Sosyalizm Çöktü mü? Ne Kattı Dünyaya? (1. Bölüm)
(Atilla Güney, Mehmet Akkaya, Adil Okay)
Sevgili dostlar, bir kaç gün önce haberini verdiğim, sosyalizm konusunu tartışacağımız, düşün insanlarımız Atilla Güney, Mehmet Akkaya ve Adil Okay’ın cevaplarının ilk bölümünü sizlere sunmak isterim. Ben cevapları alıp tartışmanın düzeyini görünce çok heyecanlandım açıkçası. Lütfen sizler de tartışmaya katılınız. En azından bir cümle (ya da beğeni) ile… Böylece bizler de ne yapıp yapamadığımızı anlamanın yanında, tartışmayı derinleştirme imkanı buluruz. Selam ve sevgi ile…
Kadir Can Aydemir: Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
Adil Okay: Merhaba, en zor soru bu bence. “Herkes beni nasıl biliyorsa öyleyim… “ diyorum genellikle. Ama yine de merak edenler için son kitabımda yer alan biyografimi kısaltıp kopyala yapıştır yapayım: Adil Okay, 1957’de Antakya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini doğduğu ilde, yüksek öğrenimini Adana’da yaptı. Politik nedenlerden, Adana ve Ankara cezaevlerinde yattı. 12 Eylül darbesinden kısa bir süre önce Adana cezaevinden firar etti. Sonra yurtdışına çıktı. 1981-1982 arasında bir süre Lübnan’da Filistin kamplarında kaldı. 1983’te Fransa’ya yerleşti. Fransa’da iki arkadaşıyla beraber, ‘Fransa Postası’ adlı aylık dergi yayınladı. Yirmi yıl sürgünden sonra, dosyalarda zaman aşımından yararlanıp Türkiye’ye dönebildi. Çalışmalarıyla 15. Ömer Seyfettin Öykü Yarışması ile 6. Hasan Bayrı şiir yarışmasında ödüle layık görüldü. Çeşitli sergilerde küratörlük yaptı. Karma fotoğraf sergilerinde yer aldı. Çeşitli panellerde, ulusal ve uluslar arası sempozyumlarda değişik konularda tebliğler sundu. Yazdığı tiyatro oyunları Türkiye’nin birçok kentinde sahnelendi. Görülmüştür Kolektifi’nin kurucularından olan Okay’ın yayınlanmış 21 kitabı vardır.
Atilla Güney: Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset Bilimi Ana Bilim Dalında akademik çalışmalarımı yürütürken, 2017 Nisanında “Terör Örgütü İle İrtibatlı ve İltisaklı Olmak” suçlamasıyla atıldım. Şimdilerde, bütün sıfatlardan azade, bilimi olması gereken yerde, içerden sürdürmeye çalışıyorum.
Mehmet Akkaya: 1964-Malatya doğumluyum. Lisans düzeyinde işletme ve yüksek lisans düzeyinde psikoloji, insan bilimleri ve felsefe programından mezuniyetlerim var. Siyaset, sanat, bilgi, dil ve din felsefesi temalı kitaplarım bulunmaktadır.
Kadir Can Aydemir: Yaşadığımız şu dönemde kapitalizm ve sosyalizm anlayışları üzerinden bir sistem tartışması yapmayı gerekli görüyor musunuz? Görüyorsanız neden? Çünkü biliyorsunuz; kimi kesimler “sistemler çağı” bitti, artık bambaşka bir dönem yaşıyoruz, sınıfların ve kimliklerin aşıldığı bir çağdayız, diyorlar da!
Adil Okay: Sistem tartışması hiç bitmedi. Dünyanın dört bir yanında emekçiler, siyasi özneler, çağdaş filozoflar, düşünürler ve bu röportaj vesilesiyle buluştuğumuz Atilla Güney ve Mehmet Akkaya gibi değerlerimiz tarafından dolaylı ya da dolaysız sürdürülüyor. Bir zamanlar “tarihin sonu -ideolojilerin sonu” diye kapitalizmi aklamaya çalışan Fukuyama gibi feylesoflar bile (Irak’ın işgalinden sonra) “yanılmışız” diyerek çark ettiler. Dünyanın dört biryanında kapitalist yağma, pazar savaşları, azgın sömürü çarkı, iş cinayetleri, kadına, LGBTİ+ lara karşı şiddet, mülteci trajedileri ve doğanın talanı devam ederken kapitalizmin demokrasi getirdiğini, AB müktesabatının ve/veya Kopenhag kriterlerinin yeterli olduğunu, mesela emek sermaye çelişkisinin sona erdiğini, Kürt sorununun, Filistin sorununun, kimlik sorununun çözüldüğünü kim söyleyebilir?
Bir düşünün sarı sendikalar niye var? Sistemin sorgulanmaması için. Sarı sendikalar gibi kurucuları – mütevelli heyetleri arasında doğayı katleden Koç, Sabancı gibi kapitalistlerin yer aldığı “sarı” çevreci örgütler / vakıflar niye var? Almanya’da Yeşiller Partisi çevrenin / yeşilin düşmanı olan bir savaş örgütünü, NATO’yu neden savunur? Sarı çevreci oldukları için. Sistem tartışması yapılmasın diye. Kapitalizm yeşillenebilir algısı yaratılsın diyedir.
Atilla Güney: Kapitalizmi kendi içerisinde sistemler çağı, bilgi toplumu, gözetim toplumu, denetim toplumu gibi sıfatlandırmalarla adlandırıp analiz etmek sıkça başvurulan bir yöntem. Bu tür çabaları ‘fantastik sosyolojiler’ olarak adlandırıyorum. Özü itibariyle bu tür girişimlerin bilerek veya bilmeyerek kapitalist üretim tarzının insanın emeğinin sömürüsüne dayalı temel özelliğini perdelemeye yönelik olduğunu düşünmüşümdür.
Kapitalizme karşı direnen devrimci öznelerin anlamını yitirdiğine dair söylem de çok yeni değildir. Soğuk savaş sonrasında ortaya atılan sanayi sonrası toplum modeli, işçi sınıfının tarihsel önemini yitirdiği tezine dayanıyordu. 1990’larda reel sosyalizmin çöküşü ile birlikte bu tez bir kez daha ‘medeniyetler çatışması’ adı altında sürüme sokuldu. Sınıf çatışmasının yerine temelini dinlerden alan kültürel çatışma nosyonu piyasaya sürüldü. Şimdilerde, kapitalizmin en kronik uzun erimli krizlerinden bir tanesini yaşarken bu türden tezlerin yeniden piyasaya sürülmesi pek de şaşırtıcı gelmiyor. Muazzam bir piyasa desteği altında ideolojiye dönüşen bu tür sözde bilimsel yaklaşımlara karşı ihtiyatlı olmak bir yana cepheden saldırmak gerek.
Mehmet Akkaya: Birkaç boyutu olan bir soru olmuş. İlkinden başlayalım. Ben kuram tartışmalarına her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Kuramdan kastım, Marksist teoridir. Uygulanması kadar tartışılması da gereklidir. Çünkü teorinin içeriğinin ve gücünün yeterince kavrandığı ve bilince çıkartıldığı kanaatinde değilim. Marksist teori ile karşıt teoriler arasındaki farkın, keza tarihsel materyalist felsefe ile ana akım felsefe arasındaki farkın da, yeterince fark edildiğini düşünmüyorum. Kuram/teori derken pratik süreçlere paralel ve hatta onun yönlendirdiği bir sistemi anlamak gerekiyor. Zira kuram, söz ve söylem kalabalığı değildir.
Kuramlar, belirli olgu durumlarının yansıması olarak ortaya çıkarlar; daha doğrusu, her çağ belli bir teoriye karşılık gelir. Komünizm düşüncesi genel olarak sınıflı toplumlara ve özel olarak da kapitalizme karşı var olmuştur. Dolayısıyla sermayecilik çağını yansıtıyor. Bu çağ sömürünün, savaşların, faşizmlerin, ırkçılığın olduğu bir çağdır. Çağın bu özelliklerinde bir değişiklik olursa elbette kuram da değişir. Oysa dünyanın genel durumu, tek başına Kürdistan ve Ortadoğu’daki savaşlar, Ukrayna-Rusya çatışması bile sermaye çağının, bitmek şöyle dursun daha da pervasız hale geldiğini gösteriyor. Bazı değişiklikler söz konusu olsa bile savaşların motivasyonu da, saydığımız nedenlerle birlikte emek-sermaye çatışması bakımından da köklü bir değişiklik görülmüyor. Bu yüzden de “bitti” denilen bir durumdan değil hareketli ve canlı bir süreçten söz ediyoruz.
Kadir Can Aydemir: Kapitalizm ve sosyalizm size göre nasıl sistemlerdir? Sosyalizm, günümüzde sizin için neyi ifade ediyor? Bugün için sosyalist bir sisteme gerek var mı ve de mümkün mü? Mümkünse nasıl?
Adil Okay: Kapitalist bir ülkede yaşıyoruz. Nasıl bir sistem olduğunu yaşayarak da öğreniyor insanlar. Çöp toplayan gençten, fabrikada çalışan işçiye, işsizden, esnafa, memurdan bilim insanına, sanatçıdan bürokrata kadar yani tüm çalışanlar / üretenler kapitalizmi bir diğer ifadeyle burjuva diktatörlüğünü, bu kan emici sistemi tanıyorlar. Bir avuç azınlık için çoğunluğun ve doğanın katledildiğini canlı yayın takip ediyorlar.
Kapitalizm emek ve doğa sömürüsüne – talanına dayalı, onun üzerinde yükselen toplumsal ilişkiler ağıdır. Kapitalizmin nasıl bir sistem olduğunu bize önce Marks öğretti. Kapitalistin kârını, metaların değerinin nasıl oluştuğunu artı değer, emek değer teorisi ile açıkladı. İşçinin kendi maaşı için gerekenden fazla çalışması sonucu ortaya çıkan değeri gösterdi. Tabii orda kalmadı. Alternatif bir sistem önerdi: Sosyalizm – Komünizm. Marks, sermayenin hayatın her alanına gireceğini ve müdahale edeceğini de öngörmüştü. Bugün özel hayat- kamusal alan ayrımını ortadan kaldıran kapitalist ilişkiler ağıdır. Artık evde dinlenme saatlerinde bile (televizyon, internet) kapitalizmin propaganda bombardımanına tutulmaktayız. Marks’ın öngörüsü kültür, sanat, eğitim alanlarında da doğrulanmıştır. Sosyalizm ise kapitalizmin alternatifidir. “Herkese yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” diye formüle edilen özgür, eşit ve insanca yaşam demektir. Üretim araçlarının kapitalistin elinden alınıp kamu yararına kullanılmasıdır. Gerçek – doğrudan demokrasidir. Marks, “Komünist Manifesto”da bunu detaylandırmıştır. Son bir not düşeyim: Manifesto bir ideoloji – sistem savunusunun yanı sıra bir edebiyat şaheseridir.
Atilla Güney: Kapitalizm bir sistem değildir her şeyden önce; bir üretim tarzıdır. Çok basit bir kelime sürçmesi gibi görünebilir ama öyle değil; sistem, toplumsal sistem vb. kavramlaştırmalar burjuva sosyolojisinin terminolojisidir. Sosyalizm ise ne bir sistem, ne bir ütopya, ne de bir idealdir bana göre. Sosyalizmi bir sistem gibi algılamak doktrinci sosyalizmin alametifarikası olarak görülebilir olsa olsa. Bu da kendisini solda konumlandıran küçük burjuva okumuşun kendi toplum idealini toplumsal gerçekliğe rağmen hayata geçirmeye çalışması gibi bir şey olsa gerek.
Sosyalizmi bir gelecek idealinden ziyade, bugüne odaklanmış bir diyalektik eleştiri olarak düşünmek gerek. Ütopyalar bana her zaman sıkıntılı gelmiştir. Ütopik düşünce bende her daim geleceğin, içinden geçmişe aktığı bir şimdiye tutunum hissi uyandırmıştır. O nedenle tüm ütopyaların muhafazakar olduğunu düşünürüm. Onun yerine Marx’ın dediği gibi, insan için en büyük varlığın insan olduğu öğretisi ile; bundan dolayı da insan küçük düşürülen, köleleştirilen, yüzüstü bırakılan, hor görülen bir varlık haline geldiği bütün ilişkileri alaşağı etmeye dayalı koşulsuz bir buyrukla bugüne dair yıkıcı bir eleştiriyi yaşamın ilkesi haline getirmeliyiz.
Mehmet Akkaya: Zor bir soru. Çünkü varsayımsal bir boyutu da var. Sosyalizm mümkün mü, mümkünse nasıl, soruları varsayımsal özellikte olduğu için yanıtın da buna göre oluşması icap eder. Kapitalizm ücretli emek sistemine verilen isim olarak betimlenebilir. Buna karşılık kullanılması gereken kavram sosyalizm değil komünizmdir. Gerçi bazen ikisini eş anlamlı da kullanıyoruz. Burada komünizm terimini kullanmak gerekiyor. Tanımı da ortaya çıkıyor: Ücretli emek sisteminin son bulduğu dünya toplumu. Çoğunluğun bildiği gibi toplumun (insan: birey), kendi yeteneklerine göre üretime ve toplumsal yaşama katılması, ihtiyacı olanı da tüketmesi ilkesinin geçerli olduğu bir evrensel dünya sistemine komünizm deniliyor.
Yalnızca halklar ve emekçi sınıflar için değil, ezilen ulusal ve inanç toplulukları için de, baskı altındaki cinsler için de sosyalizmin gerekli olduğunu düşünüyorum. Kurtuluş ve insanlığın özgürlüğü buradadır. Hatta sosyalizm, birbirini boğazlayan Türk egemen sınıfları için de emperyalist haydutlar için de bir kurtuluş projesi olabilir! Dolayısıyla J. P. Sartre’nin dediği gibi, benim açımdan da, Marksizm çağımızın aşılmamış, aşılamaz felsefesidir. Sosyalizmin gerçekleşme koşulları ile hak ve özgürlükler elde etme koşulları birbirine paraleldir.
Hak ve özgürlükler karşılıksız değildir, bedeli vardır. Bu durum sistematik boyut kazandığında çaba, mücadele ve bedel oranı çok yüksek boyutlara çıkar. Zor ve şiddet belirleyici ve kaçınılmaz bir araç olarak kendini dayatır. Eşitlikçi ve özgür bir sistemin inşasında, felsefi-ideolojik mücadelenin, zor ve şiddet pratiğine eşlik etmesi zorunludur. Teorisi olmayan zor da, zora eşlik etmeyen felsefe de amacını gerçekleştiremez. Kant’ın bir metaforunu bu noktada anmak isterim: Kavramsız görüler boş, görüsüz kavramlar kördür.
Kadir Can Aydemir: Sosyalizm çöktü diyorlar, bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bugün sosyalist yönetimli devletler var mı? Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), sizce neden yıkıldı? Küba, Çin, Kore, Arnavutluk modellerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Adil Okay: Sosyalizm teorik olarak çökmedi. Reel sosyalizm denilen uygulamalar çeşitli nedenlerle çöktü. SSCB’nin çökmesinin birçok nedeni var. Çok yazıldı çizildi. Bürokrasi, insan faktörü, emperyalist kuşatma, halkın refahı için kullanılacak paranın silahlanma yarışında harcanması… Ama şu gerçek değişmedi: İnsanlığın önünde kapitalizmin alternatifi olarak sosyalizm dışında derli toplu, gerçekleşebilecek başka bir toplum projesi yoktur. Saydığınız ülkelerden Küba, on yıllardır devam eden ambargoya karşı hala direniyor diye düşünüyorum. Sermaye sınıfı henüz hakim değil. Geriye doğru bir gidiş var maalesef. Çin, adı komünist olan barbarlar tarafından yönetiliyor. Vahşi bir kapitalist çark var. Arnavutluk da çoktan kapitalist dünyaya katıldı. Kuzey Kore ise nev-i şahsına münhasır bir ülke. Oradaki üretim ilişkileri hakkında ayrıntılı bilgim yok.
Ama burada bir not düşmek gerekiyor: Kısa süren sosyalizm deneyiminin kazanımları -yapılan hatalar yanı sıra- saymakla bitmez. Bu bölümü Kanada’nın Toronto şehrindeki York Üniversitesi Siyasi Bilimler Fakültesi’nde politik ekonomi dersleri veren Çin’li muhalif Minqi Li’den (Deniz Başkaya’nın çevirisiyle.) bir alıntı yapıp tamamlayayım: “Sosyalizmin tarihsel başarıları küçümsenmemelidir. Çalışabilir durumdaki tüm yetişkin erkek ve kadınlara iş olanağı ve iş güvencesi verilmesi çok büyük önem arz etmekteydi. Sosyalist ülkeler halkın temel ihtiyaçlarını (beslenme, sağlık, eğitim, iskan, ve barınma) karşılamada ve benzer düzeyde ekonomik gelişme gösteren kapitalist ülkelerdeki kadınlara oranla kadınların yaşam koşullarını geliştirmekte daha başarılı olmuşlardır. Sovyetler, Doğu Avrupa ve Küba’daki sosyalizmler neredeyse tüm temel toplumsal ihtiyaçları karşılamada başarılı olmuşlardır.”
Atilla Güney: Kapitalizm bir sistem değildir her şeyden önce; bir üretim tarzıdır. Çok basit bir kelime sürçmesi gibi görünebilir ama öyle değil; sistem, toplumsal sistem vb. kavramlaştırmalar burjuva sosyolojisinin terminolojisidir. Sosyalizm ise ne bir sistem, ne bir ütopya, ne de bir idealdir bana göre. Sosyalizmi bir sistem gibi algılamak doktrinci sosyalizmin alametifarikası olarak görülebilir olsa olsa. Bu da kendisini solda konumlandıran küçük burjuva okumuşun kendi toplum idealini toplumsal gerçekliğe rağmen hayata geçirmeye çalışması gibi bir şey olsa gerek.
Sosyalizmi bir gelecek idealinden ziyade, bugüne odaklanmış bir diyalektik eleştiri olarak düşünmek gerek. Ütopyalar bana her zaman sıkıntılı gelmiştir. Ütopik düşünce bende her daim geleceğin, içinden geçmişe aktığı bir şimdiye tutunum hissi uyandırmıştır. O nedenle tüm ütopyaların muhafazakar olduğunu düşünürüm. Onun yerine Marx’ın dediği gibi, insan için en büyük varlığın insan olduğu öğretisi ile; bundan dolayı da insan küçük düşürülen, köleleştirilen, yüzüstü bırakılan, hor görülen bir varlık haline geldiği bütün ilişkileri alaşağı etmeye dayalı koşulsuz bir buyrukla bugüne dair yıkıcı bir eleştiriyi yaşamın ilkesi haline getirmeliyiz.
Mehmet Akkaya: Sorunun son kısmından başlayayım. Küba, Nepal ve Rojava türünden iki, üç toplumu paranteze alarak söylersek, üretim biçimi bakımından dünyaya feodalizm, kapitalizm ve emperyalizm egemendir. Politik olarak ise faşizm ve aynı anlama gelmek üzere faşist diktatörlükler hakimdir. Dünyada sosyalist ülke de, bu iddiada olan ülke de kalmadı. Rusya ve bilhassa Çin gibi eski sovyetik yönetimlerin olduğu devletlerdeki faşizmin dozu Avrupa ülkelerine oranla daha yüksektir. Bunun üzerinde ayrıca düşünmek lazım.
Sovyetik yönetimlerin neden sona erdiği sorusu Alman filozofu Leibniz’in bir tezini/kavramını akıllara getiriyor: Yeter neden ilkesi. Yani bir durumun gerçekleşebilmesi için yeterli nedenin olması gerekir. Soruda olduğu gibi ülkemizin komünistleri ve dünya komünistleri bunu sorgulamış ve çeşitli yanıtlar da vermişlerdir. Bu yanıtları da dikkate alarak şunlar söylenebilir: Proletarya yeni doğmuş ve yönetme hususunda tecrübesiz bir sınıf olduğu için tabir yerindeyse beceriksizlik örneği sergilemiş olması yenilgide etkili olmuştur. Buna paralel olarak sürece eşlik eden parti ve önderlerin, yine deneyimsizliklerinden dolayı düşülen zaaflar, yenilgide belirleyici olmuştur. Dahası var.
Yeni durumların görülmemesi de etkili oldu. Mesela “yeni tarz bir burjuvazinin” ortaya çıkacağı düşünülemedi. Parti bürokratlarının bir kısmı burjuvaziye dönüştü. Sovyetlerin yerini bu bürokrat burjuvalar aldı. Emperyalizm de her dakika sovyetik yönetimleri engellemenin teorisini ve pratiğini üretti. Bu durum sovyetik yönetimlerin, düşmana karşı güçlenelim derken; güçlenen şey, halkın ve proletaryanın durumu değil, devlet, hukuk ve bürokrasi oldu. Sovyetleri esasen kuşatan ve çökerten, gelişmekte olan işte bu devlet ve hukuk bürokrasisi oldu.
Şu da var ki “çöktü”, “bitti” denilen teorinin kendisi değildir. Bir teorinin bugünkü koşullarda gerçekleşmediği yanlış olduğu anlamına gelmez. Yalnızca gerçekleşmesi için bugün “yeterli nedenin olmadığı” anlamına gelir. “Çöktü” şeklindeki bir bakış, epistemolojik olarak analitik felsefenin, politik olarak da liberalizmin avuntusundan başka bir şey değildir.