Sezen Aksu Bağlamında
YETMEZ AMA EVET MESELESİ
Yoğunluğundan dolayı gündemi takip etmek kolay olmuyor. Saldırılar zamlarla, söylemlerle, baş kesip dil kopartma tehditleriyle, göz altılarla, yayın yasaklarıyla, kapatmalarla, para cezalarıyla sürüyor. Ocak ayı, sınıf mücadelesinde kaybettiğimiz halk kahramanlarını anma ayıdır. Değinmekle yetiniyorum. Emekçilerin kendi belirledikleri gündemler de konuşmayı bekliyor: Demokrasi İçin Birlik vs. Bunlara ilişkin sesli düşünerek hepsine tek yazıyla eşlik edeyim, daha doğrusu yazılı düşüneyim dedim. Bu çerçevede yapılacak analizlere iki argümanın temel teşkil edeceği söylenebilir. Birisi, ülkemizde tekelci sermaye birikiminin, zirveye son 20 yılda ulaştığı bilgisi var. İkincisi de “teğet geçer” denilen 2008 krizinin yarattığı handikap ve üzerindeki örtüyü kaldırarak açığa çıkan faşizmdir. Diyeceğim şu ki, Sezen Aksu ve Sedef Kabaş gündem olabiliyorsa Semra Güzel’in dokunulmazlığı kaldırılmak isteniyorsa Aysel Tuğluk başta olmak üzere hasta tutsaklar serbest bırakılmıyorsa politikadan önce ekonomik alanda işler yolunda gitmiyor demektir. Bu da büyük patron ya da patronların durumdan rahatsız oldukları anlamına gelir.
Sanata Sanatın Diliyle Yanıt Verilir
Olay ve olgulara bakarken, tavır alırken, itiraz ederken değişik pozisyonlar alınır. Örneğin sanata, sanatla ve estetiğin diliyle yanıt verilir, düşünceyi ifade özgürlüğü her koşulda savunulur, savunulması gerekir. Kişinin, kurumun, partinin eskiden ne yaptığından çok şimdiki durumuna somut konumuna bakmak icap eder. Shakespeare’in dediği gibi sanat, şarkılar ve türküler, politikadan ve iktidardan daha değerli ve güçlüdür. Politik aktör, devlet kayıtlarında kalırken Sezen Aksu dahil olmak üzere tüm sanatçılar eserleriyle hep var olur ve halkın ruhunda, duygularında, benliğinde her zaman yaşam bulur.
Sanatçılar da sınıflı toplumun ideolojisi tarafından manipüle edilir. Düzenle bazen barışık olurlar, bazen de düzenle kavgaya tutuşurlar. Sanat kişisi, bazen uzlaşır, bazen kurulu düzene itiraz eder, bazen de nemalanır sistemden. Sanatçı, çoğu zaman mesafelidir iktidar odaklarına. En özellikli sanatçı, en demokratik düzene karşı bile itiraz etmesini bilen, estetiği aykırı zemin üzerine kurabilen kişidir. Her insan gibi sanatçının da tarihi önemli olmakla birlikte asıl değerli olan, an itibariyle bulunduğu pozisyondur.
Aksu’nun pozisyonunda, emekçi sınıflar açısından abartılıp örnek alınacak bir boyut olmasa da, kendisi şu anda desteklenmesi gereken bir konumdadır. Bu yüzden “yetmez ama evet” demiş olması, bu desteği etkileyen bir durum değildir. Üstelik ben bu tavrın “evet” ve “hayır” tavrına oranla daha yaratıcı bir boyutunun olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden konuya ilişkin görüşümü de ifade etmek için onu başlığa taşımayı gerekli gördüm. Zira “yetmez ama evet” bahsi resmi ideoloji tarafından sürekli manipüle ediliyor. Gereksiz yere şişiriliyor, gereksiz yere de eleştiri konusu yapılıyor. Ne olmuştu 2010 referandumunda?
2010 Referandumunda Ne Oldu?
26 maddelik bir anayasa değişikliği halk oyuna sunuldu ve “% 42 hayır” oyuna karşılık, “% 58 evet” oyuyla kabul edildi. Ülke, 12 Eylül 2010’da daimi faşist klik ile neo faşist klik arasında, çok da açık ve somut olmayan bir çatışma ortamına sahne olmuştu. Görünüşe bakılırsa Türkçü kesim yerleşik faşizmi desteklerken İslamcı kesim ise neo faşizmi desteklemekte bir beis görmedi. Sisteme meydan okuyan toplumsal kesimler ise boykot yoluna gitmeyi tercih ettiler. Her iki anlayış da mahkum edilmiş oldu. Ben de esasen boykotun doğru olduğunu düşünmüş ve desteklemiştim. O günlerde, bir sol gazetenin öne çıkardığı başlığı da anmak isterim: “Yiyin birbirinizi.” Bir ölçüde “evet” ve “hayır” blokuna bu yanıt verilmişti.
Liberal sol kesimler -sayıca- çok zayıf olmakla birlikte neo faşizmden yana bir tutum takınmıştır. Eğer doğruysa Sezen Aksu’nun da bu yolda karar kıldığı anlaşılıyor. Bu tutumu gerekçelendirmek içinse manalı bir metaforik ifade kullanıldı: Yetmez ama evet. Sol liberalizmin yaratıcı olduğunu gösteren bu cümle felsefi, estetik ve şiirsel çağrışımları olan güzel bir ifadeydi. Yine de boykota göre sağcı, uzlaşmacı bir eğilimdir. Ayrıca neo faşizmi talep eden bir ifade olduğu için de itici görünmektedir.
Benim “yetmez ama evet” sözünden anladığım ise şuydu: “Eski faşist uygulamalara son verilsin, ne de olsa yenisi ondan daha kötü olamaz.” Mantık buydu. Yani iyi faşizm-kötü faşizm gibi bir durum vardı. Sol liberal kesim burada “iyi” olanı tercih etmiştir! Neticede, “yetmez ama evet” diyen kesim, bu ifadeyle kendisini “evet” seçeneği ile ifade eden hükümetin tabanı ve yine “evet” diyen klasik liberal kesimden ayırmış oluyordu.
Sol milliyetçi kesimin mantığından benim anladığım şöyledir: “Daimi faşist sistem şimdilik devam etsin. Bugünkü İslamcı sermayeye ve neo faşizme güven olmaz. Biz iktidara gelirsek zaten faşizmi değiştirip komünizmi kuracağız. Bu yüzden yüz yıldır süren faşizmi değiştirmeye kalkan hükümet kliğine ‘hayır’ demeliyiz.” Dolayısıyla milliyetçi sola göre daimi faşizm daha iyidir! Dikkat ederseniz aynı yaratıcılığı milliyetçi/devletçi sol’da görmek söz konusu değil. Mesela daimi/yerleşik faşizme “yetmez ama hayır” türünden daha ihtiyatlı bir destek verilebilirdi! Öyle olmadı, tam destek verildi.
Asıl Saldırı Devrimci Güçlere
O gün bugündür milliyetçi/devletçi sol, daimi faşizme verdiği desteğin üstünü örtmek için sol liberalizme saldırılar yapıyor. Ama asıl saldırıların devrimci güçlere (boykot’a) yapıldığını düşünebiliriz. Nedenini açıklamaya geçmeden önce belirtelim ki, buradaki faşizm yakıştırması, sermaye partilerinin kitle tabanı için söz konusu değildir. Kaldı ki referandum, tekelci sermayenin önerdiği bir devlet kararı olarak uygulamaya konulmuştur, dolayısıyla her halükarda zaten sonuç/karar “evet” olacaktı. Bu, tekçiliğe gidişti, zira 2008 krizi başka türlü atlatılamazdı. İki klik arasında danışıklı bir dövüş olduğu, bugünden bakılınca daha iyi anlaşılıyor. Milliyetçi sol ve liberal sol bu danışıklı dövüşün bir parçası olmaktan öte bir işlev görmemiştir.
Daimi faşizm ve neo faşizm arasındaki çatışmada üzeri örtülmek istenen eğilim ise iki faşist kliğe karşı boykot politikasını savunan toplumsal kesim olmuştur. Boykotçu eğilim düzen dışı, devrimci bir güç olarak okunduğu ve algılandığı için egemenler cephesinde olsun milliyetçi sol ve liberal sol kesimlerde olsun pek de konu edilmez. Bu nokta önemlidir. Israrla tartışma iki devletçi ve düzen yanlısı eğilim arasındaymış gibi gösterilir/gösterilmektedir. Oysa “yetmez ama evet” olarak bilinen kesimin oy karşılığı 1000’li sayılardan daha fazla değildir. Öte yandan boykot milyonlarla ifade edilmektedir. Devrimci blokun kitlesel bir şekilde uyguladığı boykot değil de küçük bir oy grubu tartışılıyor, sürekli gündemde tutuluyorsa burada bir kuşku olduğu açıktır.
Ayrıca “yetmez ama evet”, sayılı kişilerden oluştuğu için bu kişilerin hemen hepsi tavırlarını, tekzip ederek neo faşizme de itirazlarını belirtmişlerdir. Oysa milliyetçi/devletçi sol, halen aynı noktadadır. Yüzyıllık faşist devlet geleneğini Kürt’e, komüniste, Kızılbaşa, anarşiste, feministe, teröriste, dindara, eşcinsele, köylüye, işçiye, memura karşı halen savunmaktadır. Referandum sonrası, gerçi milliyetçi solun belli bir kısmında devrimci bir yönelim olduğu da anlaşılıyor. Ama bu, çok geniş bir çevre değildir. Yine de son ittifak görüşmelerinde de bir kez daha açık ve somut olarak tanık olduğumuz üzere solun, devletçi/milliyetçi damarının güçlü olduğu anlaşılmaktadır. Bu damar neo faşizme karşı tavır alırken geleneksel faşist klikle ittifak etmeye daha yatkın görünmektedir. Bu milliyetçi/devleci tarzın kırılması için felsefi-ideolojik mücadelenin daha etkili bir tarzda yürütülmesi gerekir.
Marksist Sınıf Teorisi Ne Söyler?
Marksist sınıf teorisinden benim anladığım, düşünceyi ifade etme özgürlüğünün tüm sınıflara tanınmasıdır. Burjuvazi ve Aydınlanma geleneği bunu yalnız burjuvazi için savunmuştur. Marksizm bir adım ileri gider ve özgürlüğü en geniş kesime yayar, uygular. “Yüz çiçek açsın” metaforu bunu doğru açıklıyor. Bu yüzden Aksu (liberal), Kabaş (milliyetçi), Aysel Tuğluk (Kürt), örneklerine uygulanan baskı kabul edilemez. Bu şekilde saldırılara maruz kalan insanların etnik, cinsel veya ideolojik yönelimlerine de bakılmaz. Düşünceyi, sanatı ifade etmeye engel teşkil eden yaptırımlar kimden, ne zaman ve nereden gelirse gelsin itiraz edilmelidir.
Sınıf mücadelesi zor ve şiddet mantığıyla yürüse de, her alanda uygulanması gereken bir mantık değildir. Marksist sınıf teorisi, öç alma teorisi veya burjuvazinin yöntemini kullanma teorisi de değildir. Çünkü sınıf savaşı, kan davası olarak yürütülemez. Örneğin gerek düşünceyi ifade etme özgürlüğünü engelleme gerek idam uygulaması ve işkence, sırf burjuvazi de uyguluyor diye burjuvaziye ve bilcümle faşizm savunucularına karşı bile olsa uygulanmasını düşünmek yanlıştır. Burjuva dünya görüşü ile Marksist sınıf teorisinin önemli ayrım noktaları bu örnekler üzerinden aranmalıdır. Halkın düşünüş ve hareket tarzı yol gösterici olabiliyor. Bir bütün olarak toplumun, özel olarak halkın, emekçilerin ve sanatçıların sağduyusu baskılara karşı nasıl hareket edileceğini gösteriyor. Aksu örneğinde de görülüyor ki, sanatçı dayanışması yanında onlarca dile çevrilen şiirler söz konusu olmaktadır.
Yaşanmışlardan ziyade yaşanacaklar, yapılanlardan ziyade yapılması gerekenler önemli olmalıdır. Somut koşullar, devrimci muhalif odakların en geniş çerçevede bir araya gelmesini gerektiriyor. Halkın birleşik cephesi her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulan bir siyasettir. Bu, geniş ve bundan dolayı da hedef daraltan özgürlükçü siyasetin sınırları, ülkemizde an itibariyle daha da geniş tutulmayı dayatmaktadır. Eskiden şu oldu, bu oldu, tartışmasını tali plana itip olumlu ve dinamik olan ortak değerlere vurgu yapılarak yol alınması gerekiyor. Başta emekçiler olmak üzere her alandaki mağdurları, özgürlüğe götürecek biricik politika “ortak noktalarda buluşma” politikası olabilir.