Bir davanın daha sonuna geldik. Kamuoyunda “Gezi davası” olarak bilinen ve mahkemesi bir süredir devam etmekte olan davadan söz ediyorum: Ağırlaştırılmış müebbet, yüzlerce yılı bulan hapis cezaları, halklara verilen gözdağı, sıradaki davaları yönlendirmek için emsal uygulamalar… Kararı duyunca ilk aklama gelen, ulus devlet ve hukuk felsefesi başlıklı bir yazı yazmak oldu. Sonra bunu daha dinamik kılabilmek için acaba “Marx olsaydı ne derdi?” sorusunu yanıtlamaya çalışan bir yazı yazmak daha makul göründü. Marx, her türden hukuku, kağıt parçası olarak gördüğü için bunları icat eden parlamentoları da, emekçileri manipüle etmek üzere burjuvazinin temsilcilerinden oluşan mekan olarak değerlendirirdi. Her iki kurumun da tarihsel birer kategori olduğunu, dolayısıyla da bunların asla kalıcı ve kutsal olmadığına bizzat vurgu yapardı.
Düşmanla Savaş Hukuku
Bazı kaynaklara göre Türkiye’nin tüm kentlerinde on milyon, resmi kaynaklara göreyse dört milyon insanın katıldığı bir halk ayaklanmasının (Haziran-2013) arkasından açılan dava/davalar yıllar sonra karara bağlanmış oldu. Halk denilen kesimden daha farklı bir kategorideki aydın, sanatçı ve işadamı türünden insanların cezalandırıldığı görülüyor. İçinde yetmişini açmış kadınlara bile bir bakıma Jacobs’onun “düşman ceza hukuku” dediği anlayışın uygulandığını görmek zor olmuyor. Böyle olunca karar, büyük bir çoğunluğu şaşkına çevirdi. Öyle ki, “bu iktidardan her şey beklenir, şaşırmadık” diyen kesimleri de esasen çok şaşırtmış oldu.
Aslında, temel olarak sınıf mücadelesinin bir yansımasından başka bir anlama gelmiyor bu gelişmeler. Marx olsaydı bunu da not ederdi sanırım: uygulamalar teoriyi doğruluyor. Ceza, 8-10 kişiye kesilmiş olsa da, kararın hedefi bütün direnç odaklarıdır: Kürtler, komünistler, ezilenler, emekçiler, kadınlar, gençler vs. Velhasıl “hukuksuz” hukuk uygulamaları dünya tarihinde olduğu gibi ülkemiz tarihinde de ne ilktir ne sondur. Bu bilinç düzeyi, temel kalkış noktamız olmalıdır.
Devlet ve Hukuk Filozofları
Kararın açıklandığı mahkeme salonunda, doğru ve güzel olan bir sonuç daha vardı ki, sanıklar devrimci bir psikoloji içinde “zulme boyun eğmeyeceğiz, direneceğiz” sloganlarıyla karara ilişkin tarihe geçecek sözler sarfettiler. Yine seksenine merdiven dayamış, yumruğunu yukarı kaldırmış bir kadın aktivistin görüntüsü de mücadele tarihinde belli belirsiz bir yer alacaktır. Egemen sınıfların içinden bir iş insanının da, yine aynı sınıflar tarafından cezalandırıldığı da hukukun bir ironisi olarak Türk hukuk tarihinde kendisine, satır aralarında da olsa yer edinir diye düşünüyorum.
Hobbes ve Hegel gibi devletçi filozoflardan Locke, Rousseau ve J. Stuart Mill gibi liberal filozoflara dek tüm ana akım düşün insanları modern/ulus devletlerle birlikte yasa karşısında herkesin eşit olduğu ilkesinin geldiğini söylediler. Eşit olan aynı zamanda adalete uygun olan anlamına geliyor. Dikkat edilirse 18. yüzyılda kitleleri oyalamak için önemli bir hukuk retoriği icat edilmiş oldu.
Gezi Kararı Tanrıyla, Teolojiyle Açıklanamaz
Gezi davasının sonucuna yapılan itirazlardan da görülüyor ki, pek çok insan bu retoriğe inanmış durumda. Hukuk devleti olsaymış başka türlü karar verilirmiş! Efendim, bu bir hukuki değil siyasi kararmış! Bir başkası bu kararın sarayda planlandığını ileri sürüyor. Delillerin hukuka uygun olmadığını söyleyenleri de, tek kişi diktatörlüğünün altını çizenleri de itiraz edenlere eklemek gerekir. Bir soru sormak isterim: Son beş altı yıldır uygulanan saldırı ve katliamlar, eskiler de dahil elbette, bir kişinin diktatörlüğü ile açıklanabilir mi? Arkasında topyekun bir sermaye ve emperyalist destek olmadan dinle, Tanrıyla, teolojiyle açıklanabilir mi?
Marx olsaydı galiba şunu söylerdi: Burada önemli olan hukukun uygulanması, adaletin yerini bulması/bulmaması değil. Ve şöyle devam ederdi: Sınıflı toplum, çağımızda kapitalizm ve ulus devlet var oldukça eşitlikçi bir uygulama asla söz konusu olmayacaktır. Bunlara ek olarak sonuçta Marx, demokratik ulus devletin de, hukukun da sönümlenmesi gerektiğini, bu uğurda sınıf mücadelesinin çıtasını yükseltmek gerektiğini salık verirdi. Çünkü Marx’a göre ağırlaştırılmış müebbet de, müebbet de; 18 yıl yerine 18 gün de makul ve insani bir “ceza” değildir. Dolayısıyla hukukun iyileştirilmesi değil Marx için asıl sorun, feodal-burjuva devlet düzenini, tümüyle ortadan kaldırmak ve toplumsal eşitliği sağlayan bir toplum/dünya kurmak temel amaç olurdu.
Benim de üyesi olduğum PEN yazarlar derneği de yayımladığı bir bildiriyle “hukuksuzluğa” dikkat çekmiş! Olup biteni vicdansız, merhametsiz, despotik, haksız, hukuksuz ve intikam almaya yönelik olduğunu söylemiş. Güçler ayrılığına uyulmadığı da bildiriye eklenmiş. Yani toplumdaki genel kanaati yansıtan bir bildiri olmuş. Verilen cezalar adil olsaydı, haklı olsaydı ne iyi olurdu! Sokrates’in yargılanmasını anımsadım bir an.
Sokrates’in Hukuk Uyarısı
Eşi, Sokrates’e, “sana haksız yere idam verdiler” deyince, filozof sofistik bir yanıt verir: Haklı olarak idam verseler ne fark ederdi? Türkiye halkları, emekçi sınıflar, bugünkü hükümetten önce de, tek partili, çok partili faşist diktatörlük yıllarında da “laik, sosyal, hukuk devleti”nin marifetini detaylarıyla biliyor. İşçi kıyımlarından, komünistlerin idamlarından, Kızılbaş ve halen devam eden Kürt katliamlarından da epeyce dersler çıkartmış durumda. Dolayısıyla, Marx’a göre sorun, devleti ve hukuku iyileştirmek, reformlar yapmak değil sermayenin devletiyle birlikte hukukunu da aşan bir dünya toplumunu inşa etmek biçiminde ele alınırdı.
Bir hakim de “hukuki delil yok, berat etmeliler”, diyerek mahkeme -tezgah değilse- kararına şerh düşmüş. Mantık aynı, hukuka uygun delillerle 21. yüzyılda, sözüm ona çağdaş dünyada, bir insanı ağırlaştırılmış müebbet cezasıyla hapishaneye koymak doğal olacaktır! Marx’a göre nereden bakarsanız tutarsızlık sayılırdı. Kendisinin sanık olduğu bir duruşmada Marx’ın bir tavrını şimdi anımsatmam enteresan olabilir. Marx’ın elinde Fransız Medeni Hukuk (Code Napolyon) vardır ve mahkeme, ona son sözlerini sorar. Marx da, “bana vermek istediğiniz ceza bugünün ve Fransa devletinin bir ürünü olarak vardır, bu durum değişirse elimdeki bu kitap kağıt yığını olacaktır” demiştir.
Hukuk ve Proletaryanın Kolları
Demek oluyor ki Marx, hukuku bir gerçeklik, olması gereken veya düzeltilmesi gereken bir olgu olarak görmüyor, ortadan kalkması ve kaldırılması gereken bir kağıt parçası olarak değerlendiriyor. Bu yüzden tüm özgürlük tutsakları gibi Gezi tutsaklarını özgür kılacak olan, proletaryanın kollarıdır; çözüm eşitlikçi bir dünyanın, proletarya iktidarının kendisi olacaktır.
Feodalizm, sermayecilik ve emperyalizm meşru değildir. Bunlara hizmet eden modern ulus devletler ve gerek ulusal hukuk gerekse uluslararası hukuk da miadını doldurmuştur. Gezi tutsakları başta olmak üzere tüm siyasi ve “siyasi olmayan” tutsaklar, bir an evvel özgür kalmalıdır.