Araçlarımızı bugün de Malatya şehir merkezinden ilçelere, beldelere, dağ köylerine, mezralara sürdük. Bazı yerlerde topraklı, taşlı, tozlu yolların kokusuna maruz kalsak da kırların, rüzgarın, bitkilerin, iğde ağaçlarının, bademin, türlü çiçeklerin sesleri, görüntüleri ve kokularıyla güzel bir gün geçirdik. Önceki gün de Akçadağ ilçesinde ve ilçeye bağlı Ören köyündeydik (mahalle olmuş) bugün ise Pütürge’nin dağlarını mesken eyledik. Sarp yamaçlara yapılmış yollardan, biraz da ürpererek yaptığımız yolculuk sonunda Kale, Doğanyol ve daha birçok yerleşim alanına temas ederek hedefe ulaşabildik. Anladığım kadarıyla birkaç mezradan oluşan Hüsükuşağı köyünü ve cemevini ziyaret ettik.
Yüksek bir dağ yamacındaydık ki, daha yüksek bir zirvesine çıktığımızda da akşam saatiydi. Sanki Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Adıyaman ayaklarımızın altındaydı. Akşam güneşi, Karakaya barajından taşan kıyılara vururken heyetteki milletvekili Kemal Bülbül, cemevindeki köy sakinlerine Babai ayaklanmasının yakınımızdaki Doğanyol-Keferdiz’den başladığını anlatıyordu. Alevi ve Kürt köylerinin adlarının değiştirilmesini eleştirirken de köylerin mahalleye dönüşmesine rağmen halkın doğru düzgün bir hizmet almadığını hatta bazı bakımlardan büyükşehir uygulamasının, eski düzenden daha beter olduğunu söylüyordu.
Köyün Penceresinden Bakmak
Malatya seyahati içinde üçüncü defa HDP’nin faaliyetinden söz ediyorum. Heyetin buradaki çalışmalarına son olarak bugün de eşlik etme durumum oldu. İl eşbaşkanı Yusuf Bozkuş’un, Pütürge deneyiminin daha ilginç olacağını anımsatması üzerine heyete bir kez daha dahil oldum. Bence de Pütürge tecrübesi önemli oldu. Şiro Çayı, onun üzerine ve civarına yapılmak istenen endüstriyel yapılar, kır-şehir çelişkisinin başka bir boyutunu aklıma getirdi.
Şehirleşirken, sanayileşirken doğaya, insana daha da uzaklaşıyor muyuz acaba? Şu dağ yamacına kurulmuş yerleşim yerlerinin nedenini bir açıklayan çıkar mı? Belki yanıtı en kolay olan soru şu olacaktır: Bu yerleşim yerleri halen neden ovalara taşınmaz da dağın en tepesine dek yol götürülür, buralar imara açılır? Yanıt yalındır aslında. Çünkü kapitalizm ve onun üst yapısı olan modern değerler genişlemek, derinleşmek ve tüm yeryüzünü kuşatıp kontrol altına almak istiyor. Kırsal dünyada, çok özel yöntemlerle mücadele yürütülmesi gerekiyor. Çünkü sistemin etkisini iliklerine dek içselleştirmiş olan kır insanı, dünyaya yalnızca kendi köyünün penceresinden bakıyor. Bir ölçüde ormanı değil ağacı gören kır sakinleri, sınıf çatışması yerine bir tür halk içi çatışma diyeceğimiz anlayış içindedir. Buna bir de kimlik çelişkisi eklendiğinde, olası bir emekçi mücadelesi ve proletarya hareketi açısından durumun elverişsiz olduğu görülmektedir. Bu konuya aşağıda tekrar döneceğim.
Feodalizm ve Kapitalizm Çelişkisi
Kır ile kent çelişkisini feodalizm ile kapitalizm arasındaki çelişkiye benzetmek mümkündür. Buna göre feodalizmi toptancı bir bakışla tümden reddetmek yanlış olduğu gibi kapitalizmi tümüyle ilerici olarak lanse etmek de yanlış olacaktır. Buna göre devrimci dedelerin yerine Türk-İslam müfredatından geçmiş, Kemalist, modern köy öğretmenlerini koymak yanlıştır. Kaldı ki Bülbül’ün işaret ettiğine göre dedeleri sömürücü olarak lanse etmek de gerçekleri yansıtmıyor. Zira sömürerek zengin olmuş bir tek dede bile göstermek mümkün değildir.
Seyahatler sırasında, kır-şehir ikilemi üzerinde yoğunlaşınca İngiliz empirizminin büyük filozoflarından olan Francis Bacon’ın yanlışını düşündüm. Ona göre geleneksel tüm bilgileri (idole) zihinden atmak gerekiyor, bunun yerine modern (gözleme, deneye dayalı) bilgileri koymak gerekiyor. Oysa modern bilinç özü itibariyle liberal felsefeye dayanır ve kent proletaryası gibi kır emekçilerini de kuşatarak kendine benzetir. Bir köylünün zihniyeti de buna örnek oldu. Ona göre Türkiye’de dinci-gerici bir İslam yönetimi var. Bunu kabul etmem mümkün değil. Uyardım köylüyü: Ülkemizde yüz yıldır olduğu gibi bugün de dinci, İslamcı ve hatta liberal görünümüne rağmen esasen ırkçı, faşist bir yönetim vardır. Bunu başta Kürtler olmak üzere ezilen uluslara uygulanan milli zulümden ve emekçi sınıflara karşı başvurulan şiddet ve katliamcı pratiklerden anlamak mümkündür.
Plansız Kentleşme Marifet Değil
Tüm bu soruların belli bir ölçüde bilincinde olan HDP heyeti, Aleviler için eşit yurttaşlık talebi üzerinden yapılan bu kampanyada dikkatleri sistemin ekonomik, sosyal ve siyasal baskısına çekmektedir. Parti içinde, Alevi kimliği ile de tanınan Bülbül’ün, tüm bu açmazları dikkate alarak eşit yurttaşlık kampanyasının sınırlarını genişlettiğini gördük. Bülbül’e göre Alevi ve Kürt kimliğine sahip insanlar kamuda, şurada, burada işe gireceği zaman ayrımcılığa maruz kalıyor. Kırsalda da ayrımcılık devam ediyor. “Köylerin mahalle yapılması halka vurulan bir darbedir” diyen Bülbül açısından taşıma sistemiyle okul sorunu çözülemez. Ona göre Rıza şehri de ütopya değil aslında, Aleviler bunu köylerde yaşamıştır. ‘İmece vardı, yardımlaşma ve destek vardı” diyor Bülbül.
Konuşma şöyle devam ediyor: Başıboş, plansız kentleşme marifet değil. Kente gitmek zorunda kalanlar belirli gettolarda birikiyor. Kendini korumak için örneğin Paşaköşkü mahallesine sığınmaktadır Aleviler. Okullar yeni açılıyor. “Bütün dillerde eğitim istiyoruz” diyen Bülbül’ün “Nedere Ermeni komşularımız?” biçimindeki sorusu da dinleyicilerde duygulu anların yaşanmasına neden olmuştur.
Konuşmaların yöre sakinlerinde etki bırakması şuradan da belliydi. Bir yöre sakini şöyle demişti: Malatya büyükşehir oldu biz de köydük mahalle olduk, olmaz olaydık, bir kümes yapamıyoruz, ahır için izin almak gerekiyor, bir çivi bile çakmak zorlaştı. Bir başkası da aynı dertten muzdarip. O da diyor ki, mahallede altyapı yok, kanalizasyon yok ama faturalarımıza atık su, çöp vs. ekleniyor.
Şehrin/Modernizmin İnşasında Kırsalın Rolü
Konuşmalardan ve ortam gözlemlerinden hareketle riskli de olsa bir tez ileri sürmek mümkün görünüyor: Ülkemizin yakın tarihine baktığımızda köylülerin, Kürtlerin ve Kızılbaşların diğer topluluklara oranla sömürüye, zulme, ayrımcılığa daha çok maruz kaldıkları söylenebilir. Bu yüzden de halen toplumsal hareketlerin ve sınıf mücadelesinin merkezinde yer alıp almadıklarının tartışılıyor olması manidardır. Köylünün (esasen yoksul köylü) Kızılbaşın ve Kürtler üzerine bir inceleme yaparsanız modern değerlerin temelinde onları görebilirsiniz!
Kampanya sırasında da değinildiği gibi kentlerin inşasında ve şehir işçiliğinde en pis işler yoksul köylülere, Alevi emekçilere ve Kürt işçilerine yaptırılmıştır. Bu durum, başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinin inşası için de geçerlidir. Çünkü Avrupa’ya taşınan işçiler içinde de köylü, Kızılbaş ve Kürtler ön sırada olmuştur.
Vasıfsız işçi olarak düşünülen bu topluluklar en kötü koşullarda çalışmaya ve en pis işlerde istihdam edilmişlerdir. Bugün de bu sistemin tümden değiştiğini söylemek zordur. Yenileri ekleniyor: Suriyeli, Afgan, Iraklı, Türkmenistanlı, Afrikalı vs. Dolayısıyla kır-şehir ikileminde politika yaparken Türkiye gibi toplumları doğru analiz etmek ve ülkemize benzeyen dünyanın büyük bir kısmı için de veriler tespit etmek, olası devrim tarzlarını ve teorilerini inşa etmek lazım gelir.
Hukuken ve Politik Olarak Hesap Sormak
Kırsal toplumun, saflığından kaynaklanan politik sorunlar da saptıyoruz. Bir cemevi yöneticisinin “Burada siyaset yapmayalım” şeklinde konuşması, bir başka kişinin buna destek vermesi benim açımdan çok düşündürücü olmuştur. Egemen sınıflar cami, kutsal mekan, eğitim kurumu demeksizin siyaset yaptığı ortamda halkın pasifizmi kanıksaması izaha muhtaç bir durumdur. Bu noktada HDP parti meclisi üyesi Songül Tunçdemir’in uyarısı ve önerisi yerinde oldu. “Cemevi’nde siyaset olmaz demek zaten siyaset yapmaktır” diyerek söze başladı ve Tunçdemir konuşmasına şöyle devam etti:
Alevilere yapılan katliamların hukuken ve siyasal olarak hesabı henüz sorulmadı. Katillerin korunduğunu biliyoruz. Osmanlı gibi cumhuriyet yönetimi de Aleviler için merhem olmamıştır. Eşit yurttaşlık istiyoruz. Sistem, bize, Alevilere siyaset yapmayın diyor ama siyasetsiz sorun çözülmüyor. Kadın sorunu da Alevi sorunu da, işçi emekçi sorunları da ancak siyaset yaparak çözülebilir. Bu açıklamalar yapılırken heyet aynı zamanda İran’da gözaltına alınıp katledilen Mahsa Amani’yi konuşuyor ve peşinden İran’da ortaya çıkan halk ayaklanmasını konuşuyordu.
Teori: Üretim, Artıdeğer ve Sömürü
İşçi, emekçi sorunu gibi kimlik sorununa ilişkin analizlerin de üretimle ilişkisinin kurulması gerekiyor. Hangi alanda olursa olsun üretim olgusuyla ilişkisi kurulmayan hiç bir teori, tez ve tahlilin ilgimi çektiğini söyleyemem. Üretimin olmadığı yerde sosyal yaşam olmuyor, artı değer olmuyor, sömürü olmuyor. Yaşamın temel realitesi ise bu değerler üzerinden yürüyor. Bu yüzden de teoriye yön veren sınıf mücadelesi oluyor. Bunun gözardı edildiği siyaset, gerçekleri yansıtmaktan uzaktır. Dolayısıyla Alevi kurumlarında yapılan toplantı ve tartışmalarda konuşmaların sıklıkla maddi yaşam standartlarına gelmesi doğaldır. Geçerken söyleyeyim ki, yolunuz sonbaharda Arapgir’e düşerse üzüm bağlarına uğrayıp bir salkım da olsa üzüm yemeden, yol kenarındaki çeşmeden su içmeden dönmeyin. Suni gübrelerle 20-30 kiloya çıkmış olan karpuzlardan yemeseniz de olur.
Bülbül’ün, Pütürge ve Akçadağ’ın yakın siyasal tarihini dikkate alarak konuşması, Sinan Cemgil ve arkadaşlarının Nurhak dağlarındaki mücadelesine ve katledilmelerine dikkat çekmesi bellekleri tazelemiş olmalı. Pütürge ve Akçadağ’dan sonraki bir günde Arapgir seyahati sırasında belleğimin bir kez daha canlandığını fark ettim. Keban barajının hinterlantındaydık. Aklıma Muzaffer Oruçoğlu’nun Tohum adlı romanındaki sahneler geldi. Roman kahramanı Ali Haydar (gerçek kişi) bir grup gerilla arkadaşı ile birlikte Keban şantiyelerinde dinamit ve benzeri patlayıcı maddeler edinirler. 1972’de baraj, henüz inşaat halindedir.
Küçük Burjuvazi, Rekabet ve Yabancılaşma
Küçük yerin siyaseti de küçük oluyor. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de küçük burjuva ve onun ideolojisi çok güçlüdür. Köylülerin sıklıkla birbiriyle rekabet halinde olduğunu, hatta birbirini boğazlamayı düşündüklerini görebilirsiniz. Cinayetlerin bile işlendiği söylenmektedir. İnsanın aklına Thomas Hobbes’un bir sözünü getiriyor: İnsan, insanın kurdudur (homo homoni lipus). Bu denli kötü bir durumun ortaya çıkması, şehrin (kapitalizm) kırsalı kirlettiği anlamına da geliyor olabilir.
Bir zamanlar dost, kardeş, komşu olan bu insanlar neden birbirleri için kurt haline gelmişlerdir? İnsani ilişkilerin yerini, ticari ilişkiler, kar kaygısı, maddi menfaatler alınca yabancılaşma, yozlaşma ve rekabet de peşinden geliyor. Gündelik köy yaşamında duyduğum bir kaç terim olarak faiz, zenginlik, arsa/tarla alım satımı, kar, çalışma, fiyat, kira, elbette ki para, para, para… Sonra iflas, siyaset, araba, traktör, banka, kredi, oğlan veya kız gelin etmeyi not etmek isterim. Yani Marx’ın dediği gibi insani ilişkilerin yerini şeyler arası ilişkiler veya para ilişkileri alıyor. Ayrıca burjuva-faşist partilerin adları, liderleri, kimlik tartışmaları, Alevi, Sunni karşıtlığı duyulur. Atatürk, Muhammed, Türk, Kürt, terörist, devletimiz, cumhuriyetimiz gibi terimler de günlük yaşamı “süsleyen” sözcük ve kavramlar oluyor. İnsanın kavramlarla düşündüğünü varsayarsak konunun önemi daha da iyi anlaşılacaktır.
Yine de incelemeyi olumsuz bir psikolojiyle bitirmek yanlış olur. Nitekim Kürdistan köylüsünü de tanıdığını belirten yöre halkından hayvancılıkla uğraşan bir kişinin dediğine bakılırsa Malatya köylüsü (kentli de dahil) bölge illeri arasında en geride olan ve gerici eğilim gösteren kenttir. Yine aynı köylüye bakılırsa (bence de) 1980 öncesi güçlü devrimci dinamiklere sahip olan ve pekçok devrimci, halk kahramanı çıkaran kent 12 Eylül faşist darbesinden sonra adeta haritadan silinmek istendi. Yani doğası, genetiği değiştirildi adeta. Dolayısıyla bugün için görüntüde de olsa olumsuz özellikleriyle belirgin olan kent devrimci-demokratik çalışmalarla, buna eşlik edecek olan felsefi-ideolojik bir mücadele yoluyla doğrulup yabancılaşmasını aşma imkanı bulabilecektir.
Bülbül’ün iyimser, eskiyi ve yeniyi sentezleyen yaklaşımıyla bitirelim. Ona göre bugün hapishaneler zulümhanedir. Kürtlere, komünistlere, muhaliflere uygulanan baskı, zindan ve tecrit kabul edilemez. Türkiye Kerbela’ya dönüşmüştür. Zülme ve katliama izin veremeyiz… Hallaç-ı Mansur olalım, Bedreddin olalım, Pir Sultan olalım… Hallaç-ı Mansur’un dediği gibi bizim için meydan da birdir zindan da birdir. Malatya’nın sınıf mücadelesi tecrübesine dikkat çeken Bülbül’ün Turan Emeksiz, Battal Mehetoğlu, Mehmet Cantekin ve 1978 şehitlerine vurgu yapması da anlamlı oldu.