Dinlerin Geleceği Bağlamında
TEOLOJİZM VE TARİHSEL MATERYALİZM
Teori tartışmaları zorunlu olarak diyalektiği merkeze taşır. Varlık çelişkiyle var olur, ikiliğe ve karşıtlığa zorunlu olarak temas eder. Karşıtlık ya da ikicilik (düalizm) meselesi kendisini analitik felsefelerde (liberalizm) özne-nesne dünyası üzerinden var ederken tarihsel materyalizm bakımından fiziksel ve sosyal dünyadaki karşıtlıklar üzerinden var eder. Bu felsefe açısından, üretim başat hale gelir. Üretim insanın hayvandan ayrıldığı önemli bir momenttir.[1] Bu moment aynı zamanda konumuz olan dinin de temel motivasyonunu teşkil etmektedir. Analitik felsefede (Platon, Aristoteles, Descartes, Spinoza vs.) varlık kendisini katmanlar halinde var eder ve din de bu süreçte varlık dünyasının yapısal bir özelliği olarak mevcut olur. Buna göre din veya dinsellik sonsuza dek sürecektir! Belirtmek gerekir ki, ana akım filozofların kurduğu felsefeler de, kendilerine sorulacak olursa, sonsuza dek sürme eğilimi gösterir.
Tarihsel materyalizm açısından dinsellik, bir ideolojik aparat halini aldığı andan itibaren egemen sınıfların lehine bir işlev görmeye başlar. Bu tarihsel süreç, dinselliğin ideolojik bir boyut kazandığı “sınıflı uygar toplum”un tarihinden ibarettir. “Sınıflı uygar toplum” yerini “sınıfsız uygar toplum”a bırakıncaya dek din ve dinsellik, bu gerçekliğe uygun olarak da işin bilimsel/teorik boyutunu teşkil eden teoloji varlığını sürdürür/sürdürecektir. Aşağıda K. Marx’tan yapacağım alıntıda da görüleceği gibi dinselliği klasik biçimiyle ele almak ve “kutsal dinler”den ibaret olarak görmek burjuva-liberal felsefelerin bir hilesi olarak görülmelidir. Çünkü sanayi toplumu ve abartılan “bilgi çağı”, “bilim toplumu” döneminde “kutsal dinler”in geriletildiği, bunların yerine çağımızda “kutsal olmayan dinler”in egemen olmaya başladığını biliyoruz.
Kutsal Dinler – Kutsal Olmayan Dinler
Metnin anlaşılması için tarihin geçmiş – şimdi – gelecek düzleminde görülmesi ve bu üç döneme üç dinin karşılık geldiğini bilmek gerekmektedir: Kutsal dinler – kutsal olmayan dinler ve tarihsel materyalizm. Dinlerle birlikte anılan tarihsel materyalizm, dinin sönümlenmiş olduğu dünyaya ait bir adlandırma olduğu için gerçek değil, burada mecazi bir manada kullanılmaktadır. Bununla birlikte anımsatmak gerekir ki eskinin ve günümüzün ana akım felsefeleri de gelecekte –kutsal olmayan- dinsel ihtiyaçları giderecek bir özellik ve içerik kazanacaktır. Bunlara metnin ileri bölümlerinde değineceğim. Kutsal ve kutsal olmayan konusuna birçok bağlamda atıf yapacağım için sözü öncelikle Marx’a bıraksam iyi olur:
“İnsanın özyabancılaşmasının (kendi kendine yabancılaşmasının) kutsal biçimlerini bir kez ortaya çıkardıktan sonra, kutsal-olmayan biçimleri içindeki özyabancılaşmayı da ortaya çıkarmak, ilkin tarihin hizmetinde olan felsefenin görevi oluyor.”[2]
Üretimin bilimsel ve teknolojik bir nitelik kazanması ve merkezileşmesi “kutsal olmayan dinlerin” önünü açmıştır. Bir filozof, bilim insanı ya da düşünür dinlerin geleceğini incelemek istiyorsa üretim ilişkilerinin niteliğini, bilimsel ilerlemeler yanında ve buna bağlı olarak toplumsal sınıf mücadelesinin seyrini keşfetmeye çalışır. Bir başlangıç yargısı olarak şunu söyleyebiliriz: Nasıl ki feodal tarım üretiminin ve ilkel ticaret burjuvazisinin yerini kapitalizm aldıysa “kutsal dinlerin” yerini de “kutsal olmayan dinler”in alması doğaldır. Buna göre dinsellik çerçevesinde çağımıza baktığımızda “üç dünya görüşü”nden söz etmemiz gerekiyor.
Birisi pre-kapitalist ilişkilerden kaynağını alan “kutsal dinler”; bunları semavi dinler yanında ezilen din pozisyonundaki inançların tümü olarak düşünebiliriz. İkincisi, giderek etkisini artıran “kutsal olmayan dinler”dir. Deizm, ateizm ve yeni ateizm türünden pek zengin ve geniş bir çember oluşturmaktadır. Aydınlanmacılık, milliyetçilik, laiklik, sekülerizm, estetizm ve teknoloji gibi çeşitleri de mevcuttur. Ateizme ve yeni ateizme birçok bilimcinin, aydınlanmacının kumanda ettiğini biliyoruz.
Yeni ateizmin mimarlarını anmakla yetiniyorum. Mahşerin dört atlısı olarak da bilinen Anglo-Amerikan kültüründen olan Richard Dawkins, Christopher Hitchens, Sam Harris ve Daniel Dennett’tir. Din düşmanı olmakla da itham edilen yeni ateistlerin, sanayinin ve empirist epistemolojinin erken dönemde temelinin atıldığı İngiliz kültürü içinden çıkmaları manidardır. Bu örnekler de dinin ileride alacağı kültürel pozisyon ve form hakkında bize bir bilgi verebiliyor. Dolayısıyla sözü edilen modern dinsel kategorinin burjuva bilim dünyasını da kuşattığını söyleyebiliriz. Oysa Marx ve Engels açısından ateizm, din dışı değildir, dinin değişik bir biçimidir. Onların görüşünü anlamak için Engels’in 1884’te Edward Bernstein’a yazdığı mektupta söylediklerine bakmak gerekiyor:
“Materyalizmin de idealizm gibi, her ikisinin de tek yanlı oldukları ve bunların daha üst bir birlikte bir araya getirilmeleri gerektiği konusu çok eskidir ve bu seni üzmemeli ve ateizmin, sadece bir olumsuzlamayı ifade ettiğini 40 yıl önce filozoflara karşı söyledik, yalnız şunu ekle: ateizm, sadece dinin yadsınması olarak ve sürekli dine dayanır, ki din olmadan kendisi hiçbir şeydir- bu yüzden ateizmin kendisi de hâlâ bir dindir.”[3]
Üçüncüsü ise tarihsel materyalizdir! Marx ve Engels elbette ki kendilerini ateist, laik veya aydınlanmacı olarak değil, hatta materyalist olarak da değil “tarihsel materyalist” olarak betimlerlerdi. Onlar için bir ateist aranıyorsa Feuerbach’ın adı anılmalıdır.[4] Kendilerini sol kültür içinde gören elbette ki Marksist, komünist ideoloji içinde var olanlar “tarihsel materyalist” çizgidedir. Bu çizginin en nihayetinde temelinde klan ve kandaş toplumlardaki eşitlikçi üretim ilişkileri bulunmaktadır.
Kapitalizm ve emperyalizm çağında ise Sovyetik rejimlerle gelen kültür dünyasında tarihsel materyalizm gelişme ve yayılma imkanı bulmuştur. Sovyetik devrimlere dikkat çekilmesi son derece önemlidir. Çünkü gerek “kutsal dinler”i gerekse “kutsal olmayan dinler”i gerileten faktör ve motor güç esasen sanıldığı gibi bilim ve teknolojinin gelişmesi olmamış, felsefi ideolojik sınıf mücadelesinin kendisi olmuştur. Ne var ki Sovyetik rejimlerde Marksizmin din mücadelesinde yeterince başarı gösterdiği de iddia edilemez.
Din ve Bilim Kardeştir!
Gerek Aydınlanmanın (felsefe-sanat), gerek pozitivizmin (bilimcilik) gerekse de ateizm ve yeni ateizmin zannettiği gibi düşün, bilim ve tekniğin gelişmesi dinselliği geriletmez, aksine yeni dinlerin oluşmasının koşullarını hazırlar. Örneğin bilim gibi tekniğin kendisi de bir din halini alabilir. Öte yandan bilim ve düşünsel etkinlikler tarihsel materyalizme, eş deyişle felsefi-ideolojik sınıf mücadelesine eşlik ettiği oranda “anti din” işlevine kavuşabilir. Aksi halde yeni dinler insanlığı beklemektedir.
Geçerken söyleyeyim ki eğer düşünsel, bilimsel ve teknik gelişmeler dini ortadan kaldıracak olsaydı, Galilei’den beri yaşanan bilimsel devrimlerle, 18. yüzyıla damgasını vuran Aydınlatma (İngiltere, Fransa, Almanya) sayesinde dinselliğin geriletilmiş olması gerekirdi. Aydınlanma gibi ana akım bilim de dini geriletmez. Birazcık zihinleri provoke ederek söylemek isterim ki ana akım bilim ve felsefe ile din kardeştir!
Aydınlanma, hukuk ve insan haklarının da dini geriletmeyeceğini Marx’ın şu açıklamasından anlayabiliriz: “İnsan hakları insanı dinden kurtarmaz; aksine ona din özgürlüğünü kazandırır. İnsan hakları insanı mülkiyetten kurtarmaz; aksine, ona mülkiyet özgürlüğünü sağlar. İnsan hakları insanı karın çamurundan kurtarmaz; aksine, ona daha fazla kar elde etme özgürlüğü verir. Aslında insan haklarının çağdaş devletçe tanınması, köleliğin antik devletçe tanınmasından ayrımsızdır.”[5] Burada ekonomik ve sosyal eşitlik yerine olası bir aydınlatmanın, hukukileştirmenin, insan hakları uygulamasının haddizatında kendilerinin kitleleri köleleştirme pratiği olarak değerlendirildiği anlaşılıyor.
Marx aynı yerdeki yazısında, insanların dinden özgürleşmesinin koşullarını, liberal teorilerin özgürlük olarak gösterdiği mülkiyet, aile, devlet, ekonomik faaliyet, ticaret yapma özgürlüğünün son bulmasında aramaktadır. Demek ki gelecekte dinin pozisyonunu araştırdığımız bu çalışmada, ekonomik ilişkilerin ve buna bağlı olarak sınıf mücadelesinin seyrine bağlı olarak bir dinselliğin gerçekleşeceği iddia edilmiş oluyor.
Düşünce tarihine bakıldığında düşün ve bilim etkinliklerinin revaçta olduğu toplumlarda da kitlelerin dinsellik dahil olmak üzere pek çok “afyon”a sığındıklarını tespit etmek zor değildir. Dünyayı bırakalım anılan –modern- Batı ülkelerinde bile halen “yeni dinler”in çıkması bir yana eski dinlerin varlığı ve yaşama etki ettiği biliniyor. Avrupa ülkelerindeki muhafazakar, Hıristiyan isimlerini içeren partilerin varlığı sır değildir.
Ayrıca pek çok bilim insanının çeşitli şekillerde, deizm, spiritüalizm, doğacılık, pragmatizm, Hegelcilik, Bergsonculuk, varoluşçuluk adı altında mistik ruhlara inanarak yaşadıkları saptanabilir gerçeklerdir. Buna göre önümüzdeki süreçte “kutsal olmayan dinler” ile tarihsel materyalizm arasında bir çatışmanın egemen hale geleceğini düşünebiliriz. Dinin ana akım felsefelerle ilişkisini saptamış olsak da bunun yeni bir durum olmadığını Engels’in şu açıklamalarından anlayabiliriz:
“Eski ulusal tanrılar, ancak Roma sitesinin dar sınırlarına göre yontulmuş olan Roma tanrıları bile, geçersiz hale geldiler… Yeni evrensel din, Hıristiyanlık, daha o zamandan, genelleşmiş doğu tanrıbilimiyle, bir de halk arasında yayılmış biçimiyle Yunan felsefesinin, özellikle de stoacılığın birleşmesi sonucu gizli olarak oluşmuştu bile.”[6]Marx da din-felsefe ilişkisine dikkat çeker: “Roma, tarihinin doruğuna eriştiğinde, Epikurosçu, Stoacı ya da kuşkucu felsefeler, kültürlü Romalıların dinleriydi.”[7]
“Kutsal dinler” ile “kutsal olmayan dinler” arasındaki çatışmanın kaynağında feodalizm ve kapitalizm varken “kutsal olmayan dinler” ile tarihsel materyalizm karşıtlığının kaynağında ise burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf savaşı bulunmaktadır. Genelleme içinde söylersek sekülerizm diyebileceğimiz ideoloji esasen burjuva sınıfının ideolojisi olarak yaşam temeli ve hakkı buluyor. Bu din, burjuva sınıfının dünya ölçeğinde gelişmesiyle klasik dinleri kontrollü bir şekilde tasfiye etmek durumunda kalır. Kontrollü olmak durumunda, çünkü burjuvazinin halen eski, klasik dediğimiz dinlere ihtiyacı var (Diyanete, kurulduğundan beri büyük bütçeler ayrıldığı biliniyor). Burjuvazinin, bunları, tasfiye etmek zorunda kalması da eski üretim biçimlerinin (feodalizm, kölecilik vs) tasfiye olmasının kaçınılmazlığı ile ilgilidir. Demek ki kapitalizm ve emperyalizm çağına uygun olarak klasik, eski dinlerin yerini, ilerleyen süreçlerde ifade uygunsa “modern dinler” alacaktır.
Burjuvazi yaklaşık 400 yıldır etkisini gösterdiği halde eski dinleri tasfiye etmediyse birinci neden olarak eski üretim biçiminin halen Asya, Afrika, Güney Amerika ve daha gezegenimizin geniş bir coğrafyasında sürdüğü içindir. İkincisi de politik gereklilik nedeniyledir. Politik gereklilikten kasıt, sınıflı dünyanın sürmesi için dinselliğin güçlü bir ideolojik aparat olmasıdır. Bu yüzden de emperyalizm çağında, burjuvazi herhangi bir şekilde ilerici ve devrimci bir rol oynamamış, tersine kurulmasına önayak olduğu ülkelerde “iki dinli” devletler ve rejimler inşa etmiştir. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti”ne kumanda eden toprak sahipleri ve özellikle Türk burjuvazisi, eski dinleri (Sünni-İslam) kaldırmayı bırakalım, bir de milliyetçilik dini ekleyerek adına Türk-İslam sentezi de denilen bir tür yeni bir din ile toplumu manipüle etmiştir, etmektedir.
Emperyalizm Koşullarında Dinsellik
Emperyalizm çağının önemli özelliklerinden birisi proleterleşmeyi hızlandırmasıdır. Giderek Batı dışındaki coğrafyalarda pre-kapitalist ilişkilerin çözülmesi neticesinde proleterleşme yayılmaktadır. Marksist teoriye uygun olarak bu sürecin sonucunda, sınıf mücadelesinin dünya proletaryası ve politik olarak da enternasyonalizm lehine gelişeceğini iddia edebiliriz. Bu sürecin dinsellikte bir sonuç doğurmayacağı asla düşünülemez. Proleterleşmenin artması tarihsel materyalizmin etki gücünü artıracaktır. Halen dinselliğin sürmesi, üstelik organize olarak, silahlı düzeyde varlığını sürdürmesi, emperyalist kapitalizmin gücüyle ilgilidir.
Türkiye gibi ülkelerde sözde dindar hükümetler kurulduğu halde uygulanan politikaların liberal, bazı durumlarda faşist vs. olduğunu anlamak zor olmuyor. Keza Daiş, El Kaide ve Taliban türü dinsel görünümlü çetelerin de kaynağını ekonomik, sosyal gereklilikten, üretim ilişkilerinden aldığını (kısmen olabilir) söylemek tartışma kaldırır. Bunların emperyalizmin ihtiyaçlarına göre kullanılan aparatlar olduğunu söylemek, basit bir propaganda yapmak olarak algılanmamalıdır.
Marksizmin, Lenin yorumuna göre emperyalizm ikili bir özellik gösteriyor. Bir yandan girdiği coğrafyalarda eskiye dair ne varsa tasfiye ediyor ve meta ihracına ve özellikle de sermaye ihracına açık hale getiriyor; ama öbür yandan proleterleşmenin önüne geçmek ve küçük üretime ihtiyaç duymasından dolayı “muhafazakar” politika izlemek zorunda kalıyor. Eski dinsellikler işte bu zorunluluktan dolayı halen yaşamımızda kendisine yer bulabiliyor. Yani Marx’a ve Marksizme göre din birilerinin hilesi, uydurması, halkı kandırması ve safların da buna inanması olarak düşünülemez. Elbette bu da olabilir ama temelde ekonomik ve sosyal gerçekliğin bir neticesi olarak var olurlar. Ara bir tezimizi belirtelim ki, sınıflar olduğu sürece dinler hep var olacaktır. Üretim ilişkilerinin değişmesine bağlı olarak form değiştirerek varlığını sürdürecektir.
Gerek “kutsal dinler” gerekse “kutsal olmayan dinler” ancak sınıfların ortadan kalkmasıyla sona erecektir. Bunun Marksist literatürdeki karşılığı sönümlenme teorisidir. Dinlerin kendilerine özgü tarihlerinin olduğunu varsaymamız için elimizde hiçbir veri bulunmuyor. Dinler de felsefe, hukuk ve bilim gibi üretim olgusuna bağlı ve ekonomik sosyal ilişkilerin bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bağımsız bir yapı olmadığı gibi bağımsız değişken de değildir. Üretim ve mülkiyet biçimlerine bağımlı bir değişkendir, özerkliği sınırlıdır. Üretim biçimlerine ve düzeyine bağlı olarak evrime uğradığını yine maddi üretim süreçlerinin tarihini izleyerek görüyoruz. Örneğin “kutsal dinler”in, tarım toplumuna ve kapitalizmin ön tarihine içkin olduğunu, Anadolu ve Mezopotamya’da ortaya çıkmış olmasından anlıyoruz.
Eski dinler, su uygarlıklarının imkan verdiği üretimin gelişmesi ve toplumsal artı ürünün ele geçirilmesine paralel olarak Sümer, Akad, Babil, Hitit coğrafyasını temel almıştır. Oysa “kutsal olmayan dinler” Batı’da sanayi üretiminin gelişmesine bağlı olarak ortaya çıkan kapitalist üretim ilişkilerinin bir neticesi olarak meydana gelmiştir. “Kutsal olmayan dinler”i sınıflı uygar toplumun “son dini” olarak değerlendirmemizin nedeni emperyalizm sonrası bu toplum modelinin sona ereceği tezine dayanmaktadır.
Emperyalizm, Lenin gibi Marksist düşünür ve eylem adamlarına göre kapitalizmin “son aşaması” ya da eş deyişle cançekişen kapitalizm olarak tasvir edilmektedir. Aynı öngörüyü “kutsal dinler”in tarihi için söylememize bir mani bulunmuyor. Tarihsel materyalizm ise “sınıfsız uygar toplum”un dini olacaktır. Elbette ki bu dini “din olmayan din” terimiyle karşılasam, yanlış anlaşılmaktan uzaklaşmış olurum. Bunun gibi felsefe, hukuk, ahlak, sanat ve hatta bilim bile bildik özelliklerini kaybederek asli form ve içeriklerine ulaşma imkanı bulur.
Yeni Dinler ve Yeni Felsefeler
Felsefi bir analizle belirtmek gerekiyor ki, eski dinler ile eski felsefeler arasındaki makas nispeten geniş idi. Çağımıza damgasını vuran bir genelleme içinde söylendiğinde adına postmodern felsefeler denilen düşünce dizgeleri ile modern dinler arasındaki açının daraldığı iddia edilebilir. Yani ileri sürdüğümüz günümüzün “kutsal olmayan dinler”inin kapsamı genişleyerek “yeni felsefeler”i de içine alma eğilimindedir. Geleceğin dinlerinin tartışıldığı bir platformda Bergsonculuk’tan, yorum felsefesine; Husserlcilik’ten varoluşçuluğa ve elbette ki Derrida’dan, Deleuze’e dek çağımızın popüler filozoflarının kurdukları felsefeleri anmak gerekiyor. Sosyalsantrik bakış açılarına karşı biyosantrik bakış açıları gelişmektedir. Bu felsefelerde Tanrı’nın, tözün, logosun yerini metin, beden, arzu alır; peygamberin yerini, milli lider, günümüzde giderek filozof ve onların icat ettikleri kavramlar alır.
Akademik alandaki çalışmalar incelendiğinde dinsel metinlerle felsefi metinleri ayırmak giderek zorlaşmaktadır. Peygamberlerin ve ulu önderlerin “doyuramadığı” kitleleri filozofların “doyurduğu” ve bundan sonra daha da etkili bir şekilde “doyuracağı” düşüncesi, alan çalışmaları yapılarak saptanabilir. Bu çerçevede yapılan felsefelere bakıldığında, önümüzdeki dönemde insanlığın eski dinlerden uzaklaşacağı gibi ulus devletçi modern milli dinlere karşı da mesafe alacağını söyleyebiliriz. Bunun devamında kitlelerin uzun vadede değişik, devrimci ve yaratıcı dinler olan “yeni felsefeler”e de yöneleceği iddiası yabana atılamaz. Çünkü çağın insanını, birçok bakımdan camideki, kilisedeki ibadetlerde tutmak kolay görünmüyor. Bunun gibi milli değerlerle, ulu önderlere inandırmak da birtakım zorluklar taşıyor.
Sinema ve konser salonları, çağın insanına daha çekici görünebiliyor. Özellikle felsefe fakülteleri, filozofların konuştuğu amfiler, salonlar kendini, hissettiriyor. Örneğin ülkemizde son yirmi yılda 200’den fazla üniversite açıldığı, felsefe bölümlerinin ilahiyat fakültelerinden çok daha fazla olduğu da biliniyor. Kitlelerin sanat faaliyetleri, felsefi etkinlikleri, bilim dergileri değişmek değiştirmek için değil, kendini gerçekleştirmek, görünür kılınmak, adeta eski dinin yerine ibadet ögesi gibi konuluyor. Metnimizin genel tezine uygun olarak söylemek gerekiyor ki, emperyalizm, sınıflı uygar toplumun yeni bir aşamasını teşkil ederken; post modern, post hümanist, post yapısal, post rasyonalist felsefeler de bu çağın özelliklerini yansıtmaktadır. Sonuçta bu felsefeler “kutsal dinler” ve “kutsal olmayan dinler”i aşan, hem felsefe ihtiyacını hem de din ihtiyacını karşılayan düşünce dizgeleri olarak işlev görmektedirler ve göreceklerdir.
Aynı kontekste Dinden Sonra Dinsellik adlı kitapta da şu fikirlere yer verilmiş: “Günümüz toplumlarında uyuşturucunun tuttuğu yerin açıklanmasında bu gerçek azımsanmayacak bir rol oynar. Günlük hayatın tutsaklığından kaçmaya duyulan özlemin bir sonucudur bu. Üstelik hepsi bu kadar da değil: Aynı şekilde kendini spora adayanlar, vücut çalışmaları yapanlar, kendini aşma arayışları içinde olanları söylememiz gerekir. Hatta sanat deneyimi bile, kutsal olanla ilişkisini kesmiş de olsa birçok insan açısından tinsel nitelikte mahrem bir deneyim olmayı sürdürdüğünden, bu kapsama girmektedir.”[8]
Demek ki yeni felsefeler de, eski dinler gibi birilerinin uydurması olarak ortaya çıkmış değil, çağımızın maddi üretim ilişkilerinin (emperyalizm) bir sonucu olarak kendini var kılıyor. Bir kez daha belirtmiş oluyoruz ki, insanlığın dinden özgürleşmesi “sınıfsız uygar toplum”la mümkün olacaktır.
Din Toplumu mu Toplum Dini mi?
Dinselliği ekonomik süreçlerle ve eş deyişle dünya ile ilişkilendirmemizin iki sonucu var, bunları birincisinden başlayarak biraz açalım. Marx’ın mantığına göre 19. yüzyıl itibariyle, tarihsel materyalizmle birlikte din eleştirisi dönemi sona ermiştir: “Almanya konusunda dinin eleştirisi özsel olarak sona erdi ve dinin eleştirisi de tüm eleştirinin hazırlık koşulunu oluşturuyor.”[9]
Bu yaklaşımın hem “kutsal dinler” için hem de “modern dinler” için geçerli olduğunu düşünebiliriz. Yeni üretim ilişkileri genelde tüm dinleri özellikle de eski dinleri ortadan kaldırmıştır. Antik dinlerden eser bulamıyoruz. Bunun yerini tek Tanrıcı semavi dinlerin aldığı görülüyor. Antik üretim ilişkilerinin yerini de köleci ve feodal ilişkiler aldı. Bu değişime bağlı olarak antik dinlerin yerini de yenileri almaktadır diyoruz. Söylemeye bile lüzum yok ki, bunun tersi geçerli olmadı. Yani antik dinler değiştiği için antik dünya değişmedi, antik dünya değişip tasfiye olduğu için antik dinler de değişip tasfiye oldu. Marx bunu açıkça söylemektedir:
“Antikçağın devletlerinin yıkılmasına neden olan antik dinlerin yıkılması değil, antik dinlerin yıkılmasına neden olan antikçağın devletlerinin yıkılmasıdır.”[10]
Kendi tarihimize uygulayacak olursak; Osmanlının yıkılmasıyla ve yeni bir ulus devletin (modern-milli) inşa olmasıyla eski kutsal dinler ve şahsiyetler geçmişte, tarihin eski sayfalarında kaldı. Bunun yerini milli şahsiyetler almıştır. Demek ki dinsellik değişime uğradığı için Osmanlı değişmedi, tersine Osmanlının ekonomik, politik ve hukuki konumu değiştiği için dinsellik de değişmiş oldu. İslam entelektüellerinin ileri sürdüğü gibi “dinden uzaklaşıldığı için imparatorluk çöktü” tezi bilimsellikten uzak bir tezdir. Çünkü Osmanlı imparatorluğu çöktüğü ölçüde ve oranda ona uygun organize olmuş din de benzer oranda dönüşüme uğradı. Bu bakımdan “din devleti” kavramı tarihin hiçbir döneminde gerçekliği/karşılığı olan bir kavram olmamıştır. Bunun yerine “devlet dini” kavramı sınıflı uygarlık tarihi boyunca her zaman bir karşılığı olan kavram olmuştur. “Din devleti” kavramı esasen burjuva-liberal siyaset biliminin bir yakıştırmasından ibarettir.
Biraz genişleterek ifade edilirse “toplum dini” yerine “din toplumu”na vurgu yapılması da rastlantısal değildir. Sınıf mücadelesi yerine teoloji ile bilim arasındaki -sanki gerçekten bir çatışma varmış gibi- mücadeleye dikkat çekmenin altında da aynı burjuva-liberal ideolojiler yer almaktadır. Buna göre emperyalizmin sonsuza kadar var olacağını düşünmüyorsak onun tarihi sonuna bağlı olarak gelecekte dinlerin de sona ereceğinden söz edebiliriz. Bu yaklaşımdan yola çıkan her entelektüel çalışma geleceğin dinlerine ilişkin konuşmaya, yazmaya başladığında esasen geleceğin ekonomik, siyasal ve hukuksal pozisyonuna dair konuşuyor, yazıyor demektir.
Bu üç kurum ve bunların değişik görünümleri olarak var olan mülkiyet biçimi, aile yapısı, üretim ilişkileri, kendilerine uygun ahlaki, dini ve felsefi duygu ve düşünce sistemleri getirecektir. Geleceğe dair kesin sınırları ve formu belirlenmiş bir din betimlemenin zorlukları olsa da gelecekte de toplumların dine dayanmayacağını, bunun tam tersine dinin toplumlara dayanarak varlığını sürdüreceğini iddia edebiliriz.
Teosantrizm, Antroposantrizm, Sosyalsantrizm
Dinin ekonomik süreçlere ve dünyaya ilişkilenmesinin ikinci sonucu ise dinin kedisini değil onu var eden dünyanın eleştirisine yönelmemizin gereğidir. Marx’ın belirlemesiyle din eleştirisinin yerine dünyanın eleştirisini getirmemiz elzem olmuştur. Soruna bu çerçevede baktığımızda 19. yüzyıl ortalarındaki teoloji, din, hukuk tartışmalarına gitmek gerekiyor. Biz din ile sınırlı olarak Marx’ın felsefi antropoloji (Ksenophanes’den Feuerbach’a) ile olan çatışmasına değinmekle yetinelim.
Sorumuz şöyle olacaktır: Din teo-santrik kaynaklı mıdır, antropo-santrik kaynaklı mıdır, yoksa sosyal-santrik kaynaklı mıdır? Bunları sırasıyla açıklayarak devam edelim ve geleceğin dinselliğine ilişkin bazı öndeyilerde bulunma imkanı yakalamaya çalışalım. Şimdilik şunu söylemek isterim ki, ekonomik ve toplumsal ilişkilere bağlı olarak gelecekte düşünsel plandaki çatışma, antroposantrizm ile sosyalsantrizm arasında cereyan edecektir. Elenen din ise teosantrik, klasik dinler olacaktır.
Teo-santrik bakış açısı dine herhangi bir gerekçe aramaz. Varlık dünyasının yapısal bir özelliği olarak ezeli ve ebedidir din. Batı Ortaçağı’nda Augustinus, Anselmus, Doğu Ortaçağı’nda Gazzali, bu tarz bir dinselliğin felsefesini yapmışlardır. Bu düşünürlere filozof yerine teozof demek de uygun düşer. Bu tarz düşünürler için Tanrı da din de tabir yerindeyse Tanrı ve din merkezli; evveli ve ebedidir. Bu tarz dinselliğin miadını doldurduğunu söylemiştik. Bunu biraz açmakta fayda var. Üretimin en ilkel koşullarında bile kitleler için yaşam “laik sistem” üzerinden yürümüştür.
Ürünü toprağa eken, fidanını tarlaya diken insan, yeterli ürün elde etmek için Tanrı’ya yakarma davranışına girmemiş, edindiği tecrübe nedeniyle ekilen tohuma ve dikilen fidana bakım yapmıştır. Güneş almasını sağlamış, suya ihtiyacı olduğunu saptamış ve belki de gübreleme yoluna giderek gerekli ürünü elde edebildiğini görmüştür. Demek ki başlangıçta “laiklik” vardı. Çünkü üretim “laik” sistemi gerektirir. Üretimin artması ve artı değerin oluşması, onun gaspı da “laik dünya”yı gerekli kılmaktadır.
Laik dediğimiz dünyevi sistem, sınıflı, sömürücü sistemin ta kendisidir. Günümüzde yürürlükte olan da bu sistemdir. İnsanlık tarihine kan ve gözyaşı getirmekle birlikte ilerlemenin motorunu temsil eder dünyevi sistem. Dinselliğin, esasen “zihniyette” varlığını sürdürdüğü ama üretime ve toplumsal gelişmeye bir katkısının olmadığı besbellidir.
Dinselliğin üretime de, üretimin artmasına da bir katkısı olmamıştır. Aynı zamanda üretimin önünde de bir engel değildir. Ta ki toplumsal artı ürüne el koyanların dinselliği bir silah olarak keşfetmelerine dek. Burada dini “birtakım üçkağıtçılar”ın icat etmediği argümanını yeniden anımsatmak isterim. Bu “üçkağıtçılar”ın bir rolü vardır elbette ama daha önemlisi toplumsal artığa el konulması tarzıyla ilgilidir. Bu nokta eşitlikçi komünal ilişkilerden sınıflı uygar döneme geçildiği noktadır. Çok sayıda emekçinin ürettiğine birilerinin, çoğu zaman da kralın el koyduğu görülür. Çoğunluğun ürettiğine azınlığın el koymasının benimsenmesi ve kanıksanması dinselliğin doğmasına ve kurumlaşmasına paralel olarak yürümüştür. Üretim faaliyeti her zaman dinsellikten ve dini kurumlardan bir adım önde gitmiştir. Kral yeryüzüne inmiş bir Tanrı’dır bundan böyle.
Çağımıza uygularsak şu ortaya çıkmaktadır: Emekçi sınıflar kendi ürettiklerine birisinin el koymasını meşru bulduğu müddetçe dinsellik de meşruiyetini sürdürecek demektir. Bu yüzden dini tahlil eden her çalışmanın, ekonomik etkilikle bağını kurmaması büyük bir eksiklik ve yanılgı olur. Nihayetinde Marx dini toplumsal artığın gasp edilmesiyle ilişkilendirmiş ve kapitalizm koşullarında ise “ücretli emek sistemi”yle açıklamıştır:
“Burada insan kafasının ürünleri, kendilerine özgü hayatlarıolan, kendi aralarında ve insanlarla ilişki halindeki bağımsız biçimler gibi görünür. İnsan elinin ürünleri olan metalar dünyasında da böyledir. Emek ürünleri metalar olarak üretilmeye başlar başlamaz onlara yapışan ve dolayısıyla da meta üretiminden ayrılmaz olan bu şeye fetişizm adını veriyorum.”[11]
Meta fetişizmi devam ettiği müddetçe dinler değişik formlar kazanarak varlığını sürdürür; bazen teoloji kılığına girerek, bazen felsefi bir görünüm kazanarak, bazen estetik tarza bürünerek, bazen siyaset olarak…
Feuerbach’ın Felsefi ve Dinsel Antropolojisi
Felsefi antropolojinin önemli bir ismi olan Feuerbach, Almanya’da din konusunda büyük bir tartışma başlatmıştı. Popüler bir jargonla söylersek “Tanrı insanı değil insan Tanrı’yı yarattı” tezini getirmiştir. Bu görüş o zamana dek ileri sürülmüş en devrimci ve materyalist bir tez değerindeydi. İnsanın merkeze konulması manasında antropo-santrik bir düşünceydi. Din insanla başlıyor insanla devam ediyordu. Materyalizm gibi görünen bu düşüncenin iki zayıf tarafı bulunuyordu.
Birisi öznel idealist bir temele dayanmış olmasıydı, diğeri de materyalist gibi görünmesine karşılık tarihsellikten yoksundu. Yani dinsellik insanın yapısal bir özelliği olarak görülüyordu. Feuerbach’ın (önceli Ksenophanes idi) felsefi antropolojisine göre insan, doğal olarak korkan bir varlık, eksikli bir varlık; bu yüzden de metafizikler icat edebiliyor, Tanrılar uydurabiliyor, dinler inşa edebiliyor. Tarihsellikten yoksun olduğu için de bu görüşe bakılırsa din ve dinsel kurumlar eşitlikçi, ilkel, komünal topluluklarda bile mevcut olmuştu! İnsan varolduğu sürece de dinler var olacaktı!
Feuerbach, bir rüzgar estirmişti 19. yüzyılın ortalarında. Materyalizm rüzgarı denilebilir buna. Hegel idealizmi ile Marksist materyalizm arasında bir köprü olarak görebiliriz bu gelişmeyi. “Halka” tabirini kullanan Marx şöyle söylüyor: “Feuerbach, pek çok bakımdan Hegelci felsefe ile bizim anlayışımız arasında ara bir halka olmuştur.”[12] Bu köprü Engels’in de “Hepimiz Feuerbachçı olduk” demesinde içerildiği gibi tarihsel materyalizm teorisinin geliştirilmesinde bir dönüm noktası olmuştur.[13]Öte yandan üretim ilişkilerini dikkate almayan bu düşünce Marx ve Engels de dahil olmak üzere dönemin D. Strauss, B. Baure gibi genç Hegelcilerinden etkilemişti. Örneğin Baure insan merkezlilikten hareket ederek Almanya’daki Yahudilerin Hıristiyan olmayı seçmelerini önermekte bir beis görmemişti.
Marx için bu öneri gerçekleşebilir bir öneri, değildir. Çünkü din, öyle keyfi olarak bir günde, insanın isteğiyle değişebilecek bir şey değildir. Din insan merkezli değil insana da temel teşkil eden sosyal gerçekliğin bir yan ürünü olarak vardır. Bu da materyalizmdir, ama tarihi, üretimi, üretim ilişkilerini, mülkiyet şekillerini esas alan bir materyalizmdir. Marx materyalizm meselesinde de, en ileride bulunan Feuerbach’ı eleştirmiştir. Marx’a göre “Feuerbach, materyalist olduğu zaman gündemine tarih girmez, gündemine tarih girdiği zaman da materyalist değildir. Feuerbach’ta tarih ve materyalizm tamamen birbirinden ayrılır.”[14] Burada her ikisine vurgu yapmak son derece merkezi bir meseledir. Çünkü Marx ve Engels açısından din de diğer kültürel olgular gibi tarihsel bir olgudur.
Din, modern tarihin (gerçek tarih değil) belirli bir evresinde ortaya çıkmış ve miadını doldurduğunda ortadan kalkacaktır. Marx ve Engels sonuçta Feuerbach’a itiraz ederler çünkü o, insan için dini yapısal bir özellik olarak gördüğünden, çağların dinsel eğilimlere göre, sınıf mücadelesini de dinsel mücadeleye indirgeme eğilimdedir. Engels kesin yargılarda bulunuyor: “Feuerbach’ın ‘insanlığın dönemlerinin ancak dinsel düzeyde değişikliklerle birbirlerinden ayırdedildikleri’ yolundaki iddiası tamamen yanlıştır.”[15]
Modern Dinlerin Tarihsel Materyalizm ile Çatışması
Marx ve Engels üstyapı kurumlarına –son çözümlemede- ikincil rol vermişlerdir. Bu yüzden dinler sosyal süreçlerin yansıması olarak var olurlar. Bu yüzden onlar için İslam da Arabistan koşullarında belirli bir üretim biçimine uygun olarak ortaya çıkmış hatta devrimci bir rol oynamış bir inanç biçimi olarak var olmuştur. İslam’ı ortaya çıkaran koşulların (deve, kervan ticareti vs) günümüzde mevcut olduğunu kimse iddia edemeyeceği gibi İslam’ın o günkü uygulamalarının sürdüğünü de kimse ileri süremez. Hiç değilse Yeniçağ’da ortaya çıkan burjuvazi, dini kendi kapitalist üretim ilişkilerine ve siyaset anlayışına bağlı olarak devlet yönetiminden, siyasal alandan dışlamıştır. Yukarıda vurguladığım gibi kontrol altına almış ve sınıf mücadelesinde, politik atraksiyonlarda kullanacağı bir araç haline getirmiştir. Bu özellik diğer dinler için de geçerlidir.
İslam’ın, daha çok emperyalizmin sömürgesine, yarı sömürgesine açık olan yerlerde yaygın olduğunu düşünmek ve bu ülkelerde Batı’ya oranla halen feodal üretim tarzının çeşitli biçimlerde varlığını sürdürüyor olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Kaynak da burasıdır. Bununla birlikte klasik dinlerin eski güçlerine gelebilmesinin maddi koşulları bulunmuyor. Dolayısıyla gelecekte olası bir dinler savaşından söz etmek tarihsel verilere uygun değildir. Kaldı ki eski çağlarda da her türden savaşta, sanıldığı gibi dinler belirleyici olmamıştır. Dinlerin temelinde ya da arka planında yer alan ekonomik ihtiyaçlar, sömürü siyasetleri yer almıştır; bunlar belirleyendir. Bu yüzden din savaşları ya da geçtiğimiz on yıllarda gündeme gelen “medeniyetler çatışması” tezi de (S. Huntıngton) gerçekleri yansıtmaktan uzaktır.
Gelecek, üretim ilişkilerine bağlı olarak eski dinlerin hızla tasfiye olduğu modern dinlerin ortaya çıktığı bir dönem olacaktır. Sınıf mücadelesinin burjuvazi ve proletarya arasında yoğunlaşacağı varsayımından hareketle denilebilir ki felsefi-ideolojik mücadele de modern dinler (laiklik, aydınlanma, demokrasi, milliyetçilik, pozitivizm, empirizm vs) ile tarihsel materyalizm arasında yaşanacaktır. Dine karşı felsefi-ideolojik mücadele meselesine gelmeden bir temayı daha metnimizin genel mantığına uygun olarak açıklamak gerekiyor: Din halkların afyonudur!
Din Halkın Afyonudur!
K. Marx, Hegel’in hukuk felsefesini eleştirirken adeta dini de hukuk gibi bağımlı değişken olarak görüyor ve eleştiriyor. Yorumlayarak söyleyecek olursak Hegel tarihsel süreci Hıristiyan-Cermen dünyasında bitirmişti. Çünkü geist, özgürlüğüne ulaşmış ve son etap olarak da –burjuva- hukuk toplumunda çatışmalar son bulmuş, herkes yasalar karşısında eşit hale gelmişti![16]Oysa Marx için temel sorun yeni başlıyordu! Benzer tartışmaların yapıldığı Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı eserinde Marx, konumuz açısından değerli olan şu düşünceleri dile getirmiştir:
“Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.”[17]
Marx açısından din, basitçe kurgulanmış bir sistem olmadığı gibi sonsuza dek sürecek bir ilişkiler bütünü de değildir. Dinselliğin üzüntü olma durumuyla ilgisini saptıyoruz burada. Onun bir protesto olarak betimlendiğini görüyoruz ki, bunun altını çizmemiz gerekiyor. Ayrıca kalpsiz dünyada bir kalp ve acımasız dünyada bir merhamet duygusu oluyor. Anlıyoruz ki, çıkmazda olan, kapitalizm tarafından kuşatılmış insanın sığındığı bir liman durumundadır din.
Burada afyon metaforunun bir yergi ve aşağılama anlamında kullanılmadığı görülüyor. Sermayeciliğin sevgisiz ve kalpsiz olduğu varsayılıyor. Bu yüzden de insan sevgiyi bulduğu bir dünyada dinle Tanrı’yla değil sevgiyle bütünleşecektir. Marx’ın daha çok “kutsal dinler” üzerinden yaptığı bu analizin, ben “kutsal olmayan dinler” açısından da geçerli olduğunu düşünüyorum. “Kutsal dinler”e bir tepki mahiyetinde ama temelinde de sosyal iktisadi gerçeklik olan modern dinler, teorik olarak düşündüğümüzde, eski dinlerin ortadan kalkmasıyla son bulurlar diyebiliriz.
Biraz vulgarize ederek söylersek dincilik eridiğinde laiklik de eriyecektir. Bunun gibi teizm (tanrıcılık) ortadan kalkınca ateizm de lüzumsuz hale gelir. Bu bağlamda dikkat çekmek isterim ki, tüm bunların ortadan kalkması ise esasen ücretli emek sisteminin son bulmasına bağlıdır. Çünkü teolojik görüşlerin (pejoratif manada ideoloji) nasıl ki temelinde feodal üretim ilişkileri varsa modern dinlerin temelinde de ücretli emek sistemi (kapitalizm) bulunuyor. Yukarıda belirtmiştik, Marx buna fetişizm diyordu.
Nasıl ki toprak sahibi ile serf arasındaki ilişkide toplumsal artığa hiçbir emek harcamayan toprak sahibi el koyuyor ve bu çelişki çağın hukukuna uygun (!) görünüyorsa; dünyayı bir yaradanın yönetiyor olması da meşru hale gelir. Bu durum serfin yerini alan modern işçi sınıfı için de geçerlidir. İşçi üretir, kapitalist el koyar. Her şey görünürde demokratik ve hukukidir! Meşrudur! Bu ne denli meşru ise kitlelerin dine yönelmesi de o denli meşrudur. Eğitim, hukuk, sanat ürünleri, aydınlar da genel eğilim olarak bu düşünce dizgesi içindedir. Buradaki meşruiyet devam ettiği sürece dinler de meşruiyetini devam ettirecektir. Bu anlama ve düşünme biçimine Marx’ın ve Marksizmin önemli bir şerh koyduklarını biliyoruz.
Marx, sınıflı toplumun eninde sonunda son bulacağını ileri sürdüğü için dinlerin de ilelebet var olamayacağına inanmaktadır. Yorumumuzu biraz genişleterek devam edecek olursak Marx’ın bu “halkların afyonu” metaforunu din dışı alanlara uyguladığını da düşünebiliriz. Uygulayabiliriz, çünkü burjuva nitelikli hukuk, felsefe, sanat, ahlak, bilim de din gibi ideolojik bir manipülasyon aracı olabilmektedir. Demek ki kültürel üstyapı unsurları arasında bir artzamanlılık değil eşzamanlılık olduğunu söylemiş oluyoruz. Din de felsefe, sanat ve bilim ile birlikte aynı temelden ve hareketle ortaya çıkmış ve aynı zaman diliminde kendini göstermiştir. Bu durumda tek bir olgudan ve dolayısıyla kavramdan değil olgular setinden ve buna paralel olarak kavramlar setinden söz ediyoruz. Şu halde din için kullanılan afyon metaforu diğer kültürel disiplinleri için de kullanılabilir.
“Birlikte meydana gelenler birlikte meydandan giderler” idesini anımsatmak isterim. Tüm bu olgu setinden ve kavramlardan özgürleşmenin yolu, kültürel disiplinlere temel teşkil eden özel mülkiyet, aile ve devlet gibi kurumlarla bir bütün oluşturan ekonomik sosyal temelin (altyapı) ortadan kaldırılması gerekmektedir. Marx felsefe-din ilişkisini Feuerbach üzerinden incelediği yazısında Feuerbach’ın felsefenin ve dinin ortadan kaldırılmasını savunmak yerine felsefenin din olarak sürmesini savunduğu için onu eleştirmiştir.
Marx söylüyor: “Feuerbach’ın gerçek idealizmi, onun din felsefesini ve törebilimini ele aldığımızda hemen kendini gösterir. O, hiçbir şekilde dini ortadan kaldırmak istemez, onu yetkinleştirmek ister. Felsefenin kendisi de dine dönüşmelidir.”[18] Yani felsefenin ve dinin ortadan kaldırılmasını savunmak varken devam etmesini önermek üstelik de felsefenin dinsel tarzda sürmesini düşünmek izaha muhtaç bir düşünce gibi görünmektedir. Yukarıda da değindiğimiz gibi Feuerbach dinsiz ve Tanrısız (insan yaratısı olmak üzere) insan düşünemiyor, tıpkı liberal teorinin mülksüz insan düşünemediği gibi.
Dine Karşı Felsefi-İdeolojik Mücadele
Felsefi-ideolojik mücadele derken dinsellik mücadelesinde şiddet unsurunun geçersiz olduğunu vurgulamak için söylüyorum ki, bugün bu konu ülkemiz özelinde de oldukça aktüeldir. Sol ve Marksist hareketlerin dine karşı şiddet yanlısı olduklarını saptamak zor olmuyor. Oysa Marx ve Marksizmden anlaşıldığına bakarak iki noktanın altını çizmek gerekli görülüyor. Bir: Marksizm için sorun din değildir, düşman da din değildir. Çünkü din mülkiyet dünyasının nedeni olarak düşünülemez. Din, sonuçtur. Sınıflı uygar dünyanın bir neticesi olarak vardır.
Doğal dinleri analiz ederken Marx, dinselliğin ikincil olduğunun altını bilhassa çizer.[19] Bu yüzden olası bir toplumsal devrimin hedefinde din değil onu ortaya çıkaran maddi, dünyevi, sermaye ilişkileri vardır. Bu bilinçle tarihte etkiler bırakan Marksist düşüncenin teorik düzeyde de olsa metnimize başlık yaptığımız teolojinin üstesinden geldiğini ileri sürüyoruz. Marksizmin, eş deyişle tarihsel materyalizmin hem “kutsal olmayan dinler”e hem de emperyalizm koşullarında ortaya çıkan ve büyük oranda din işlevi de gören, yukarıda değinmiştik, felsefelere karşı da mücadelesi sürmektedir.
İki: Düşman mülkiyet dünyasının kendisidir. Sınıf mücadelesinde şiddetin geçerli olduğu alan da dinsel alan değil dini ortaya çıkaran dünyevi, mülk alanıdır. Marx için savaş bu alana karşı verilecektir. Mülk dünyasının ortadan kalkmasıyla din de varlık nedenini yitirmiş olacaktır. Tarihsel verilerle saptayabiliriz ki, Fransız İhtilali’nde, Paris Komünü’nde ve Sovyetik rejimlerde şiddetle geriletilen dinsellik ve dini kurumlar, bazı iddialara göre daha da güçlenerek yeniden “gerçek” konumlarına gelmişlerdir.
Lenin de dine karşı şiddeti değil felsefi-ideolojik mücadeleyi önermektedir: Dine karşı şiddet uygulanmasına itiraz eden Lenin açısından “Kitlelerin sınırsızca ezilmesi ve hayvanlaştırılması üzerine kurulu bir toplumda, dinsel önyargıların salt propagandist yollardan yok edilebileceğine inanmak saçma olurdu. Dinin insanlık üzerindeki baskısının sadece, toplum içindeki iktisadi baskının ürünü ve yansıması olduğunu unutmak burjuva darkafalılık olurdu.”[20]
Din Savaşı Formuna Bütünmüş Sınıf Savaşları
Marx ve Engels’in din felsefesinden çıkarılabilecek sonuçlardan birisi de vurguladığımız iki boyutla birlikte onlarda içerilmiş olan devrimci dinamiktir. Buna göre ezilen/ilerici dinler ve ezen/gerici dinler. Anadolu ve Mezopotamya üzerinden düşünüldüğünde Kızılbaş/Alevi toplumları, yakın zaman diliminde tespit ettiğimiz ve tanıklık ettiğimiz anti-kapitalist Müslüman toplulukları buna örnek verebiliriz. Gelecekte yükseliş trendi içinde olacakları varsayılabilir bu inanç biçimlerinin. Tarihsel iki figür ve hareketi anmakla yetiniyorum. Kendi coğrafyamızda Şeyh Bedreddin ve Bedreddin devrimi; Almanya ve Doğu Avrupa topraklarında Thomas Münzer. Dinsellik formuna bürünmüş savaşlar da sınıf mücadelesinin değişik versiyonları olarak tarih sahnesindeki yerlerini almıştır.
Bir analoji yapılarak modern dinlere de aynı mantığı uygulayabiliriz. Nitekim Marx şöyle söyler: “Almanya’da geçerli olan tarih yazma tarzıyla, tarihteki büyük sınıf savaşımlarını kavramamıza zaten yeterince gölge düşürülmüştür, bir de sınıflar savaşımını din tarihinin basit bir eklentisi haline dönüştürerek bu kavrayışın büsbütün olanaksız kılınmasına hiçbir gereksinme kalmamıştır. Daha bu noktada, bugün artık Feuerbach’tan ne kadar uzaklaşmış olduğumuz ortaya çıkıyor.”[21]
Alevi-Kızılbaş inancına ve anti-kapitalist Müslümanlık türünden anlayışlara ilgi artabilir. Bu türden inançlar, bir yandan devrimci demokratik özellikler taşıyor, bir yandan çağın koşullarına uygun yalın ibadetlere olanak veriyor; bir yandan da ezan sesleriyle, davul sesleriyle, din sesleriyle “gürültü” çıkartıp toplumun gözüne batmıyor. Uyarıcıların çok arttığı günümüzde yalına yönelme isteğinin artabileceğini yabana atmamalıyız. Ateist, laik, sade dindar, aydın, düşün ve sanat insanlarına da hitap edecek özellikler gösteriyor adı anılan iki inanç topluluğu.
İlerici ve Gerici Dinler
Modern dinler içinde de, sınıf mücadelesi terminolojisine uygun bir tarzda ilerici ve gerici ayrımı yapılabilir. Mesela pozitivizm dini ile milliyetçilik dini; ateizm dini ile deizm dini gelecekte birbirine karşıt duruma gelebilir. Bu türden çatışmaların sınıf mücadelesine bağlı olarak yönelim ve form kazanacağını ileri sürebiliriz. Baştan gösterdiğimiz şemaya (geçmiş – şimdi- gelecek) uygun olarak gerici kutsal dinlerden, ilerici kutsal dinlere; gerici kutsal olmayan dinlerden ilerici kutsal olmayan dinlere ve buradan da tarihsel materyalizme geçileceğini iddia etmemiz için gerekli tarihsel tecrübelere sahip olduğumuzu düşünüyorum.
Marx ve Marksizmin, tarihsel olarak ileri olanı devrimci sıfatıyla değerlendirme yatkınlığı vardır. Bu düşünce, Alman köylü ayaklanmalarına önderlik eden dinsel görünümlü halk hareketleri, sınıf mücadelesinin bir benzeri ya da değişik bir biçimi olarak teoriye eklenmiştir. Engels’in Marx’a yazdığı şu ifadelerden birçok bilginin yanında Marx’ın İslamiyet’e devrimci bir sıfat da atfettiğini çıkarabiliyoruz:
“Sanırım senin Muhammed Devrimi’nin temel ögelerinden biri olarak gördüğün bir gerçeği, Muhammed’den önce Güney Arabistan ticaretinin mahvoluşu gerçeğini de, belirttiğim bağlamda düşünmek gerekiyor… İ.S. 200-600 yılları arasında Güney Arabistan Habeşler tarafından sürekli işgal edilmiş, yağmalanmış, boyun eğdirilmiştir… Genel ticari durumun neden olduğu bu çöküntünün yanısıra, doğrudan ve şiddetli ölçüde yıkıcı bir başka hareketin daha varolmuş olması gerekir ki, bu da ancak Etiyopyalılar tarafından girişilen istila hareketleri olarak düşünülebilir… Arap ulusal bilincini, kuzeyden gelen ve neredeyse Mekke’ye kadar uzanan Pers istilası da kamçılamıştır. Müslümanlık ahlaken iflas etmiş kentli fellahlara karşı bir bedevi tepkisi niteliği taşımaktadır.”[22]
Engels’in ifadeleri içinde, metnimizi ilgilendiren din ve ekonomik ilişkiler bağlamı, ezilen dinlerin varlığı, dinselliğin sınıf mücadelesiyle olan bağı ve örneğin laikliğin dinciliğe bir tepki oluşu ya da ateizmin, teizme anti tez olarak karşı çıkışı gibi konular bulunuyor. Dinlerin birbirine geçişinin gerekçelerini de görmüş oluyoruz. Sürecin statik değil dinamik olduğu bu geçişliliklerden anlaşılmaktadır. Değişmez, tanrısal bir düzen söz konusu olmadığı gibi dinlerin tarihinde esasen düzen değil bir kaos söz konusudur. Bu dinsel kaosun eskilerde temel kaynağı ancien rejimler olduğu gibi günümüzdeki kaynağı da kapitalist üretim ilişkileri ve modern rejimlerdir. Daha da aktüelleştirerek söylersek çağımıza emperyalist kaos damgasını vurduğu sürece dinsel kaoslar da onu izleyecektir.
Dinler Arkeoloji Müzesine Gitmekten Kurtulamaz
Özet ve ilke düzeyinde birkaç noktanın altını çizerek metni tamamlayalım. Önce insan vardı, düşünce onu izledi. İnsanın duyguları düşünceleri vardı ama felsefesi, bilimi, sanatı, dini, Tanrısı bulunmuyordu. Düşüncelerin, duyguların sosyal evriminden dolayı düşünce yeni form ve içerikler kazandı. Bilim, sanat, felsefe, din, duyguların ve düşüncelerin biçimlenmiş bir değişik formu oldu. Duygular vardı, cinsel iç güdüler vardı, özgür cinsel ilişkiler vardı ama aşk, evlilik ve aile insanın sonradan giydiği gömlekler oldu. Bunların giydirildiğini de söylemek mümkündür. Giyilen, giydirilen her şey eskiyecek, eskiyince de yırtılıp atılacaktır. Dinler gibi felsefeler, hukuklar, sanatlar, ahlaki yargılar da arkeoloji müzesinde kendisine mutlaka yer bulacaktır.
İnsanın doğasına aykırı her özellik, giysi, gömlek insanın kendine yabancılaşmasında rol oynar, oynadı da. Bunların başında din ve ahlak, sonunda ise –manipüle edilmiş- sanat, bilim vs. geliyor. İnsanın yabancılaşmasının başlangıcı olarak yine de dini ve dinsel kurumları değil üretim faktörünü görüyoruz. Haklı olarak Engels açısından kritik dönem, insanın kendisine yeteninden fazlasını üretmeye başladığı an olarak tespit edilmiştir.[23] Hukuklu ve devletli toplumların varlığı toplumsal artığın ortaya çıkmasından sonradır, önce değil. Dinin bir baskı aygıtı olarak işlev görmesinin nedeni de onu manipüle eden hukuk-devlet sistemidir. Dinin gelecekte nasıl bir form ve içeriğe sahip olacağı da bu sistem tarafından belirlenecektir, tersi değil.
Hipotetik bir argüman şunları söyler: Tarihsel materyalizm, kaynağını köleci ve feodal toplumlardan alan teosantrik ve tözsantrik dinlere karşı olduğu kadar kaynağını kapitalist üretim ilişkilerinden alan geistsantrik ve antroposantrik dinlere karşı da pozisyon almış, felsefi-ideolojik sınıf mücadelesi yürütmüştür. Önümüzdeki süreçte emperyalizm çağının bir düşünsel karşılığı olarak etkisini artıracak olan biyosantrik din/düşünce sistemlerine karşı da benzer bir mücadele içinde olacaktır.
Her din kendi çağının ve coğrafyasının çocuğudur. Marx’ın dediği gibi “Modern özel mülkiyet modern devlete denk düşer”.[24] Bu düşünceye benzeterek biz de modern dinlerin modern devletlerle uyum içinde olacağını söyleyebiliriz. “Kutsal dinler”, pre-kapitalist ilişkileri gerekli kılmıştır. “Kutsal olmayan dinler” ise ortaya çıkmak için kapitalizmin serbest rekabetçi dönemi olan burjuva dünyasını beklemiştir. Bu dünyanın bir üst aşaması niteliğinde olan tekelci kapitalizm döneminde, yani emperyalizm şartlarında ise dinselliğin alanı felsefi disiplinlere doğru genişlemiştir daha da genişleyecektir. “Tarihsel materyalizm dini” sosyalizme tekabül ederken dinlerden muaf bir toplum ise eşitlikçi, sınıfsız bir komünist dünyayı beklemektedir.
*Bilim ve Gelecek dergisinin Ekim 2022 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
[1]Marx K., Engels F., Devlet ve Hukuk, Ayrıntı Yayınları, S. 34, Çev: R. Serozan, İstanbul, 2000.
[2]Marx K., Engels F., Devlet ve Hukuk, Ayrıntı Yayınları, S. 18-19, Çev: R. Serozan, İstanbul, 2000.
[3]Engels, MEW Band 36, S.186.
[4]Marx K., Engels F., Alman İdeolojisi, Evrensel Basım Yayın, Çev: T. Ok, O. Gerridönmez, S. 203, İstanbul, 2013.
[5]Marx K., Engels F., Devlet ve Hukuk, Ayrıntı Yayınları, S. 141, Çev: R. Serozan, İstanbul, 2000.
[6]Marx K., Felsefe İncelemeleri, Sol yayınları, Çev: S. Belli, S. 61, Ankara, 1979.
[7]Marx K., Din Üzerine, Sol Yayınları, Çev: K. Güvenç, S. 17, Ankara, 2019.
[8]Ferry L., Gauchet M., Dinden Sonra Dinsellik, Agora Kitaplığı, Çev: C. Utku, S. 6, İstanbul, 2005.
[9]Marx K., Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yayınları, Çev: K. Somer, S. 191, Ankara, 1997.
[10]Marx K., Din Üzerine, Sol Yayınları, Çev: K. Güvenç, S. 17, Ankara, 2019.
[11]Marx K. Kapital I, Yordam Kitap, Çev: M. Selik, S. 83, İstanbul, 2011.
[12]Marx K., Engels F., Din Üzerine, Sol Yayınları, Çev: K. Güvenç, S. 198, Ankara, 2019.
[13] Engels F., Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, Çev: S. Belli, S. 18, Ankara, 1992.
[14] Marx K., Engels F., Alman İdeolojisi Evrensel Basım Yayın, Çev: T. Ok, O. Gerridönmez, S. 51, İstanbul, 2013.
[15]Marx K., Felsefe İncelemeleri, Sol yayınları, Çev: S. Belli, S. 35, Ankara, 1979.
[16]Marx K., Engels F., Devlet ve Hukuk, Ayrıntı Yayınları, S. 169, Çev: R. Serozan, İstanbul, 2000.
[17]Marx K., Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yayınları, Çev: K. Somer, S. 192, Ankara, 1997.
[18]Marx K., Felsefe İncelemeleri, Sol yayınları, Çev: S. Belli, S. 33, Ankara, 1979.
[19]Marx K., Felsefe İncelemeleri, Sol yayınları, Çev: S. Belli, S. 36, Ankara, 1979.
[20] Lenin V., Seçme Eserler 11, İnter Yayınları, s. 437, Çev: S. Kaya, İ. Yarkın, İstanbul, 1997.
[21]Marx K., Felsefe İncelemeleri, Sol yayınları, Çev: S. Belli, S. 36-37, Ankara, 1979.
[22]Marx K., Engels F., Din Üzerine, Sol Yayınları, S. 116
[23]Marx K., Engels F., Devlet ve Hukuk, Ayrıntı Yayınları, S. 33, Çev: R. Serozan, İstanbul, 2000.
[24]Marx K., Engels F., Devlet ve Hukuk, Ayrıntı Yayınları, S. 83, Çev: R. Serozan, İstanbul, 2000.