Kitap dünyası, bilhassa onun içinde olanlar için oldukça zengin ve renklidir. Temalar muhteliftir. “Kitapların sonu mu” tartışması başlıbaşına bir sorunsal olduğu halde bu yazıda detaya girmeyeceğim. Kitap hırsızlarının sosyal, ekonomik ve psikolojik çözümlemesi de bizi epey derinlere götürür ki o konuyu da tartışmaya açacak değilim. Ya okumadığı kitaplar, yazarlar ve yazılar hakkında konuşanlara ne demeli? Dünyadaki değişmeyi görmek isteyenler için elindeki kitaba baksın denilir. Çünkü bir zamanlar o kitap bir odundan ibaretti. Kitapsız, okulsuz, eğitimsiz bir toplum mümkün mü, sorusunu da burada yanıtlamayı düşünmüyorum. Kitap okuyarak kitap yazmayı huy edinenleri de buraya not etmekle yetiniyorum. Ben bu yazıda tüm bu konulardan biraz farklı bir kitap hikayesi anlatmak istiyorum.
Çoktandır, doğrudan bir kitap etkinliğine katılmıyordum. Pandemi nedeniyle İstanbul Kitap Fuarı da 2-3 yıldır gerçekleşemiyor. Son süreçte kitaplara gelen zamların toplumla kitap arasına ne denli bir mesafe koyduğu da yanıtını aradığım sorulardan birisi. Gerçi bir iki defa İstanbul-Taksim’deki kitapçılara bakmıştım, durum fena değildi. Kapanan kitap mağazaları söz konusu olsa da insanlar halen, zorlukları aşmak için, karmaşık insan ve toplum sorularının yanıtlarını bulmak için kitaplara ilgisini sürdürüyor. Dünyanın gidişatına kağıt, kitap ve kütüphanelerin yön verdiği düşünülürse bu ilgiyi anlamakta zorlanmayız. Bir başka soruyu da akla getirmektedir: Çağımızın ve günümüzün dijital teknolojisi dünyanın bundan sonraki gelişmesinde acaba kitap ve kağıt kadar merkezi bir rol oynayacak mıdır?
Yazı ve Kitap: Çividen Hiyeroglife;
İskenderiye’den Bergama’ya
Günümüzde kitap-toplum ilişkisini gözlemlemek için geçen hafta katıldığım/izlediğim bir sahaf festivali ve kitap mezatı etkinliği benim için daha da öğretici oldu. Ressam ve Heykeltraş arkadaşım Canip Doğutürk ile katıldığımız etkinlikten hareketle konuya ilişkin bir kaç gözlemimi yazmak istiyorum. Yazmak istediklerim de büyük oranda sahaf gezisi ve mezattaki heyecanlı sahneleri izlerken aklıma geldi. Kitaplar açık artırmada satılırken (okur ararken) zihnim kağıt ve kitabın tarihine dek gerilere gitti. Kitap teknolojisi, bilimsel gelişmeler, çividen hiyeroglife, İskenderiye kütüphanesinden Bergama kitaplığına yolculuk ve matbaanın icadı derken kitap ve sınıf ilişkisi, sınıf mücadelesi tarihi film şeridi gibi gözümün önünden akıp gitmeye başladı.
Seküler çevrenin düzenlediği bir kitap festivali olduğu için eserlerin büyük oranda “milli” nitelikte kitaplar olması normaldir! En pahalı eserin de Mustafa Kemal’e ait veya onunla bağlantılı olması da manidardır. Eğer muhafazakar bir kurum tarafından organize olsaydı festival, bu defa da “dini” kitaplar etkili olur ve Muhammed Peygamber’den, belki Erdoğan’dan, bir çok padişaha kadar pek çok ismin etkisindeki kitapları görürdük. Keza sistem muhalifi, sol, sosyalist, anarşist çevrelerce yapılan bir kitap faaliyetinde de devrimci-sosyalist eserleri görecektik. Marx, Lenin, Mao, Gorki, Politzer, Yılmaz Güney türünden isimler revaçta olurdu. Tüm bunlar kitap olayının sıradan bir kültür olayı olmadığını bize hatırlatıyor.
Kitap Politiktir!
Kitabın tarihinin, sınıf gerçekliğine ve sınıf mücadelesine eşlik ettiğini düşünebiliriz. İlkçağlardan beri papirüs ve parşömen üretimi, bunların komşu ülkelere ihracı denildiğinde insanın aklına kitap gelmesi gerekir. Bu nedenle kitabın da tek yönlü olduğu ve her koşulda her sınıfa hizmet ettiğini düşünmek zor görünüyor. Tarihsel gelişmeleri kağıt, kitap ve kütüphaneler üzerinden düşünürsek kitap ve kütüphaneler savaşından söz edilebilir. Mısır krallıkları ile Bergama krallıkları arasındaki rekabeti (savaşları) anmakla yetiniyorum.
Kitap deyince günümüzde ve ülkemizde halen “kutsal kitapların” veya “milli kitapların” anlaşılması yanında, bunun da feodal, kapitalist-ulus devlet olgusuyla ilgisinin olduğu açıktır. Ulus devletler kitabı, “milli” eğitimle ilişkilendirir. Modern okulların, üniversitelerin emrine verir. “Milli kitap”, “milli kütüphane” diyerek tekel olmak istenir. Modern devletler öncesinde ise kitap, kağıt ve kütüphane kilisenin, cami ve medresenin tekelindeydi. Modern uygulamalar kağıt, kitap ve kütüphaneyi şişirmek için kütüphane günleri, Dünya Kitap Günleri (galiba 5 Eylül) organize ederler. Çünkü kitap ve kitap okuma etkinliği nesnel, natürel ve tarafsız değildir; kitap politiktir!
Eğitim gibi kitap ve okulu toptancı bir bakışla savunmak, yüceltmek gerekmiyor. Tersine anarşizmin yaptığı gibi bu kurumları reddetmek de gerekmez. Bunları devrimci tarzda dönüştürmek ve yararlanmasını bilmek en iyisi olur. Kitap, okul ve eğitim tutucu ve gerici içerikler taşıdığı gibi devrimci-demokratik içerikler de taşıyabilir. Yine de sınıfların olmadığı bir dünyada konumuz olan kitabın değilse de okul ve “formel” eğitimin ortadan kalkacağı söylenebilir.
Buridan’nın Eşeği Olmak!
Kitap, izlediğim mezatta da fark ettiğim gibi bugün de yaşamımıza etkisini sürdürmektedir. İki-üç yıl evvel bir Avrupa gezisinde kütüphaneleri gözlemlemiştim ve halen okurların büyük bir ilgisinin olduğunu bizatihi tespit etmiştim. O denli yoğunluk vardı ki, kütüphaneye önceden randevu alarak girildiğini duyunca şaşırmıştım. Bu olumlu duruma rağmen kitabı yüceltmenin, onun altında ezilmenin de lüzumsuz olduğunu belirtmek isterim. Çok kitap edinmenin, kitapları evde istif etmenin, kitap gösterisi ve okuma özentisi içinde olmanın da -kusura bakılmasın ama- bir hastalık olduğunu söylemek istiyorum.
Bir yayıncı arkadaşım, bazı “okurların” düğün öncesi gelip popüler yazarlara ait kitapları düzinelerce satın aldıklarını söylediğinde inanmak istememiştim. Okunmadığı halde evde çok kitap biriktirmenin pedagojik bakımdan da zararlı olduğu bilinmelidir. Çünkü çok sayıda kitap, tercihleri artıracağı için tercihler arasında seçimi zorlaştırır ve bu da okuma motivasyonunun düşmesine neden olur. Buridan’ın eşeği öyküsünü hatırlatmakla yetiniyorum. Kitap okuma özentisi içinde olmamak en dürüst, verimli ve yaratıcı yoldur. Bu özentiyi, ne yazık ki kitap mezatı sırasında da farketmek zor olmadı.
Kitap Yoluna Devam Eder
Yine kitap festivali bağlamında edindiğim izlenime göre kitaba bağımlılık devam ediyor. Belki de yeni iletişim araçları, sosyal medya, dijital kitap tekniği, kitabın sanal ortama aktarılması ve buradan yapılan okumaların giderek bir alışkanlık haline gelmesi belki de kitabın tekelini kıracaktır. Ben yine de tavrımı kitaptan yana koyarak şu kışkırtıcı tezi savunacağım: Yaklaşık 3000 yıldır var olan, tüm savaş, saldırı, kütüphane yangınlarına karşı direnen; nice kral, padişah ve faşist diktatöre karşı başkaldıran kitap, olmadık bilimsel gelişmelere rağmen yoluna devam ettiyse bundan sonra da yoluna devam edecektir.
Yaklaşık 20 yıl evvel kitap yazmaya başladığımda kağıt, kitap ve matbaa konusunda ilginç tartışma ve varsayımlar vardı. Kitap, dergi ve gazetenin hızla sona ereceği, ilginin tümüyle dijital ortama kayacağı kanaati vardı ve bu görüş hakimdi. Bence bu varsayımlar tam olarak doğrulanmadı. Gazete ve dergide kısmen doğrulandığını görüyoruz ama yine de bu türden yayınlar bile son bulmadı. Kitabın ise dijital teknolojiden bu iki türe oranla daha az etkilendiği görülüyor. Elbette giderek zaman, kitabın daha da aleyhine işleyebilir. Politik bir analiz olarak şunu da eklemek lazım ki kapitalist-emperyalist sistem kitaba son vermek ve her şeyi internet sistemine aktarmak ve kontrol altına almak istiyor. Bunu biraz açalım.
Kağıt, Kitap ve Silah
Yazının icadı ve peşinden bunun aktarılacağı tekniğin (kağıt) inşa edilmesi, sınıflı topluma geçişle ilgilidir. Yazı ve kitabın temellerinin M. Ö. 3.500 yıllarında, Sümer ve Mısır uygarlıklarında atıldığı anlaşılıyor. Bu zaman dilimi ve coğrafyalar ise üretimin ilk ortaya çıktığı, geliştiği ve toplumsal artığın ortaya çıktığı bir momenttir. Ekonomik ilişkilerin kayıtları tutulmalı, ilkel düzeyde de olsa hukuki düzenlemeler sözlü değil yazılı anlaşmalar biçiminde yapılmalıdır. Nihayet söz uçar yazı kalır.
Öyle görünüyor ki bilimsel ve teknik buluş, keşif ve ilerlemeler hiç de masum değil; çünkü tüm insanlık için söz konusu olmuyor. Egemen sınıflar “aynı gemideyiz” söylemini sürekli güncellese de “bilim ve tekniğin” tüm insanlık için olduğu söylense de esasen bunlardan “öncelikle” egemen sınıflar yararlanıyor. Tüm insanlığın bunlardan yararlandığı doğru olmasa da, tarihsel süreçte ortaya çıkan gelişmelerden “ilk olarak” yararlanan sömürücü sınıflar olmuştur.
Çin’de Kağıt, Kitap ve Demokratik Halk Devrimi
Bilim ve teknikten öncelikle egemen sınıfların yararlandığı teziyle bağlantılı olarak silahları ve savaş sanayisini de anmak gerekir. Silaha, savaşa, şiddete “ilk” başvuran kesimlerin de iktisaden güçlü olan sınıflar olduğunu tespit etmez zor değildir. Dolayısıyla kitaptan “ilk” faydalanan kesimler de egemen sınıflardır. Kitabın tarihindeki her uğrak, sınıflar dengesinde karşılık bulur.
Çinlilerin kağıdı M. S. 2. yüzyılda icat etmesi adeta dünyanın dengesini değiştirmiştir. J. Gutenberg’in 15. yüzyılda matbaayı geliştirmiş olması da sınıfsal dengeleri altüst etmiştir. Bugünün dünyasında 30-40 yıllık ömrüyle dijital teknoloji de mutlaka büyük değişikliklere neden olacaktır. Çin kağıt ve kitap teknolojisiyle dünyanın gidişatını değiştirmişti. Talaş Savaşı ile Araplarla tanıştı ve kağıt bu sayede dünyaya yayıldı. Aynı Çin 1949’da demokratik halk devrimiyle bir kez daha dünyanın gidişatını değiştirmişti. Kitabın ve teorinin muhakkak ki bir payı vardı bu devrimde.
Çin, şimdilerde en büyük emperyalist güç olarak dijital teknolojiyle dünyayı bir kez daha değiştireceğe benziyor. Çin tweeter, youtube ve facebook gibi Batı merkezli sosyal medya tekniğine karşı kendi alternatif sosyal medyasını inşa etme yolundadır. Bu karşıtlığı emperyalistler arası rekabet ve savaş olarak okumak yanlış olmaz.
Kitap ve Sınıflı Toplumun Paradoksu
Bilim de, kitap da diğer fenomenler gibi sömürücü sınıfların elinde emekçilere karşı bir silah olarak işlev görür/görüyor. Ancak! Tarihsel gelişim içinde bu silahların toplumun en alt kesimlerine dek ulaşması da engellenemiyor. Üstelik bu buluşlar artı değer üretimini artırması için emekçilere de ulaşması gerekiyor. Emekçilerin kitapları okumadan, milli eğitim kurumlarının müfredatından geçmeksizin, silahları kullanmadan sömürücü sınıflara hizmet etmesi mümkün değildir. Sınıflı toplumun paradoksu ve çıkmazı da buradadır. Sistem içinde ağa, bey, paşa, kral ve kapitalist için savaşan emekçi, tarihi tecrübe içinde kendi sınıfını, çıkarını tanır ve kendisi için savaşmayı da öğrenir. Egemenlerden öğrendiği bilim ve tekniği, edindiği silahları günün birinde efendisine karşı kullanmanın bilincine yükselir. İşte o anda egemen sınıflar yeni bilim ve teknik arayışına girer.
Ateşli silahları, savaş uçakları ve dronlar; kitapları ise dijital teknoloji izler. Emekçi sınıfların kitaplar gibi ateşli silahlara sahip olmaları da tarihsel bir olgudur. Yani kitabın, tekniğin, bilimin, silahın vs. belli bir olgunlaşma evresinde sömürücü sınıfların tekelinden çıkması ve tüm topluma (günümüzde yoksul köylülük, kadın, genç ve özellikle proletarya) yayılmasıyla yeni bir döneme girmiş oluyoruz.
Silah yasakları gibi kitapların yasaklanması da gündeme gelmiştir zaman içinde. Kitap yasaklarına emekçilerin dahil olması yenidir ama belirleyicidir. Pre-kapitalist süreçlerde ise dinsel-seküler çatışması, aristokrasi-burjuvazi çatışmasının kitap yasaklarına neden olduğu varsayılabilir. Kitapların yasaklanması, kütüphanelerin yakılması, yazarların zulüm görmesi, yok edilmesi, kamyonlarca kitap imhası proleter devrimler çağının bir neticesinde söz konusu olmuştur. Çünkü kitaplar devrimci teori misali proletaryanın elinde birer silaha dönüşmüştür. Elbette ki hangi kitap/kitaplar sorusu merkezi bir problemdir. Unutmayalım ki kitap, bin yıllar boyu sömürücü sınıfların elinde kitleleri yönetmek, sevk ve idare etmek için büyük bir işlevi görmüştür.
Devrimci Teorinin Taşıyıcısı Olmak
Burjuvazi açısından kitap sınıf mücadelesinin bir bileşeni oluyor ve emekçi sınıflar için bir ölçüde devrimci teorinin taşıyıcısı olmaktadır. Bu yüzden kitaba oranla daha kontrol edilebilecek, gerektiğinde bir düğmeye basarak tüm yazılanları, kayıtları, görselleri, belgeleri yok edebileceği bir “bilim ve teknoloji” üretme, inşa itme yolundadır. Türk devleti geçen yıl wikipediayı’yı kapatıp, girişleri engellemişti. Basılan, yayılan kitap, dergi, gazete vs. tüm dünyada yayıldığı için bunları bir çırpıda saptama, bulma, ele geçirme ve imha etme imkanı olmuyor. Bu yüzden de kitap binlerce yıldır varlığını sürdürmektedir.
Bir gerilla komutanı demişti ki, biz dağlarda olduğumuz sürece düşman bize silah getirmek zorundadır. Ekonomik bir analize transfer ederek söylenirse, egemen sınıflar (burjuvazi) kar dürtüsü nedeniyle ürettiğini, kullandığını sermayeye çevirmek istediğinde kendisinde kalmasını çok istediği bilim ve teknolojiyi halka götürmek ve satmak zorundadır. Bunun adına eğitim, aydınlanma, gelişim ve ilerleme der. Kendi ideolojisini yüceltir. Dijital kitap teknolojisi de şimdilik sermayeye ve egemen sınıflara daha fazla hizmet etse de bunun sonsuza dek devam edeceğini kimse iddia edemez.
Daha şimdiden geniş halk kitleleri sosyal medyayı, dijital yayınları etkisi altına almış ve işgal etmiş görünüyor. Burjuvazi belki de kitaplı çağları mumla arayacaktır. Denilebilir ki ekonomik krizler kapitalizmin nasıl ki yapısal özelliği ise bilimsel, teknik ve kültürel krizler de onun yapısal özelliği olur. Burjuvazi bilimsel ve teknolojik gelişmeyi toplum için değil kendi kar dürtüsüyle istediği için onun “olağan” gelişiminden yana değildir. Çünkü sermaye (kapitalistler), bilim ve teknolojiden artı değer elde edemeyeceğini biliyor. Bu yüzden de bilim ve teknolojinin “kontrollü” bir biçimde gelişmesinden yanadır.
Tarihsel Süreçte Yeryüzü-Gökyüzü Diyalektiği
Feodal ve kapitalist uygarlıklar yerküreyi denizleriyle, dağlar ve ormanlarıyla ele geçiren ve sömüren bir “kitabi uygarlık” olmuştu; emperyalizm ise yeryüzüyle birlikte gökyüzünü de uzayı da sömüren bir “dijital uygarlık” kurmayı planlıyor. Matbu (basılı) kitap ve dijital kitap olayını, burada öne çıkardığım yeryüzü-gökyüzü diyalektiğine uygulayarak felsefe tarihindeki gelişmeye uyarlayabiliriz. Felsefe, deyim yerindeyse büyük anlatılarla başladı: Varlık nedir, arkhe nedir, dünya neden yapıldı, evren sabit mi, dünya düz mü? Sokrates bu sorular yerine insan nedir, hakikat nedir, demokrasi nasıl olmalı, erdemli insan kimdir, iyi ve ahlaki olan nedir? sorularını felsefenin gündemine getirdiği için “felsefeyi gökyüzünden yeryüzüne indirdi” denilir.
Ortaçağ’da ise felsefe yeniden yeryüzünden gökyüzüne çıktı! Çünkü teoloji, Kilisenin de gücüyle etkili oldu ve felsefe Tanrı, din araştırmasına yoğunlaştı. Kırılma Rönesans ve coğrafi keşiflerle geldi. Felsefe bir kez daha burjuvazi tarafından yeryüzüne indirildi. Kapitalizmin egemen hale geldiği süreçte felsefesini kuran Karl Marx, gökyüzünün eleştirisinin yerini yeryüzünün eleştirisi, dinin eleştirisinin yerini dünyanın eleştirisinin aldığını söyledi. 20. yüzyılın bilim ve teknolojisi, özellikle uçak sanayisinin gelişimi nedeniyle yeniden yüzünü gökyüzüne çevirmişe benziyor. 21. yüzyıldaki dijital gelişmeler de, görüntüye bakılırsa ağırlığını gökyüzünden yana koyuyor.