Türkiye gibi bir toplumu konu ettiğimizde Kürt gerçeğinden söz ettiğimiz gibi Kızılbaş/Alevi toplumundan da söz etmek zorunlu oluyor. Bu iki toplumu, birçok kişi ve kesimin iddiasında olduğu gibi sadece ulusal ve inançsal hareketler olarak görmek gerçekleri yansıtan bir tutum değildir. Her iki hareketin de ulusal ve inançsal olgulardan daha fazlasını içeriklerine ve taşıdıklarına inanırım. Bu içeriklerin sınıfsal taleplerle kesişim noktaları oluşturduğu kanaatindeyim. Kürt gerçeği bir yana ben bu yazıda, katıldığım bir toplantıdan hareket ederek Kızılbaş/Alevi kültürüne ilişkin bazı saptamalarda bulunup analizler yapmak istiyorum.
İki-üç günlük süren Ankara deneyiminde pek çok konuya ilişkin gözlemler yapıp zihnime notlar alsam da tüm bunları buraya yansıtma imkanı yoktur. Mesela Karşıyaka mezarlığındaki devrimcileri Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve Sivas şehitlerinin kabirlerini konu etmekle başlasam, kitap hacminde metinler yazmam gerekir. Buna diğer deneyimler de eklenebilir ki, konu çok geniş. Dolayısıyla ben yalnızca Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri genel kuruluna dair yazmakla yetineceğim. Onu da ancak özet ve ilkeler düzeyinde yazıya dökmekle sınırlanmam gerekecek.
Devlete ve Diyanete İtiraz
Doğal Bilinçten Özbilince Yükselmek
Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri, yeni yönetimini ve genel başkanını seçmek üzere 7-8 Mayıs 2022 tarihinde Türkiye Barolar Birliği’nde (Ankara) bir genel kurul gerçekleştirdi. Toplantıyla birlikte Gani Kaplan genel başkanlıktan ayrıldı ve yerine Cuma Erçe seçilmiş oldu. Erçe, genel kurulda Onur Şahin ile girdiği yarışta delegenin yaklaşık yüzde yetmişinin oyunu almış oldu. Her iki adayın da söylemlerinde benzerlik vardı: Devlete ve diyanete itiraz. Zorunlu din derslerinin kaldırılması, Kızılbaş inancının kendi başına özgün bir inanç olması gerektiği gibi düşünceler baskındı. Bu görüşler belki de önümüzdeki yıllarda Alevi toplumu ve kurumları için bir yol haritası olacaktır. “Direne direne kazanacağız” sloganının salonda yankılandığı göz önünde bulundurulursa, nasıl bir yol izleneceği de şimdiden anlaşılır hale gelmiş oluyor.
Ben, genellikle bulunduğum ortamda, asıl konuya yönelsem de ilgili konunun çevresinde olup bitenlerden de, ne var ki, kendimi izole edemiyorum. Tanıdıkları görmek, el sıkışmak, bir iki cümleyle fikir teatisinde bulunmak, yeni insanlarla tanışmak, onların düşünüş ve davranış tarzlarını anlamaya çalışmak, beni oldukça motive eder. Hegel gibi filozoflar doğal bilinç ve özbilinç gibi kavramları, bu karşılaşmalar çerçevesinde açıklamışlardır. Hegel için gören ve görülen kişiler, tez ve antitezler anlamına geliyor. Yani doğal bilinçten özbilince yükselmek gerekiyor. Dolayısıyla genel kurul, benim açımdan oraya katılan kişilerin toplamından daha fazla bir gerçekliğe tekabül etmektedir. Buna göre Mehmet Akkaya da, onun yazdığı bu metin de genel kurulun bir unsuru haline gelmektedir. Görüldüğü gibi mevzu uzun.
Bu uzun mevzuya benim de dahil olmamı öneren Cuma Erçe, Kenan Yerlitaş, Mazlum Köse ve Hakan Rakip’e teşekkür etmek isterim. Toplantı sırasında milletvekili Dilşat Canbaz ile tanışmak, uzaktan da olsa Ebru Günay’ı görmek ilginçti. Ataşehir – Pir Sultan Şube’den Gülsev ve Hasan Gülüm, ayrıca Songül Tunçdemir ile karşılaşmak da benim için seyehatin güzel sürprizleri oldu. Sevgili Hasan, kendini zorda bırakan, yaptığı çok öfkeli bir konuşmayla sanırım birçok kişinin belleğinde kalmıştır. Menekşe, Elif ve Malatya – Pir Sultan’dan sevgili Erdoğan ile de genel kurul vesilesiyle buluşmuş olduk. Güngören şubeden yol arkadaşlarım Yıldıray ve farklı bir liste çıkarma hayalleriyle beni gece boyu gülümseten Hanifi’yi de unutmasam iyi olur. Neyse bu bahsi fazla uzatmayayım. Biraz zaman olsa da Dilşat Canbaz ile kadın konusunda kısa bir iki cümle etseydik iyi olurdu. Çünkü birazdan değineceğim gibi genel kurula da yansıyan genç ve kadın olgusu, sıklıkla birer takıntı haline de gelebiliyor bizim toplumda. “Kadın devrimi” türünden zorlama terimler bile imal ediliyor. Bunun Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri’nin genel kuruluna da yansımış olması manidardır.
Demokratik Birlik, İlkesiz Birlik midir?
Kurum içindeki felsefi, politik görüşlere bakılırsa esasen HDP diyeceğimiz zihniyet belirgin olmakla birlikte kısmen de CHP zihniyetinden söz edilebilir. Bu partilere bağlı milletvekili ve yöneticilerin genel kurula iştirak etmelerini de buradan okumak gerekiyor. Dolayısıyla bana kalırsa iki listenin arasında politik bakımdan bir fark görülmüyordu. Yarışan listelerin birinde genel başkan adayı Cuma Erçe diğerinde de Onur Şahin bulunuyordu. Ben Genel Kurul’da, değerli arkadaşım Cuma Erçe’nin listesini desteklemek üzere bulunuyordum. Fakat ortamı, kurumu ve diğer listenin tavrını da anlayınca benim açımdan kaybetmek de büyük bir sorun sayılmayacaktı. Nihayet Cuma Erçe de bunu “kazanan Pir Sultan oldu, biz olduk” diyerek lanse ederken haklıydı.
Kazanan ve kaybeden listelerin, neden kaybedip kazandıklarının nedenine dair de görüşümü paylaşmak isterim. Erçe’nin başkanlığındaki liste demokratik yöntemlerle, üstelik salona gelmeden önce düzenlenip kararlaştırılmıştı. Hiç değilse büyük oranda böyleydi. Türkiye çapındaki 80 şubenin elli-altmışının dahil edildiği bir platform içinde, yönetim kurulu ve genel başkan adayı için gerekli konsensüs sağlanmıştı. Bence kazanmada belirleyici olan bu “demokratik” yöntem olmuştur. Ayrıca genel kuruldaki fikir ve programların sunumu da önemliydi. Bu durumu betimlerken Onur Şahin’in, benim demokratik birlik olarak betimlediğim durumu “ilkesiz birlik” olarak ima etmesinin doğruluk derecesi nedir, bilemiyorum.
Bireyin, Konuşmanın ve Retoriğin Gücü
Onur Şahin’in iddiası zayıftı. Çünkü halihazırda yönetimde olan birisinin çıkıp “şunları bunları yapacağım” demesi, etkili olmadı. Söylenenler delegasyona inandırıcı da gelmedi sanırım. Belki de bu yüzden delegasyon şu yanıtı verdi: Güzel projelerin vardı da yedi yıldır neden gerçekleştirmedin? Bir de şunu ekleyeyim: Bireyin rolü. Cuma arkadaşımız hitap yeteneği ve ikna etme, inandırma gücü çok gelişkin olan birisidir. Bunu da son gün, salondaki konuşmasında da pek etkili bir tarzda göstermiştir. Ben aslında biçime takılan birisi olmasam da konuşma yeteneği ve diksiyonu güçlü olan kişiler her zaman ilgimi çekmiştir. Bu bağlamda genel kurulun favorisi olarak Cuma Erçe ile birlikte Kemal Bülbül’ü yadetmek isterim.
Kanımca bu iki kişi etkili ve içerikli konuşmada delegasyonun dikkatini çeken kişiler olmuştur. Bunu söylüyorum, çünkü çok kötü konuşmacılar da vardı. Bilinçsiz, özensiz, dağınık ve salt konuşmuş olmak için konuşanlar… Retorik bazen “boş ve güzel konuşma” gibi de algılanır. Sofistlerle Aristoteles arasında bir sürtüşmenin olduğunu biliyoruz bu konuda. Fazla genişletmeden genel kurul konuşmalarıyla sınırlı kalmakta fayda var şimdilik. Bilinçsiz ve özensiz konuşanlar, iletişimin gücünü bilmeyenlerden oluşuyor. Mesela siz oylarını/katkılarını beklediğiniz insanlara karşı nezaket dili yerine suçlayıcı bir dil kullanırsanız, salondan destek almanız beklenemez. Ayrıca benzer siyasal, dinsel ve felsefi görüşleri benimseyen bir kitleyi, ötekiymiş gibi göstererek konuşursanız da pozitif sonuç alamazsınız. Şeffaflık, samimiyet ve dürüstlük ilkesini sürekli canlı tutmak gerekiyor. Genel kuruldaki pratikler bu açıdan da derslerle dolu bir deneyim sergilemiştir.
Cuma Erçe’nin, iki gün boyunca kendi aleyhine sonuçlar doğurabilecek tüm kusurları aşan bir performansla yaptığı konuşma çok büyük bir ilgi gördü. Bitişiğimdeki kadın delegenin “bu adam kazanır” diye yanındakine fısıldadığını biraz zor da olsa duyduğumu buraya not edeyim. Baştan beri demokratik bir yol izlediği için kendine güveni büyüktü Erçe’nin. Üstelik şeffaf bir yol izlediği için kadrosunu kürsüye davet etti ve bence delege üzerinde son derece olumlu bir etki yapmış oldu. Onur Şahin ise listesi bile hazır olmadığı için yönetim kadrosunu delegeye gösteremedi. Bu da delegenin güvenini olumsuz etkilemiş olabilir.
Kızılbaş Kültürü: Etik, Politik ve Estetik Özgünlük
Kızılbaş kültürü denildiğinde yalnızca teolojik boyutlu bir inanç dizgesinden değil aynı zamanda etik, politik, estetik ve epistemolojik yönleri de olan kültür dünyasından söz etmiş oluyoruz. Kendisine özgü düşünüş, davranış tarzı olan aynı zamanda belli bir hukuk ve adalet anlayışına işaret eden bir toplumsal yapıdan söz edilmektedir. Cemler, muhtelif toplantılar, kongre ve genel kurulları, bu toplumun özünü/doğasını anlamak için önemli ortamlardır. Bu genel kurulda da esasen devrimci-demokratik bir atmosferin hakim olduğunu söyleyeyim ki birazdan aksine örneklere de değineceğim. Kızılbaş/Alevi kurumları içinde dinamizmi yüksek olan çevreler içinde en önde gelenin Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri olduğu söylenir. Bunu, genel kurula egemen olan konu, kavram ve söylemlerden anlamak mümkün olmuştur. Can, yoldaş, hak, eşitlik, demokrasi, birlik gibi kavramların salonda yankı bulması, anti faşizm yanında devlet ve düzen karşıtlığının, söylemlere egemen olması da aynı istikamette örnekler olmuştur. Özgünlük demişken hatırlatmak gerekiyor ki Kızılbaş kültürü kendi entelektüellerini de yetiştirmektedir. Bilhassa Ali Yıldırım ve Turgut Öker’in konuşmalarını dinleyenler, sanırım bu yargıya hak vereceklerdir.
Klan/Komünal Gelenekler ve Kızılbaşlar
Ölmek, Ölmek Değildir!
Genel kurul, bir kez daha Kızılbaş/Alevi inancının özel mülkiyet sistemine karşı nasıl bir konumda bulunduğu sorusunu aklıma getirmiştir. Her ne kadar Kızılbaş kültürüne sınıflı uygar dünyanın ideolojisinin sızmış olduğunu fark etmiş olsam da, halen klan/komünal geleneğin unsurlarının baskın olduğunu görmem zor olmamıştır. Bu noktada şunu iddia edebilirim: Anadolu/Mezopotamya topraklarında komünist hareketler Kürt hareketi ve Kızılbaş kültürüyle sentezlenerek var olmaktadır. Kızılbaş kültürü derken klan/kandaş dönemlerden beri süregelen tarihi, Kürt hareketi derken de -esasen- son elli yıllık mücadele geleneğini kastediyorum.
Özel mülkiyetçi, devletçi sisteme karşı olma -uygar/modern dünyanın- değerlerine karşı direnç odağı olmada Kızılbaş ve Kürt geleneğinde yeterince devrimci demokratik özellik saptamak mümkündür. Nitekim toplantıda iki genel başkan adayının da söyleminde dikkat çeken boyut, Alevi inancındaki eşitlikçi ve direnişçi geleneği bir kez daha hafızalara kazımıştır. İki adayın da geleneği, Bedreddin ve Pir Sultan’dan başlatıp Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve Mazlum Doğan’a bağlamaları manidardır. Keza Berkin Elvan’ı anmaları da tezimizi doğrulayan bir durum olmuştur. Meseleye buradan bakıldığında “Pir Sultan Abdal Yaşıyor mu?” sorusu da aslında yanıtını bulmuş oluyor. Bu yanıt sosyolojideki bir sözü akla getirmektedir: Yaşayanları ölüler yönetir. Pir Sultan gibi değerler, tam da bu anlamda birer “ölü” olarak karşımızda durmaktadır diyebiliriz. Nihayetinde bu kültürde “ölmek, yok olmak” biçiminde bir felsefe bulunmuyor. Ölümlü durum, bir başka tarzda, diyalektik olarak, var olmak anlamına geliyor.
Gençlik Gelecek / Gelecek Pir Sultan
Son on yıllar içindeki gelişmelere bakılırsa, ülkemizin siyasal gidişatına birçok hareketle birlikte sol, Kızılbaş ve Kürt dayanışmasının damga vurduğu görülecektir. Kızılbaş/Alevi geleneğinin bin yıllardır sistem dinlerine asimile edilmesinin altında da aynı nedenler bulunmaktadır. Bana öyle geliyor ki, günümüzde nasıl ki Kürt ulusunun talepleri ulusal ve sınıfsal taleplerle iç içe geçmişse Kızılbaşların inançsal talepleri de sınıfsal taleplerle birlikte var olmaktadır. Bu durum tüm Alevi/Kızılbaş örgütleri için geçerli olmakla birlikte -belki de- en fazla PSAKD için geçerlidir diye düşünülebilir.
Genel kurulda devrimci/demokratik söylemin yanında kadın ve gençliğin damga vurmasını da söylediklerime eklemek gerekiyor. Genç kadınlı erkekli bir topluluğun kürsüyü adeta ele geçirmesi, deyişler, marşlar ve türküler eşliğinde programa dahil olmaları hareketin canlı ve devrimci bir yaşam sürdürdüğünün önemli bir göstergesi değilse başka nedir ki? Genel kurul süresince zaman zaman gençlerden ve kadınlardan oluşan kesimlerin “Gençlik gelecek / Gelecek Pir Sultan” şeklinde salona yayılan sloganların nasıl açıklanması gerektiğini de okuyucunun yorumuna bırakmak isterim.
Yabancılaşmaya Karşı Felsefi-İdeolojik Mücadele
Marx, genel olarak sınıflı uygarlık toplumlarını hedef almak üzere özel olarak da kapitalizmin kendi suretinde insanlar, ilişkiler ve değerler yarattığını savunur. Dolayısıyla böylesi bir dünyada komünal topluluklar gibi Kızılbaş kültürü de saflığını koruma koşullarını kaybeder. Kızılbaş kültürü, sınıflı uygar/modern dünyanın ne kadar pisliği varsa tümünün riski altına girmek tehlikesiyle karşı karşıyadır. Sermayenin manipüle ettiği bu dünya, yabancılaşmanın kaynağıdır. Dolayısıyla gerek Kızılbaş kültürüne gerekse bu kültürle ilgili kurumlara sahteliğin, kişiselliğin, çıkarcılığın sızmış olması doğaldır!
Salona da yansıyan sahte imza, ihraçlara neden olan küfürleşmeler ve akçeli işlerin varlığı, işte bunların tümü “uygar kültürün” Kızılbaş kültürünün içine sızmasından kaynaklanıyor. Bu sorunlar dikkate alındığında belirtmeye bile gerek yok ki, Alevi inancı, bu yabancılaşma ve yozlaşmaya karşı da örgütsel mücadele yanında felsefi-ideolojik mücadele yürütmek durumundadır. Benim açımdan daha da önemlisi, seçimlerin varlığı, genel başkanlık, rekabet, modern örgüt ve kurumlara benzeme, üyelik yoluyla kayıt altına alma/alınma, tüm bunlar Kızılbaş kültürüne zaten yeterince mesafe konulduğunun göstergesidir. Bunların aşılması ancak komünist bir dünya ve yaşam tarzıyla gerçekleşebilir.
Bu nedenle diyebiliriz ki, Kızılbaş kültürü içinde olmak ve bu kültür için mücadele etmek, komünizm için mücadele etmekle paraleldir. Şöyle bitireyim, Anadolu ve Mezopotamya üzerinden bakıldığında gerek Kürt hareketinin gerekse konumuz olan Kızılbaş toplumunun komünizmden ve Marksist ideolojiden öğreneceği pek çok görüş ve çıkaracağı ders var. Keza sol hareketler de ancak Kürt halkının mücadele deneyiminden ve Kızılbaş kültüründen beslenerek ilerleme imkanı bulacaktır. Genel kurulda, kitlenin gözü önünde divanın yönlendirmesiyle alınan kararların demokratik olmasından bunu anlamak zor olmuyor. Yine görülmektedir ki, halk kendi haline bırakıldığında sorunlarını tartışıyor ve arzu edilen yönde kararlara bağlanıyor. Kızılbaşlar bunu hukuksuz, devletsiz, elbetteki polissiz, askersiz yapabiliyor. Hatta devlet olmadan, hakim ve savcının burnunu sokmadığı koşullarda çok daha iyisini yapabiliyor. Diyeceğim şu ki, Kızılbaş kültürü üzerinden organize olan genel kurul faaliyeti bile, tek başına devletsiz, hukuksuz, ordusuz, mülksüz bir yaşam tarzının ve dünyanın mümkün olduğunu göstermektedir.