Kapitalizmin ömrü uzadıkça karmaşıklaşan dünya sorunları sınıf mücadelesi başta olmak üzere pek çok alanda yeni mücadele dinamikleri de ortaya çıkarıyor. Bu dinamikler yalnızca politik alanda değil kültür, sanat ve edebiyatın alanında da gündemi belirliyor. Dolayısıyla hafta sonu (15. 1 2022) Sanat ve Hayat dergisinin düzenlediği toplantı içeriğini de bu çerçevede ele almak gerekiyor. Eğitim Sen’in de desteklediği toplantıyı yeni dinamiklere dikkat çeken bir program olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Göçmenlik ve ırkçılık temalarını sanat ve edebiyat bağlamında değerlendiren programa Turan Fırat ile birlikte katıldık. Sunumların moderasyonunu ise sanat ve hayat’ın editörlerinden olan Canan Kaplan yaptı. Programda yaptığım sunumun içeriğini konuyla ilgilenenler için de kesitler biçiminde burada yazmak istiyorum.
Doğal Dinamiklerden Sınıfsal Dinamiklere
Edward Said 21. yüzyılın geçen yüzyıla oranla daha büyük göçlere gebe olacağını söylüyor. Bazı araştırmalara göre bu yüzyıl içinde iki milyar insan göçe maruz kalacak. Kaldı ki göç olgusu, insanlık için yeni bir durum değil. Üstelik de belirli bir kesim için de söz konusu olduğunu düşünmek yanlış olur. Bir varsayım olarak söyleyebiliriz ki, yeryüzünde göçmen durumunda olmayan insan neredeyse yoktur. Marx ve Engels de dahil olmak üzere düşün ve sanat insanlarının büyük çoğunluğu sürgün, yabancı, mülteci, kaçak konumunda yaşayarak göçmen pozisyonunda bırakılmışlardır. Kuşkusuz göçlerin nedenleri hep aynı değildir. Her çağda, her sınıfta göç motivasyonları değişmiştir. En eski toplumlarda doğa koşulları nedeniyle söz konusu olan göçler, sınıfların ortaya çıkmasıyla sömürü ve sömürge gerçeğine uygun olarak yaşanmaya başlamıştır.
Sermayecilik çağında ise doğa koşulları geri plana çekilmiş ve sınıf dinamiği belirleyici olmaya başlamıştır. Bu yüzden günümüzde göçmen denildiğinde esasen emekçi sınıfları anlamak gerekir. Panelde de bu noktaya ağırlık verilmesi isabetli olmuştur. Yani programda da üzerinde durduğumuz gibi göçmenlik problemi, sınıf harekeleri yanında iklim krizi, çevre hareketleri, ezilen inanç ve ezilen ulus meseleleriyle de yakından bağlantılı bir boyut kazanmıştır. Bu boyut ilerleyen süreçte daha da belirleyici bir hal alacaktır. Nihayetinde göç olgusu da hareketli bir yapı arzetmektedir. Eskiden doğal olgular geçerliyken çağımızda sınıfsal dinamikler belirleyici olmaktadır. Sınıf mücadelesi teorisi, kendisini başka formlarda ortaya çıkaran bu yeni dinamikleri kendi teorisine dahil etmek zorundadır.
Göçmenlik probleminin evrensel bir olgu olarak yaşandığı dünyamızda göçmenler gittikleri ülkelerdeki sınıf hareketliliğini de derinden etkilemektedir. Meselenin kökeninde iktisadi ilişkiler olduğu için göç olayından ilk olarak etkilenenler emek ve sermaye güçleri olmaktadır. Sermaye için ucuz işgücü anlamına gelen göçmenlik hareketi, yerli diyebileceğimiz işçi sınıfı için gelir kaybı olarak ortaya çıkar. İşçi sınıfı, sınıf bilincinden yoksun olduğu koşullarda ise bu sorun en masum haliyle göçmen karşıtlığına, daha ağır bir dille söylersek ırkçılık gibi düşünüş ve davranış biçimlerinin doğmasına neden olur. Elbette böyle bir kaynağı ve sorunu keşfeden sermaye (kapitalizm) ırkçılığı teorize eder, geliştirir ve yayınlaştırır. Sınıf teorisi açısından düşünülürse aslında göçmenler gittikleri ülkelerde (Pazar diyelim) hem politik düzeyde hem de konumuz olan sanat ve edebiyat çerçevesinde yeni imkanlar sunarlar.
Marksizm ve Marksizm dışı felsefeler olmak üzere esasen iki teori çatışmaktadır. Bir tarafta doğal/iklim, cins, ulus ve din çatışmalarını sınıf çatışmasının değişik biçimleri/formları olarak değerlendiren Marksist sınıf teorisi yer almaktadır. Bir genelleme içinde söyleyeceğimiz ve liberal olarak değerlendireceğimiz ulusalcı/milliyetçi, hümanist ve teolojik felsefeler ise tersine sınıf mücadelesinin, bir takım doğal ve sosyal süreçlerin değişik bir biçimi olduğunu ileri sürmektedir. Oysa iklim krizi gibi görünen göçmenlik olayının da altında sınıf gerçeğinin yattığını görmek zor olmasa gerek. Çünkü sermaye kar kaygısıyla ekolojik dengeyi alt üst edecek faaliyetlerden asla geri durmuyor. Etkili olduğu coğrafyalarda suyu tüketiyor ya da kullanılmaz hale getirerek kirletiyor.
Tarım ve hayvancılığın yapılma koşullarını yok ediyor burjuvazi. Bu da yeni göç dalgaları anlamına gelmektedir. Dolayısıyla belirleyenin sınıf gerçekliği olduğu da ortaya çıkmış oluyor. Toplantıda konunun sınırlarını geniş olarak ele aldığımız ve sınıf mücadelesine vurgu yaptığımız, sanırım izleyicinin de dikkatini çekmiş olmalıdır. Göçmenlik olgusunun yerel ve evrensel örneklerine sanat ve politika bağlamında işaret ederken konunun Rosa Lüxemburg ve Mustafa Suphi örnekleri anmaya kadar geldiğini anımsatmak isterim. Ocak ayının, hem dünya hem de ülkemizin sınıf mücadelesi tarihi açısından özgün bir yerde durduğunun toplantıda belirtilmesi bir başka önemli husus olmuştur.
Sanatın Epistemolojisi ile Felsefenin Epistemolojisi
Irkçılık ulus devlet olgusundan ayrı olarak ele alınamaz. Çünkü ırkçılık, hümanist, demokrat ve liberal teorilerin ve teorisyenlerin iddia ettiği gibi kişisel düzeyde olmadığı gibi münferit de değildir. Sistemlidir, insanların ya da halkın tek başına uygulayacağı bir davranış tarzı hiç değildir. Maddi şiddet araçlarına silaha, orduya, polise ihtiyaç vardır. Zaten ırkçılığın şiddet biçiminde kendini göstermesi de modern dönemlerin ürünüdür.
Eski çağlarda ırkçılığın çok sınırlı ve istisnai olduğunu düşünebiliriz. Bu yüzden silahlı güçleri arkasına almayan veya onlar tarafından desteklenip yönlendirilmeyen hiçbir ırkçı hareketten söz edilemez. Dolayısıyla böyle bir güç ancak modern ulus devletlerle meydana gelmiştir denilebilir. Bu devletlerin üç güç aygıtını anmakta fayda var: Sermaye, ordu ve ideoloji. Konu sanat ve edebiyat olduğuna göre dikkat çekilmesi gereken silah, ideoloji silahıdır. Sanat ve edebiyat açısından düşünüldüğünde estetiğin epistemolojisi ile felsefenin epistemolojisinin farklı olduğuna işaret etmek gerekir.
İdeoloji denildiğinde felsefi, etik, estetik ve edebiyat gibi kategoriler akla gelir. Hatta ulusalcılık/milliyetçilik ve bunların bir adım ilerisi olan ırkçılık söz konusu olduğunda ise sanat ve bilhassa da edebiyat akla gelmektedir/gelmelidir. Sanat ve edebiyat akıldan ziyade insan duygusuna, benliğine hitap ettiği için insanı içten kuşatır ve akli olana yabancılaştırır. Hatta sanat eseri ve edebiyat, milliyetçilik söz konusu olduğunda adeta din gibi bir işlev görmektedir. Batı tarzı ulus devletler gibi Türk ulus devleti de sanat ve edebiyatın gücünü çok iyi bildiği için yalnız politik alandaki aktivistlere saldırı düzenlemekle yetinmiyor. Yakın tarihimiz, sürgün edilmiş nice sanat ve edebiyat değerleriyle doludur. Sunumda da bunlara örnek verilirken klasik beşlere, Nazım Hikmet, Sabahttin Ali, Ruhi Su, Yılmaz Güney ve Muzaffer Oruçoğlu’na karşı uygulanan faşist, ırkçı saldırılara vurgu yapılmıştır.
Büyük Filozoflardaki Irkçı Felsefeler
Sanat ve edebiyatın masum olduğunu söylemek imkansızdır. Üstelik bu etkinlik ulus devletin kontrolü ve önerisiyle gerçekleştiğinde roman, şiir ve öykülerde bir ulusun yüceltildiği diğer ulusların aşağılandığı görülür. Dünyada olduğu gibi Türk sanat ve edebiyat tarihi de nice ırkçı örneklerle doludur. Sanat ve edebiyat gibi felsefenin ve büyük filozofların da göçmenlere karşı, ezilen sınıf, cins ve uluslara karşı sicillerinin temiz olduğunu söylemek zordur. Platon’tan Locke’a; Aristoteles’ten Thomas More; Grotius’tan Hume, Rousseau, Kant, Hegel ve Nietzsche’ye dek pek çok filozofun ırkçılığa eşlik eden felsefeler kurduğunu saptayabiliyoruz.
Göçmenler gittikleri ülkelerde hem sınıf sömürüsüne hem de yabancılıktan kaynaklanan, örneğin ezilen ulus olma veya ırkçılık türünden düşmanlıklarla karşıkarşıya oldukları için sınıf mücadelesinde, potansiyel olarak da olsa önemli bir güç halindedir. 1920’lerde kurulan Amerika Komünist Partisi’nin hem yönetici hem de kitle temelini göçmen işçilerin oluşturduğu anımsanırsa tezimiz daha iyi anlaşılacaktır. Avusturyalı Marksist düşünür Otto Bauer’in, ulusal baskıya maruz kalan işçi sınıfının, sınıf mücadelesinde ön plana geçtiğine vurgu yapması boşuna değildir.
Göçmenlik sorunu sanat ve edebiyatın da gidişatında sıçramalara olanak vermektedir. Bir defa göç konusu, sanat eserlerinin konusunu değiştirmektedir. Örneğin John Steinbeck’in Gazap Üzümleri romanını düşünelim. Kapitalizmin gelişmesiyle, yerini yurdunu terk ederek batıya göç eden ailelerin dramını konu eder. Bu türden eserler edebiyatın klasikleri arasında yer almaktadır. Ernest Hemingway’in politik tavrı yanında estetik ve edebi tavrı da ilginçtir. Franko faşizmine karşı tavır alarak Amerika’dan İspanya’ya gelir ve Çanlar Kimin İçin Çalıyor (1940) adlı ünlü eserini yazar. Eserin bir klasik muamelesi gördüğünü biliyoruz.
Siyah, Sarı ve Beyaz Ayrımı/Ayrımcılığı
Irkçılığın kapitalizm ile birlikte derinleşip sistemleştiğini görmek zor olmuyor. Yeni kıtaların keşfi (siz işgali ve yağmalanması olarak anlayın) sömürü, soykırım ve sömürge olanaklarına da zemin hazırlamış oldu. Ekonomik, sosyal gerçekliğe uygun olarak teoriler üretildi. Bugüne kadar ki hiçbir “bilimsel” çalışma, insanlarda genetik özellikler dışında hiçbir ırksal özellik saptayabilmiş değil. Saptanan özelliklerin ise insanları üst ve aşağı biçiminde bir ayrıma tabi tutacak cinsten veriler olmadığı anlaşılmaktadır. İnsan Marx’ın ve Marksizmin dediği gibi doğasını, özünü toplumsal ilişkiler içinde edinmektedir. Ne var ki egemen sınıflar insanların rengine, kas yapısına, genlerine, alışkanlıklarına, kültürlerine hatta dillerine bakarak onları, alt insan ve Nietzsche’de olduğu gibi üstinsan (übermensch) biçiminde ayırmak istemektedir.
Bu tür kişlerden birisi de Fransız “düşünür” ve devlet adamı Alturd de Gobineau’dur. Düşünüre göre insanlar aşağıdan yukarı doğru siyah, sarı ve beyaz biçiminde yaratılmışlardır. Beyaz derken Batı ve Fransız kastediliyor. Ona göre savaşların nedeni de siyah ve sarıların Avrupa’ya göçüyle beyaz ırkı bozmasıdır. Dolayısıyla beyaz ırklar yönetmek diğerleri yönetilmek için vardır. Darvin teorisi istismar edilerek ortaya çıkartılan sosyal Davrincilik de oryantalizm (Batı merkezci düşünce) için iyi bir teorik kaynak olmuştur.
Osmanlı/Türkiye Tarihinde
Irkçı Düşün ve Sanat-Edebiyat Pratikleri
Benzer durumu ülkemiz tarihinden de izlemek olasıdır. Cumhuriyet yönetiminin kendine özgü antropolojisi olmuştur. Afet İnan’ın çalışmaları kafatası ölçmek üzerine kuruludur. Cumhuriyetin hukuk ve tarih düşüncesine yön veren Mahmut Esat Bozkurt gibi “düşünür” ve devlet adamları için Türkiye’de, Türkler ve onlara hizmet etmek için yaşayan halklar (Kürt, Ermeni vs) vardır.
Elbette Cumhuriyet öncesi de var. Irkçı edebiyatın ideolojik ve epistemolojik kaynaklarını Tanzimat edebiyatında bulmak mümkündür. Mehmet Rauf, Gürpınar daha sonraları Ömer Seyfettin’in eserleri ve Gökalp’in şiirleri öğretici -ırkçı- örneklerle doludur. Mehmet Emin Yurdakul ve Orhan Şaik Gökyay şiirlerini de eklemek gerekiyor. İlk ırkçı saldırıların 1909 ve 1915’te Ermeni ulusuna yönelik olduğunu tarih bilgilerinden anlayabiliyoruz. Cumhuriyet döneminde Koçgiri, Dersim ve daha bir dizi katliam yanında Roboski’de de yaşandığı ve devam ettiği biliniyor.
Türkiye’de ırkçı saldırıların faşizm ve milliyetçilikle birlikte söz konusu olduğu ileri sürülebilir. Bu sebeple sunumda bu türden kavramların birbirinden kopuk olmadığı, kendi içlerinde bir kavram seti ve akrabalık oluşturduklarına da dikkat çekilmiştir. Cumhuriyetin akıl hocaları olan Akçura, Gökalp ve Togan’ı da unutmamak gerekir. Muhakkak ki sanat edebiyat çalışmalarıyla etkili olmuş Nihal Atsız ismi çıkardığı Orkun, Atsız ve Ötügen adlı yayınlarıyla unutulamaz.
Demek ki düşün ve sanat insanlarının yarattığı, hazırlayıp olgunlaştırdığı ırkçığı, ulus devlet polis ve ordu gücüyle özellikle ezilen sınıf, cins, ulus ve inanç topluluklarına karşı uyguluyor. İddiamız şu ki, sermayecilik çağıyla ortaya çıkan ırkçılık ve milliyetçilik düşün ve sanat alanında teorisi yapılarak Napolyonların, Mussolini, Hitler, Mustafa Kemal, Franko, Salazar ve Erdoğanların elinde somut birer silaha dönüşmüştür/dönüşmektedir.