Hafta içinde online üzerinden yapılan bir din felsefesi tartışmasının içinde buldum kendimi. Toplantıda yaptığım konuşa metnimi özetlemek yerine programın tartışma kısmında ortaya çıkan eleştiri ve itirazlara değinerek bir kaç noktanın altını çizmekle yetineyim. Benim için bu tür programlarda sunduğum metinden ziyade yarattığım tartışma daha önemli oluyor. Tezlerin, antitezlerin birbiriyle çatıştığı koşullarda ortaya çıkan bilginin (siz bilinçlenme anlayın) gerçeğe daha uygun olduğuna, varlığın özüne dokunduğuna inanırım.
Yaptığım sunuma ilişkin ortaya konulan itiraz ve eleştirilerden benim anladığım düşüncelerden birisi hümanizmin, Marksizm sanılmasıdır. Halbuki hümanizm ilk olarak feodalizmin üstyapısını teşkil eden teolojiye karşı burjuvazinin üstyapısı olan bir ideoloji olarak kendini var etmiştir. Hümanizm, yüzyıllardır liberalizmin sürekli gündemde tutmasından dolayı retorik bir söyleme dönüşmüştür: Kulağa hoş gelmektedir.
Hümanizme Türkçesiyle insancılık da diyoruz. İnsanı merkeze alma anlayışı var burada. Oysa Marx ve Marksizm bakımından hümanizm bir burjuva ideolojisi ve dindir; teolojiye oranla tarihi bakımdan ileri olsa bile (ilerici demiyorum, ileri diyorum) politik olarak gericiliktir ve öz itibariyle aşılması gereken bir dünya görüşüdür. Kısacası, Marx ve Engels’in insan, toplum ve dünya görüşü laikliğe, sekülerizme, hümanizme, indirgenemez. Onların önerdiği dünya komünist dünyadan başkası değildir.
Erasmus, Montaigne ve özellikle Descartes ile birlikte ön plana çıkan insan (özne) düşüncesi, varlığın parçalanması anlamına da gelir. Bu anlayışın daha etkili filozofları ise Kant ve Feuerbach olmuştur. Sunumda bu iki filozof üzerinde durmak kaçınılmaz olmuştur. Bu iki filozofun kurduğu felsefeye de felsefi antropoloji diyebiliriz. Gerek Descartes bağlamında ortaya konulan hümanizm gerekse Kant ve Marx’a yakın olması bakımından Feuerbach’ın temsil ettiği felsefi antropolojinin önerdiği din felsefesi ise dinden kurtulma özgürlüğü değil din özgürlüğüdür. Yani hümanizmin, eşdeyişle felsefi antropolojinin önerdiği din laiklik ve sekülerizmdir.
Marx ve Engels için teoloji ne ise laik/seküler sistem de -öz- itibarıyla aynısıdır. Şöyle de denilebilir: Marx ve Engels açısından Platon ve Kant’ın peygamber-filozofu ile Augustinus ve Farabi’nin filozof-peygamberi arasında -temelde- bir fark yoktur. Marx, bunların tümünü aynı safta gördüğü için ayrım yapmaksızın “şimdiye kadar filozoflar dünyayı yalnızca yorumlamakla yetindiler oysa aslolan dünyayı değiştirmektir” ifadesini kullanmıştır. Eğer laik, seküler, insancıl düşünceyi savunsaydı bazı filozofları ayırırdı. Tersine en çok da laik filozoflara savaş açmıştır. Çünkü kapitalizm koşullarının sözcülüğünü ve yorumunu yapan filozofları, kapitalist uygarlık biçimlendirmektedir.
Marx’ın Yahudi Sorunu, Engels ile birlikte yazdıkları Alman İdeolojisi gibi eserlerde söylediklerinden anlaşıldığına göre Marksizm, insan merkezli bir teori değil toplum merkezli bir teoridir. Zira Marx ve Engels için soyut insan yoktur. İnsan denildiğinde Marx ve Engels, toplumu anlamakla birlikte kişinin işçi mi, kapitalist mi, kadın mı, erkek mi, genç mi, yaşlı mı, kentli mi, köylü mü, ürününü kimden alıyor, metayı kime ve nasıl satıyor, öğretmen mi, esnaf mı, öğrenci mi, Türk mü, Arap mı, Fransız mı türünden sorular sorar ve yanıtların sentezine bakarak cevap oluşturur.
İnsan da bu sayılan somut toplumsal ilişkiler içinde insan olmaktadır. Dolayısıyla din ve Tanrı da bu ilişkiler içinde var olur. Kant ve Feuerbach’ın zannettiği gibi din ve Tanrı’nın icadı, insanın yapısal bir özelliğinden kaynaklanmaz. Bu anlayış, felsefi antropolojinin bir yanılgısından başka bir şey değildir. Her türden dinsellik, toplumsal üretim tarzının biçim ve içeriğine uygun olarak değişiklik gösterir. Nihayetinde mülkiyet ilişkileriyle gelen din ve dini ideolojiler, Marx ve Engels açısından mülkiyetçi uygarlığın son bulmasıyla sönümlenecektir. Bu sönümlenmeye elbette ki burada konusu edilen laik ve hümanist din ile dincilik de dahildir.