kitaptan anladığımıza göre bu zulüm uygulamaları Dersim’de aşiretler arası çatışmalara, kan davalarına son vermiştir. Bunun yerini tam tersine birlik ve dayanışma düşünceleri almıştır. Kitapta da birçok kez anımsatıldığı gibi Osmanlı medeniyeti gibi cumhuriyetle gelen medeniyet de Dersim’e seferler, saldırlar düzenlemiştir. Ne var ki Hemedo Kışkek’in de dediği gibi Dersim’e sefer olmuştur ama zafer olmamıştır. Dersim, hep güncel.