Sosyalist Birikim… Marksizmde “Yeni” Yorumlar…
(2. Bölüm)-
Mehmet Akkaya, Adil Okay, Atilla Güney…
Bu kadar “kötü bir dönemde”, yani sömürünün arttığı, kapitalizme bağlı olarak iklim değişikliğinin yaşandığı, haksız savaşların arttığı bir zamanda; savunma durumunu bırakıp mücadeleyi yükseltme dönemine geçme zamanı, geldi de geçiyor bile. Onun için, “teoriye” yönelmeli, ardından “pratiği” arttırmalı! Bana göre teori, Marksist teori iken; pratik ise emekçi kitleler içinde, sosyalizmin sınıf bakış açısını yükseltmektir! Haydi öyleyse…
Kadir Can Aydemir: 4. Soru-Proletarya diktatörlüğü hakkında ne düşünüyorsunuz? Sosyalist deneyimler göstermiştir ki genelde ülkelerde “tek bir örgüt” devrimi gerçekleştiriyor. Hatta bu örgüt diğer yapılarla kavgalı oluyor. Peki, devrimin ileri aşamalarında bu yapılar nasıl olmalı ki özgürlükler yeşersin, diktatörlük yaşanmasın!
Adil Okay: “Diktatörlük” kirli bir kavramdır. İnsanın aklına önce Hitler geliyor, ülkemizde ise Kenan Evren ve diğerleri. Proleterya Diktatörlüğü kavramı çok uzun süre önce formüle edilmişti. Çoğunluğun, çalışanların asalak burjuva üzerindeki tahakkümü veya işçi sınıfının – emekçilerin iktidarı olarak yorumlanabilir. Ama bu kavram, bugün halk arasında yanlış- olumsuz intiba bıraktığı için güncellenebilir. Örneğin Marks döneminde kapitalizm emperyalizm aşamasına geçmemişti. Lenin, Marksizme bu konuda katkı sundu. Lenin zamanında kapitalizm neoliberalizm aşamasına ulaşmamıştı. “Küreselleşme iyidir” safsatası yoktu. Bunları çözümleyenler de çağdaş Marksist filozoflar, düşünürler olmuştur. Demem o ki “proleterya dikatörlüğü” kavramı da değişebilir. Birçok ülkede komünist örgütler, partiler artık bu kavramı kullanmıyor. Unutmamalı ki Marksizm bir doğma değildir.
Atilla Güney: Bu sorunuza doğrudan yanıt vermek yerine, farklı bir açıdan yaklaşmak istiyorum. Başlatmış olduğunuz bu tartışmayı izleyen, dolaylı yoldan katılan pek çok insanı kızdıracak olsa da şunu belirtmek isterim: Bu ülke de “devrim” pratik anlamda ve potansiyel olarak ne yazık ki işçi sınıfının hiçbir zaman politik ajandasının birincil gündemi olamamışken, “proletarya diktatörlüğü’ meselesinin bu denli yoğun kuramsal tartışma konusu yapılmasını hiçbir zaman anlamamışımdır. Proletarya diktatörlüğü tartışması, devrim olmuş imgelemi üzerinden yürütülen farazi bir tartışmadır.
Üstelik, bu sorunsal Marksist düşünce açısından, ona katkı sağlayacak, düşünsel gelişimin önünü açacak bir konudan çok, pratiğe ilişkin bir meseledir. Ortada böylesi bir pratik yokken, proletarya diktatörlüğü gibi, devrim sonrası yönetimler üzerine konuşmak, meleklerin cinsiyetini tartışmak kadar abesle iştigal bir konudur. Ve ilginç bir biçimde, proletarya diktatörlüğü, Türkiye dışında hiçbir ülkede bu denli düşünce dünyasının gündeminde yer edinmemiştir. Nostaljik ve melankolik patolojinin entelektüel düşünüşün psikolojik zeminini oluşturduğu yerde, bu tür verimsiz tartışmalar ne yazık ki gündemin birinci sırasına oturabiliyor.
Mehmet Akkaya: Marksist teori, diğer sosyalist/komünist teorilerden farklı olarak proletarya diktatörlüğünü savunur. Marx ve Engels, proletarya diktatörlüğünü birçok yazılarında açıkça belirtme ihtiyacı duymuşlardır. Komünizme geçiş aşaması olarak düşünülen bu anlayışın Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’nde (halk diktatörlüğü) uygulandığı genel bir kabuldür. Marx ve Engels, bunu kısmen Paris Komünü tecrübesine bakarak kısmen de varsayımsal olarak geliştirmişlerdir. Aynı zamanda proletarya diktatörlüğünün ve sosyalist devletin hızla sönümlenmesi gerektiğini de işaret etmişlerdir. Fakat buna riayet edildiği söylenemez.
Sosyalist devletin burjuva devletlerden ve burjuva diktatörlüklerinden de farklı olduğu belirtilmiştir. “Diktatörlük olmayan diktatörlük”, “devlet olmayan devlet” gibi ifadeler de kullanılmıştır. Sovyetik tecrübelere bakıldığında görülüyor ki diktatörlük meselesi oldukça abartılmış ve proletarya diktatörlüğünün yerini parti diktatörlüğü almıştır. “Söz, yetki, karar Sovyetlere” demek yerine “parti” belirleyici olmuştur. Önceki bölümde de vurguladığım gibi, parti içinde palazlanan “yeni burjuva sınıfı”, kapitalizmin temellerini inşa ederek sosyalizmin yenilmesine neden olmuştur.
İktidar ele geçirilip de proletarya diktatörlüğü kurulur kurulmaz, hızla yönetimin Sovyetik birimlere (yerele) bırakılması gerekirdi. Öyle olmadı. Yapılması gereken, düşünce özgürlüğünü geliştirmek ve hızla kültür devrimini başlatmak olmalıdır. Lenin bunu düşünmüştü ama uygulayamadı. Mao Zedung ise uygulamada geç kalmıştı ve yetersiz koşullarda gerçekleştirmeye çalıştı. Düşünce özgürlüğü olabildiğince geniş olan toplumlarda ise demokratik işleyiş hızla egemen olacaktır. Aynı sınıf ve kültür içinde savaştan ziyade uzlaşma öne çıkar, çıkması gerekir. Lenin’in sosyalist devrimcilerle ittifakı, mesela onları temsil eden orak simgesini, çekiç ile birleştirmesi buna örnektir. Ayrıca proletarya diktatörlüğünün anayasasına uymak kaydıyla farklı görüş ve partiler örgütlenebilmelidir. Mao’nun “yüz çiçek açsın” anlayışı burada yol göstericidir.
Kadir Can Aydemir: 5-Tüm sosyalist deneyimleri göz önüne alırsanız, sosyalist ülkelerin özellikle sanat, felsefe ve bilimde nasıl bir teorik miras bıraktığını düşünüyorsunuz? Sizce bu teorik miras yeterli mi? Sizin bu konularda özgün olarak ekleyecekleriniz var mı?
Adil Okay: Sosyalist ülkelerde işçi sınıfı, sanatçılar, bilim insanları bize muazzam bir miras bıraktılar. Bu mirası sosyal, siyasal, bilimsel ve ekonomik alanda tek tek sayabiliriz aslında. Mesela anadilde eğitim hakkı. Liberaller Ana dilde eğitim hakkı için AB ülkelerini örnek verirken bu konudaki sosyalizmin başarısını görmezden gelirler. Batıdan çok daha önce eski SSCB’de halklara anadilde eğitim hakkının tanındığını, bu modeli ilk izleyenin ve uygulayanın da SSCB’den sonra Çin olduğunu ‘unuturlar’. Örnek vermek gerekirse: SSCB, 1930’larda halkların ana dilde eğitim hakkını tanımış, desteklemiş ve özerkliği, ana dilde eğitimi anayasal güvenceye almıştır.
Bu gün uygar-demokratik diye adlandırılan ve bir kesimin örnek aldığı Batı Avrupa ve İskandinavya ülkeleri bu konuda çok geç kalmışlardır. Ve birçoğu bugün halen eski SSCB’nden geridedir. Sanatta da öyle! Dünya sineması Ayzenştayn’dan ve Vertov’dan çok şey öğrenmiştir. Dünya tiyatrosu Brecht’i yok sayabilir mi? Örnekler çoğaltılabilir. Elbette bunlar yeterli olmamıştır. Bu mirası bırakan sanatçılar sosyalist devletin desteğiyle ürettiler ama bazıları da maalesef baskı gördü. Biz Yesenin’lerin, Mayakovski’lerin intihar etmeyeceği ya da belli konularda farklı düşündüğü için sürgüne gönderilmeyeceği bir sosyalist dünya düşlüyoruz. Bu hatalar bizde de yapıldı.
Demem o ki sanatta, felsefede, bilimde bize bırakılan bu muazzam mirası geliştirmek gerekiyor. “Çağdaş Marksist filozoflardan Alain Badiou’nun çok sevdiğim bir formülasyonu var: “Hakikate ulaşmanın yolu/aracı sanat, felsefe ve aşktır”. Sevgili Kadir, bir sohbetimizde bu alıntıyı yapınca sen de bana: “Bilimi de eklemek gerek,” diye katkı sunmuştun. Badiou’ya bunu yazmak gerek. Senin “Bilime Yolculuk” adlı kitabını da yollayalım.
Atilla Güney: Marksist estetik kuramcısı ve düşünür G. Lucaks, ‘her sanatçı içinde yaşadığı zamanın, sınıfın, ulusun çocuğudur’ der. Buradan hareketle işçi sınıfının devrimci öznelik durumunun ve sınıf mücadelesinin işçi sınıfı lehine siyasal mücadeleye evrildiği dönemler, sanat, edebiyat ve bilim alanında da sosyalistlere ilham kaynağı olmuştur. Bugün estetik bağlamında içinde bulunduğumuz gerilemeyi de tersinden yükselen toplumsal faşizm karşısındaki sol gerilemeyle açıklamak olanaklı. İşçi sınıfının yükselen mücadelesinin sanat ve edebiyata ilham kaynağı olması, sadece sol sanat için değil, kendisini muhafazakar cenahta veya daha genel anlamda sosyalist politik duruş dışında konumlandıran sanatçılar için de geçerlidir. Balzac, Dostoveyski, Victor Hugo gibi klasikler bunun en iyi örneklerindendir.
Yirminci yüzyıldaki reel sosyalizm deneyimlerinin, Marksist düşünceye bıraktığı mirasın çok da abartılmaması gerektiğini düşünüyorum. İlginç bir biçimde, tam tersine, Marksist düşüncenin reel sosyalizm dışındaki ülkelerdeki gelişiminin daha zengin olduğunu belirtmek çok da yanlış olmasa gerek. Bugün çağdaş Marksist devlet ve hukuk tartışmalarında sıklıkla referans verilen ve bu alana ciddi katkı sağlamış olan Pashukanis gibi bir Marksist, Stalin döneminde idamla cezalandırılırmıştır örneğin.
Mehmet Akkaya: Şu açıklamaya sanırım liberal teorisyenler de itiraz etmeyecektir: Batı’nın üç yüz yıl boyunca ancak gerçekleştirdiği ekonomik, bilimsel ve teknolojik gelişmeyi Rusya ve Çin gibi sosyalist toplumlar otuz yıl gibi kısa bir zaman diliminde gerçekleştirmiştir. Kaldı ki bu, benim için önemli bir marifet de değil. Fakat üretim biçimindeki ve yaşam standardındaki gelişmişlik bir realitedir. Ekonomik ve sosyal yaşam standartlarının geliştiği koşullarda, zaten zorunlu olarak kültürel üst yapıda da ilerleme olacaktır. Dolayısıyla sinema, edebiyat, tiyatro, şiir, resim, ayrıca bilim, felsefe ve siyaset teorisinde yepyeni anlayışlar Sovyetik yönetimlerin ürünü olarak var olmuşlardır.
Sanatın, sınıf mücadelesinde merkezi bir role sahip olduğunun bilince çıkartılması son derece önemlidir. Felsefe ve bilim, sınıf mücadelesinin araçlarıdır. Sanat da, sınıf mücadelesinin estetik araçlarla sürdürülmesidir. Ne var ki Sovyetik ülkelerde sanat, bilim ve felsefeden ziyade silah sanayisine yatırım yapıldığı anlaşılıyor. Sanat, basitçe hoşça zaman geçirme ürünü veya iç dünya güzelliği sağlama uğraşı olarak görülmüştür, görülüyor. Rusya, Çin ve benzeri örneklerde, kültürel ürünlerden ziyade maddi/fiziksel üretime önem verildiği anlaşılıyor. Bunun tam tersi bir yol izlenmesi gerekirdi. Önceki bölümde de belirttiğim gibi Sovyetik yönetimler, tüm bu hususlarda yeterince deneyimli değillerdi. Deneme-yanılma yöntemiyle ancak bu kadar başarılabildi.
Kadir Can Aydemir: 6-Dünyada ve ülkemizde sistem tartışmalarını, özelde de sosyalist kuram üzerine tartışmaları nasıl buluyorsunuz? Size göre özgün olanlar var mı? Varsa kısaca açıklar mısınız?
Adil Okay: Ben hala kapitalizmin sonunu, sınıf mücadelesini temel alan ve/ama kimlik mücadelesini dışlamayan, çevre mücadelesini de ihmal etmeyen bir örgütlenmenin getireceğine inanıyorum. Zira günlük hayat bize her gün ‘Sınıf mücadelesi bitmiştir, bilgi toplumu yaratılmıştır’, ‘sivil toplum örgütleri (STK’lar) kapitalizmin denetçisidir’ söylemlerinin yanılsama/gerçek dışı olduğunu gösteriyor. Bu konuda arayışlar, tartışmalar sürüyor. Ama arayış adı altında kafa karışıklığı yaratmaya çalışanlar da var. ‘Burjuva komünizmi, Marksizmsiz Marksizm’ teorilerine varanlar gibi. Bu teori şöyle özetlenebilir: Sosyalizm, komünizm, Marksizm artık aşılmıştır. Yeni bir sistem, alternatif, isim bulmak gerekir. Ya da kapitalizm artık ebedidir. Elbette bu görüşler/savlar da karşılık bulmadı. Alan Sokal’ın “son moda saçmalar” diye eleştirdiği postmodern kervanda kaldı. Bu konuda kafa karışıklığı yaşayan anti-kapitalist olduğunu söyleyen “eski Marksist” bir arkadaşıma, ‘İyi ama kapitalizme karşıysan ona karşı mücadele etmen gerekiyor.
Alternatif olarak hangi sistemi-toplum projesini göstereceksin ve bu mücadeleyi hangi araç-örgütle yapacaksın?’ diye sormuştum. Yeni yeni anti-kapitalist, anarşist örgütlerin doğduğunu, geliştiğini söylemişti. Amenna demiştim. Bir geçiş sürecindeyiz. Marjinal sol örgütler-partiler söylemleri bize yakın olsa da herkesi kucaklayamayabilir. Peki, alternatif nedir diye tekrar sordum? Gösterdiği alternatif komikti: ‘Avcı- toplayıcı toplumlara döneriz.’ Yani ilkel komünal topluma. Bilimsel olmayan, evrimi de reddeden bu savı kabul etsek bile, o dönemde insanlar apandisitten ya da diş enfeksiyonundan ölüyorlardı. 20 yaşına da gelemiyorlardı.
Peki, olumlu gelişmeler yok mu? Var tabii ki. Mesela Marksizmin güncelliği adlı toplantılar yapılıyor. Dünyanın dört bir yanında ve ülkemizde çağdaş Marksist filozoflar, düşünürler, siyasetçiler tartışmaya devam ediyor. Örneğin Özgür Üniversite bu konuda önemli çalışmalar yapıyor. Fikret Başkaya (tabiat uzun ömürler versin) ufkumuzu açacak kitaplar hazırlıyor. Bu sohbette yer alan sevgili Atilla Güney ile Mehmet Akkaya da boş durmuyor.
Atilla Güney: Türkiye’de tarihsel materyalizm üzerine tartışmalar genel itibariyle “klasik Marksizm”in kaynaklarına referanslar etrafında dönerken, Türkiye dışında çağdaş Marksizm, oldukça zengin ve üretken bir zeminde ilerliyor. Marksizm genel olarak pratik sosyalist mücadeleyle özdeşleştirildiği için, sınıf mücadelesindeki gerileme ve ivme kaybı, Marksist düşüncenin de bu gerileme ile özdeşleştirilmesi genel bir eğilime yol açıyor. Oysa sadece Batı Avrupa’da değil, ironik de olsa Çin’de kapitalizme geçiş sonrasında, özellikle diyalektik yöntem ve Marksist iktisat üzerine son derece zengin tartışmalar var. Hindistan, kuramsal düzeyde Marksist çalışmaların zenginlik gösterdiği bir başka ülke. Buna ek olarak özelikle 1970’lerden itibaren, estetik, eleştirel edebiyat kuramı, kapitalist devlet üzerine araştırmalardan tutun da epistemoloji, ontoloji alanlarında son derece ufuk açıcı ve Marksizmi zenginleştirici tartışmalar canlı bir biçimde devam ediyor. Marksist iktisattan hiç bahsetmiyorum bile.
Bir başka ilginç nokta, pandemi sürecinden epey uzun zaman önce, Marksizmin pek de ilgi göstermediği varsayılan biyo-genetik, kuantum fizik gibi alanlarda, endüstriyel tarımın insan biyolojisi/fiziği ve doğal yaşam üzerindeki tahribatına ilişkin konularda son derece ilginç çalışmalar başlatılmıştı ve hala bu alanlarda çalışan hatırı sayılır sayıda tarihsel materyalist fen bilimci bulunuyor. Son olarak, Türkiye’de yaygın kabul gören ‘Marksizmin toplumsal cinsiyet ve çevresel sorunlara karşı kayıtsız kaldığı’ iddialarının tersine, bu alanlarda da oldukça düşünsel zenginliği olan ve hacimli çalışmalar şimdiden literatürdeki yerini almış durumda.
Mehmet Akkaya: Kapsamı geniş bir soru olduğu için ben biraz sınırlandırarak birinci bölümdeki tartışmalara da atıf yapacak şekilde “geriye dönüş” sorunsalı üzerinden tartışmak istiyorum. Gerek 1980 öncesi gerekse 1989-Berlin duvarının yıkılmadan önceki döneminde, SSCB ve Çin yanlısı fraksiyonların var olduğu ve büyük bir ayrışmaya neden olduğu biliniyor. İronik olarak söylüyorum, iyi ki iki ülkede de kapitalizme geçildi de bu ayrışmalar son buldu! “Geriye dönüş” sorununu tartışma, aslında çok önceleri başladı. ÇKP’nin, SSCB’yi Stalin sonrası döneminde sosyalizmden uzaklaşma ve sosyal emperyalist bir yönelime girmesi biçiminde değerlendirmesi üzerine ortaya çıktı. “Geriye dönüş kuramı” yukarıdaki tarihler öncesinde ülkemizde ve dünyada yadırganıp reddedilse de artık günümüzde bunun mümkün bir tez olduğu biliniyor ve kabul ediliyor. Bu bağlamda Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyetik yönetimlerin son bulması anlamına gelmiştir.
Bu tarihten sonra sosyalizmin yenilmesinin, geriye dönüşün nedenleri tartışması epeyce bir gündem olmuş ve geniş bir literatür de oluşmuştur. Benim izlediğim ve anladığım kadarıyla analiz ve açıklamaların esası şöyledir: Rejimler yeni bürokratik burjuvalar ortaya çıkardı. Bu yeni burjuvazi, emekçilerin sosyalist yönetimine son verdi. Bunun nasıl olduğuna ilişkin uzun tartışmalar olmuştur. Şimdi o denli detaya girmeyeyim. Bu açıklamalar, sorunu devrim ve sosyalizmin sübjektif koşulları açısından ele almaktır. Daha sınırlı olarak objektif açıdan da bir değerlendirme yapıldığını biliyoruz. Bu görüştekiler ise devrim ve sosyalizm için kapitalizmin yeterince gelişkin olmadığını, bu nedenle de devrime birçok ülkede, bağlaşık bir şekilde ve aynı anda geçilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Oysa sosyalizmin kurulduğu ülkelere bakılırsa bunlar söz konusu değildi.
Yenilgiyi emperyalizmin saldırılarına yani dış faktörlere bağlayan kuramlar da var olmuştur. Bence yenilgide, ilki daha belirleyici olmak üzere bu faktörlerin tümünün etkisi söz konusudur. Son zamanlarda yeni ve özgün diyebileceğimiz kuramlar var mıdır, bilemiyorum. Durumun tahlili kadar bugün için önemli olan bir mesele de yeterli ve doğru derslerin çıkartılıp çıkartılmadığıdır. Mesela “sosyalizm iç ve dış saldırılarla yıkıldı, dolayısıyla parti haklıydı, yönetim doğruydu, lider ve kadrolar ise üzerine düşeni yapmıştır” diyerek yine aynı anlayışları savunmanın büyük bir dram ve trajedi getireceğini düşünmek zor olmasa gerek. Bunu şu nedenle söylüyorum: Halen farklı kesimlerin “şu tarihe dek her şey çok iyiydi de şu tarihten sonra kötü oldu” biçiminde analizler yapılıyor ki, bu görüş çok yetersiz ve realiteyi yansıtmayan bir görüştür. Sorunun kökleri daha derindir. “Şu ülkede sosyalizm vardı, diğerinde yoktu” tartışması da, meselenin özünden uzak anlayışlar gibi görünüyor.
Marksizmin halen ve her zamankinden daha fazla aktüel olduğunu söylemek ise mümkündür. 1990 sonrası gündeme gelen ve önceki turda Adil Okay ve Atilla Güney’in işaret ettiği gibi; “ideolojilerin sonu” ya da “tarihin sonu” türünden liberal tespitlerin yerle bir olduğuna tanıklık ediyoruz. Dolayısıyla şöyle bitireyim: Emekçi sınıfların, proletarya enternasyonalizmini temel eksen alarak zoru en büyük silah yapıp Sovyetler tarzında organize olması ve iktidara yürümesi dışında bir yol görülmüyor.
SÜRECEK…