20 yaşlarımda seyahati ve otomobil kullanmayı severdim. Özellikle Türkiye’nin kıyı şeritini bir çok kez turlamışlığım vardır. Yakın zamana kadar denize, kuma, güneşe, yüzmeye de merakım vardı. Övünmek gibi olmasın yüzmede halen de iddialıyımdır. Diğer alışkanlıkları ise neredeyse hiç arzulamaz oldum. Yine erken yaşlarda İstanbul-Malatya yolculuğunu otomobil ile yapardım. Tofaş-Tipo, Reneault-Flaş, sonra Hundai ile gittiğimi anımsıyorum.
30-40 yaşlarında uçağa dadandım. Ne de olsa bizim semtten (Bahçelievler-İst) kalkıyor sayılırdı. İlk havaalanı Yeşilköy’de idi bildiğiniz gibi. Ulaşımdaki rekabetten dolayı, bilet erken de alınırsa uçak yolculuğu fena olmuyordu. Tren yolculuğu da üzerinde durmayı gerektirir. Deniz yolu yolculuğu ise felsefi gizemlerle doludur.
Yolculuk derken insan, tarihin en eski günlerini at, eşek yolculuklarını anımsamadan edemiyor. Tabii, ben bu yazıda o denli gerilere gitme niyetinde değilim. Yakın tarihimize bir mercek tutarak, 6 Eylül’de (2022) İstanbul’dan Malatya’ya yaptığım yolculuk sırasında aklıma gelenler bağlamında bir gezinti yapmak istiyorum.
Sol’u, Sollamakta Aramak Saçmadır
Benim için en verimsiz yolculuk bir zamanlar otomobil ile yaptığım yolculuk idi diyebilirim. Yolculuğum, sürücülere lüzumsuz yere öfkelenerek geçerdi. Bir de hız yapmak, mesafe almak, hep ileriye gitme biçimindeki ruh hali sahte bir heyecan verirdi. Diğer araçları sollamak, eski otomobilleri geride bırakmak, sürücülerle rekabet etmek sınıfsal kin ve nefreti sanırım yumuşatırdı. Sol’u, sollamakta aramak elbette ki sığlık olur. Toplumcu bir siyaset psikolojisi bize bunu söyler. Yolculukta kapitalizme yönelmesi gereken rekabet ve savaş duygusu/düşüncesi, büyük çoğunluğu kendi sınıfımdan olan emekçilere transfer oluyordu. Zira üst sınıfların otomobilleri elbette markalı, nitelikli ve hızlı idi. Bir çoğu da özel uçak ve helikopterleri kullandıklarına göre karayolu bir ölçüde emekçiler içindir.
Deniz Yolcuğu ve Miletosçu Materyalizm Gemiye ilk defa nerede, nasıl, kimille bindiğimi anımsamıyorum. Sanırım, İstanbul’a büyük abimin yanına geldikten sonra binmiştim. Gemi ve su ilişkisi beni çok ilgilendirmiştir. Bunu yıllar sonra felsefeye gömüldükten sonra daha da iyi anladım. Çünkü yalnız olmadığımı, Antik Yunan’da, Ege-Miletoslular da suya yakın ilgi göstermişler. İlk filozof olarak kabul edilen Thales de, evrenin hammadesinin su olduğunu söylemiş. İlk filozof için materyalist de deniliyor. Yaşadığı koşullardaki su’yun hayati önemi, düşünürün düşüncesini belirliyor. Beş altı yıl evveldi, bir kaç arkadaşla birlikte Almanya – Hamburg’dan Danimarka-Kopenhag’a geçerken de feribotu kullandık. Konu yeniden aklıma geldi: Hamburg coğrafyasından neden bir materyalist Thales çıkmadı? Belki de o zaman Hamburg-Kopenhang’da Milet’teki gibi uygarlık söz konusu değildi. Ya da bu coğrafyanın Thales gibi bir “dehası” yoktu.
Yol, Yolculuk ve Emekçi Sınıflar
Tren tecrübem de İstanbul’da oldu. Şimdilerde bir miktar gelişti tren ve tren yolculuğu. 1980’li yıllarda Halkalı-Sirkeci hattı çok bakımsızdı. Bekçiler, kontrölcüler biletsiz binen emekçileri keşfetmeye çalışırlardı. Görüntüsü iyi değildi, bakımsız ve sevimsizdi trenlerin. Halen de sevimsiz. Yüzlerce güvenlikçi akbili olmayan yolcuları (emekçileri) arıyorlar. Yakın zamanda Avrupa ülkelerinden birindeki tanık olduğum manzara da benzerdi: Araç görevlileri bileti olmayan iki gence ceza yazmak için ifade alıyor, işlem yapıyorlardı.
Emekçi sınıfların durumunu anlamak için yol ve yolculukları incelemek doğru ve bilimsel bir yol olabilir. İkinci deneyimim ise daha değişik oldu Avrupa’da. Frankfurt’tan Paris’e trenle yolculuk yapmıştık. Tren çok lükstü ve saatte 300-400 kilometre hız yapıyordu. Bizimki ile kıyaslanmayacak denli hızlı ve teknolojik. Avrupa’da bu hız ve teknolojinin nedeni çok önemlidir. Bizi Marksist iktisat teorisine kadar götürür. Biz konuyu sınırlı tuttuğumuz için detayına girmeyelim.
Maddi Gerçeğe Projeksiyon Tutmak
Uçak seyahati sırasında, özellikle havadayken zihnimi asla istirahata bırakamam. İnsanların yerküreden çok gözyüzüyle ilgilenmeleri gelir aklıma. Thales, Anaksimandros, Anaksimenes ilk aklıma gelenlerdir. Zihin sanki ters işliyor. Filozoflar yerküreyi, sosyal dünyayı, onun sorunlarını çözmek için gökyüzünü anlamak gerektiğine inanıyor. Şu mantığı hatırlatayım: Marksizm üstyapıyı anlamak için projeksiyonu altyapıya (ekonomik temele) tutar. Bir felsefi söylenti var. Güya bir gün Thales gökyüzü incelemesi yaparken önündeki çukuru göremez ve düşer. Hizmetçisi onun halini sefilce bulur ve şöyle der: Siz kendi önününzdeki çukuru göremiyorsunuz gökyüzünü nereden bileceksiniz?
Yurt içi ve yurtdışı hava yolculukları en çok da ikisi aradındaki diyalektiği farketmeye götürdü beni. Çünkü felsefe tarihinde yeryüzü ve gökyüzü arasında bir rekabet olmuştur. Çağlara göre yeryüzünün ve gökyüzünün anlamı değişiktir. Ciçero’ya bakılırsa Sokrates felsefeyi göklerden aldı ve yeryüzüne indirdi. Aristoteles, fizik ve astronomi açısından düşünürsek “yerci” idi. Newton da bir bakıma öyledir. Ama Galilei dikkatleri Güneşe, dolayısıyla gökyüzüne çekti diyebiliriz.
Yolculuk ve Sahte Özgürlük Tutkusu
Yolculuk sahte bir özgürlük duygusu da veriyor. Gittikçe, bulunduğun yerden uzaklaltıkça sanki kimsenin kimseyi sömürmediği, saldırıların olmadığı, tacizin olmadığı, ailenin, namusun, katil asker polislerin bulunmadığı, kadının, Kürt’ün, çocuğun horlanmadığı bir dünyaya gidiyormuşsun gibi oluyor. Ta ki, bir grup askeri cemse yola kurdukları pusadan çıkarak otübüsü durdurana dek. Olsun hayal de, güzel şeyler arzulamak da feodal-kapitalist dünyanın beynine saplanmış bir hançerdir. Numara hep aynı. Şimdilik iyi polis: Kimlikleri çıkarın. Sizin güvenliğiniz için yapıyoruz. Çok övülen Fransız burjuvazisinden miras: halka karşı halk için.
Son yıllarda, havaalanının semtten çok uzak bir yere gitmesinin etkisiyle olsa gerek havayoluyla yurtiçi seyahat yapma motivasyonum neredeyse söndü. Toplu ulaşım araçlarına merakım başladı. Nitekim çocukluk dönemlerinden itibaren yabancı sayılmam bu yolculuğa. Bir kaç yıldır karayolu üzerinde yaptığım bu yolculukların çok renkli olduğunu belirtmek isterim. Güzel “hikayeler” dinliyorum. Yolculuğum genellikle planlı olduğu için bileti önceden ayırtıp edinirim. 2+1 uygulamsı olanında, en önde yolculuk yapmayı tercih ederim. Birinci ve ikinci şoför ile bir de muavenden oluşan sürücü ekip öncelikle izlediğim dinlediğim kişiler oluyor. Biraz sıcaklık ve yakınlık olunca çay kahve de eksik olmuyor. Öksürenler, hapşıranları da unutmamak lazım.
Otobüs Şoförlerinin Sınıfsal Özellikleri
Herşeye rağmen kaptan ve ekibinin hikayesi oldukça zengin. Bu zenginliğe yer yer abartılar eklemleniyor. Değişik mantık yürütmeler, insanı şaşırtan deneyimler var. Elbette ki yalan da, birçok hadise de bu hikayelere eşlik eder. Bazen geçim sıkıntısı, bazen yolculara yönelik tasvirler eksik olmaz. Dedikodu gırla. Çoğu zaman “kurban” bir arka koltuktaki çift bile olabilir. Felsefi-ideolojik sınıf bilinci bakımından çok zayıf bir sektörden söz ediyorum. Münibüs ve taksi şoförleri kadar lümpen olmadıklarını da belirtmek isterim. Şehirlerarası Otobüs şoförlerini güce tapan bir meslek olarak düşünmek yanlış olmaz. Kanaatimce sermayenin dinci ve seküler partileri arasında gidip gelirler. Yalnızca Kürdistan bilinci taşıyanları ayrıca değerlendirmek gerekebilir.
Yanımdaki, arkamdaki yolcular da ilgimi çeker. Sessizce hal ve tavırları yanında konuşmalarını da dinlerim. “Bana ne” demediğim gibi “özel bir durum” da demem. Sessizce, “kibarca” izlerim. Gerektiğinde notlar da alırım. Düşün, bilim ve felsefe için bunların “özel” kategoriler olduğunu düşünmüyorum. Telefon konuşmalarını da dinlerim. Zaten bu insanların bir kısmı kendisini bir dinleyen olsun diye de konuşur. Belki de ben öyle anlıyorum. Bu konuşmalar da aslında düzene bir tepkidir. Bilinçli yapılmasa da.
Yol, Yolculuk ve Yabancılaşma
Otobüs yolculuğu ve yolcular arasındaki ilişki nispeten sıcaktır. Yabancılaşma uçak yolculuğuna benzemez. Uçakta, uçak yolcuğunuğunda yabancılaşma yoğundur. Örneğin pilotu göremezsiniz bile. Ne zaman kalkıp ne zaman ineceğini bir yolcu olarak bilemezsiniz. Bunlar kurumun tekelindedir ve bilet alırken bu yabancılaşmayı onaylamış oluyorsunuz. Güvenilirlik açısından ise bütün veriler uçak yolculuğunu işaret etmektedir.
Otobüs mürettebatı göz önündedir. Şoförler yolcuların bir kısmını tanıyor da olabilir. Yolcu-şoför hukuku yereldir, resmiyeti kaldırmaz, zaten lüzum da yoktur. Son birkaç yıldır otobüs yolculuğu yapanları “kötü” bir de sürpriz bekliyor: Göçmenler. Yol bilmez, dil bilmez, horlanırlar, belirsiz bir geleceğe yol sürerler. Dilenmekli halleriyle bir dramın yolculuğunu da yaparsınız.
Hanların Evrimi ve Mola Yerleri
Mola yerlerinin de pek iyi sınav verdiği söylenemez. Kervanlar, hanlarda ne tür sorunlarla karşılaşıyordu, kim bilir. Şimdi o bahse de girmeyelim. Oldum olası mola yerlerinin yemekleri taze ve hijyen değildir. Bayat etmek poşete girse de halen bayattır. “Gürün tesisleri” için (memleketim diye mi, bilemiyorum) aynı şeyi söyleyemem. Arzularsanız yayla çorbası ve kebap yiyebilirsiniz. Otobüsle şehirlerarası yolculuğun beni en çok rahatsız eden bir özelliğine geldi sıra: Sanki tüm yolcular sigara içiyor! Sigara içmeyen şoföre rastlamadım.
Gelirken bu şoförlerden birine sordum. “Sigara içmeyen şoför var mı” dedim. “Bu iş sigara içmeden yapılmaz” deyip kestirip attı. Uyku, sigara, kaza ilişkisi kurarak kendince gerekçeler de söyledi. Mola yerleri kentin dışında, dağlara, ormanlara yakın olmasına rağmen, çıkıp biraz hava almak kısa mesafeli yürüyüşler yaparak sağlıklı olmayı planlamak varken hep birden, dakikalarca içilen sigara dumanından dolayı göz gözü görmüyor. Ankara otogarındaki molada bunu daha da yakından görüp hissettim. Buna Bolu, Kayseri ve Sivas gibi mola yerlerini de eklemeliyiz.
Halkın Afyonu Her Yerde
Neden kitleler bu denli sigaraya sığınır. Bir iddiaya göre kapitalizm döneminde kitleler içki, sigara, uyuşturucu, afyona alıştırıldı. Çin’in afyon savaşları biliniyor. Bu tür sahte ihtiyaçlar, gerçek ihtiyaçmış gibi gösterilir oldu zamanla. Şunu düşündüm sigara içen yolcuların yoğunluğunu görünce: Marx, dini halkın afyonu olarak görmüş ve bunun bir tür dünyayı protesto etmek olduğunu ileri sürmüştü.
Aynı şeyi kitleler de sigarayla yapıyor olamaz mı? Zira din insana, gerçek anlamda zararlı olduğu halde sırf anlık olarak rahatlık verdiği için kitleler ona yöneliyor. Sigara ve benzeri alışkanlıklar da onu hatırlatıyor. Sigara da insanlara zararlı olduğu halde yine de kitleler tarafından büyük bir rahatlama alışkanlığı oluyor. Yine provoke edici bir görüş ileri süreyim: Tüm bu gerçek ve gerekliymiş gibi görünen sahte ihtiyaçlar, sınıfların ortaya çıkmasından sonra insan toplumuna ve bünyesine tebelleş oldu, dolayısıyla da sınıfların ortadan kalkmasıyla bunlar son bulacak ve yerlerini gerçek ihtiyaçlar alacaktır. Mesela Marx’ın sözünü ettiği, maddi üretim süreçleri, entelektüel etkinlikler, spor vs. insan yaşamında ön plana çıkacaktır.
Yolculukta Hedef-Hareket Diyalektiği Yolculuğu, hareket ve hedef diyalektiğiyle bitirelim. Şehirlerarası otobüs yolculuğunda yanınızda birisinin olması seyahatinize ayrı bir renk ve heyecan ve de zenginlik katabilir. Sevgiğiniz biri veyahut da sevgiliniz ile birlikteyseniz daha da hoşça bir zaman geçirirsiniz. Tecrübemi ve ayrıca gözlemlerim olduğunu hatırlatmak isterim. Diyelim bir candostu veya yoldaşınız ile birlikteyseniz daha da ilginç olabilir yolculuk. Seyahat boyuca nice etkinliklere, eylemlere katılır belki bir kaç tane de devrim yaparsınız! Dolayısıyla benim açımdan yolculuk yalnızca yolculuk değildir. Sağa sola bakarak adeta boşa geçen bir zaman da değildir.
Biraz anarşistler gibi konuşacak olursak önemli olan harekettir, hedef hiç bir şeydir diyebiliriz. Bu denli hedefi küçümsemesek de yolculuk süresini es geçip yalnızca hedefle ilgilenmek devrimin hayalini kurarken mücadelenin zenginliğinde pasif, dural olmak demektir. Devrim yolu ve mücadelesi dolu dolu geçmediyse inşa edilen devrimin gücü ve derinliği, yetkinliği de sınırlı olacaktır. Bunu da dünya proletaryası kendi tecrübesinden biliyor.