10 Ekim Anması için dün bir kez daha İstanbul-Kadıköy’de dostlarla bir araya geldik. Eli silahlı güruhlar arasında daha evvel, Ankara-Gar’da yine eli silahlılarca katledilmiş yüzlerce insanı andık. Felsefe, eskiden olduğu gibi şimdilerde de insanlık ilerliyor mu, ne oranda ilerliyor tartışmalarını yaparken sosyal yaşam bambaşka bir kulvarda yolculuğunu sürdürüyor. Basın açıklaması düzeyinde organize olmuş toplantıya eşlik ederken hissettiğim ve aklıma gelen birkaç temayı yorumlamak ve açıklamak istiyorum.
Modern Toplum Saldırı, Savaş ve Katliamlarla Gelmiştir
Kapitalist uygarlığın ortaya çıkardığı düşünme biçimleri, mantıklar, sloganlar, davranış tarzları çok az değişikliklerle kendini halen var ediyor. İnsanlığın taşıdığı yaraların daha derin olduğunu görmek zor olmasa gerek. Kadını erkeğiyle, eşcinseliyle, lezbiyeniyle emekçisi sermayedarıyla modern toplumun çıkmazda olduğu her halinden belli oluyor. Öyle bir modern toplum ki, dünya savaşlarıyla dünyayı yok etmeyi göze alabiliyor. Öyle bir ulus devlet ki kendi başkentinde binlerce insanı katletmeyi göze alacak saldırılar organize etmekten asla çekinmiyor.
Modern toplum evrensel ve yerel diyalektiğine uygun olarak sömürmeden ve savaşmadan yaşayamayacağını pratik örneklerle gösterdiği gibi bunu düşünsel zeminde de sürdürmektedir. Uygarlık tarihinde her yenilik sanıldığının aksine negatif değerlerle, hak gasplarıyla, sömürünün yoğunlaşması ve gizlenmesiyle, savaş ve saldırılarla gelmiştir. Ülkemiz tarihindeki süreç de bundan ayrı değildir. 10 Ekim 2015 Ankara-Gar katliamı ne ilktir ne de sondur. İlk ve son değildir; çünkü sınıf savaşının bir parçası olarak mevcuttur. Bir hukuk ve devlet meselesi de değildir. Roma egemen sınıflarının sözcülüğünü yapan Marcus Cicero da bu durumdan dert yanan düşünürlerden birisidir. Çıkar, fayda ve doğal hukuk üzerinden yazdığı metninde şu ifadelere yer vermektedir:
“İnsanlar arasındaki birlikteliği meydana getiren tek bir hukuk vardır ve tek bir yasa bunu mümkün kılar, o yasa yönetenin doğal aklıdır. Yasa yazılı olsa da olmasa da onu tanımayan adaletsizdir. Eğer adalet toplumların yazılı yasalarına ve kurumlarına boyun eğmekse her şey faydacılık ölçüsüne göre değerlendiriliyorsa insanın bu durumun kendisine hayli fayda sağlayacağını düşünmesi yasaları reddedip onları bozması anlamını taşır. O halde doğadan kaynaklanmıyorsa adalet bütünüyle mümkün olamaz. Faydacılık üzerine inşa edilen adalet yine bu faydacılık eliyle çökertilir.”
Bana sorulursa uygar toplum kurulur kurulmaz aslında çökmüştür. Bu nedenle Roma çağındaki örneklerden de anlaşılıyor ki, Kadıköy’de önerilen “hukukun uygulanması” talebi de katliamları binlerce yıldır önleyebilmiş değil. Devletin ve faydanın (sınıfsal çıkar olarak okuyun) hukuktan evvel geldiği, modern toplumun hiçbir “doğal” ilişkiye uymadığı Cicero’nun sözlerinden de anlaşılmaktadır.
Ekonomik Krizler ve 10 Ekim Katliamı
Basın açıklaması sırasında 1915 Ermeni katliamını anımsamadan edemedim. Sonra Koçkiri, Ağrı, Dersim katliamları var. Anlaşılmayacak bir şey yoktur aslında. Yalnız Osmanlı-Türk egemen sınıfları değil modern kapitalist uygarlık, liberalizm ne derse desin, sömürüsüz, savaşsız, saldırısız, katliamsız yaşayamaz. Dolayısıyla dünya, Marx’ın ve Marksizmin dediği gibi bir iktisadi kriz içindedir. İktisadi kriz bu modern burjuva toplumunun yapısal özelliğidir.
İktisadi krizin anlamını doğru kavramak gerekiyor. 10 Ekim katliamını ekonomik kriz teorisinden izole ederek açıklamak imkansızdır. 10 Ekim katliamının (ve elbette ki bir dizi Kürt katliamının) tezgahlanacağı daha 2008 yılında ortaya çıkan ve ülkemizi de etkileyen ekonomik krizden belliydi. Bir yöneticinin “kriz bize teğet geçer” türünden açıklamasının da gerçeği yansıtmadığı hızlıca ortaya çıkmıştır. Hatta bu ekonomik kriz, 2013’te ekolojik sorunlardan hareketle ortaya çıkan İstanbul merkezli Haziran Halk Ayaklanması’nın da ortaya çıkacağının kuvvetli bir işaretiydi. Anlaşılan o ki, 2008’de başlayan kriz komünistlerin, Kürtlerin, aydınların, akademisyenlerin, kadınların işçi ve emekçilerin başına bir balyoz gibi inmiştir.
Peki ayaklanmalar ve katliamlardan sonra yürürlüğe konulan adeta tek partili faşist diktatörlüğe geçiş için ne demeli? Faşist diktatörlük, basitçe sermaye partileri arasındaki klik dalaşına indirilebilir mi? 10 Ekim ve benzer katliamları bir sermaye kliğinin tek başına gerçekleştirme amacı ve gücü var mıdır? Tek adam gerçekten tek midir? Tekçi politikaların yayılmasında, uygulanmasında emperyalizmin rolü nedir?
Geçmiş, Bugün ve Gelecek Diyalektiği
10 Ekim Anması’ndan söz ederken ortaya konulan onca soruya yanıt verme niyetinde değilim. Şu var ki gelecek geçmişte içkin, yarın bugünden inşa ediliyor. Alman filozofu Leibniz “her monad geçmişin izlerini geleceğin taslağını kendinde taşır” demişti. 10 Ekim katliamının da diğer benzer saldırıların da ortaya çıkacağı, gelmekte olan ekonomik krizden belliydi. Gerçi ekonomik kriz atlatılmış değil, sermayecilik var olduğu sürece de hiçbir zaman atlatılamayacağına göre modern toplumda yeni bir şey olmayacak demektir. Çünkü yaşamın geniş bir kesimine güçlü bir projeksiyon tutabilen herkes modern toplumun bir geleceği olmadığını görebiliyor.
Krizin krizden ibaret olmadığının bilincinde olmak gerekir. Ekonomik krizler, sosyal ve siyasal bunalımlara yol açıyor. Marx’ın ve Marksizmin çok belirgin olarak söylediği gibi modern toplum, emperyalizm çağında bu krizleri çözmek için dünya savaşları çıkartmaktan çekinmemiştir, çekinmez de. Gerek 10 Ekim katliamını gerekse elli yıldır sürmekte olan Kürt savaşını ekonomik olgular ve krizler dışında düşünmek yanıltıcıdır. Netice itibariyle 10 Ekim katliamını Kürt meselesinden ayırarak okumak da abestle iştigal olur.
Barış Talebinin Ortadan Kalktığı Bir Dünya
Kriz yalnızca krizden ibaret olmadığı gibi Kürt sorunu da yalnızca Kürtlerle ilgili bir sorun değildir. Ülkemiz için kendini “baş çelişki” formunda göstermekle birlikte evrensel sorunlarla, sınıf dinamiğiyle bağlantılı bir olgudur. Giderek de dinamiğin merkezine doğru ilerlemektedir. Evrenselliği şuradan belli ki, 10 Ekim katliamında katledilenlerin şiarı “barış” idi. Dünkü mitingde de katledilenlerin “barış şehidi” olarak lanse edilmeleri isabetli olmuştur.
Kürt halkının, barışa en çok ihtiyacı olan bir halk olduğu doğrudur. Öte yandan bu argümanı burada bırakmak eksiklik olur. Çünkü burjuvazi de dahil olmak üzere tüm insanlığın barışa ihtiyacı vardır. Komünizmin mantığıyla söylenirse “barış talebinin ortadan kalktığı” bir dünya, ancak ideal bir dünya olabilir. Burjuvaziyi de katmam kimseyi şaşırtmasın. Sömürülenin insana yabancılaşması gibi modern burjuva toplumunda sömüren de insana yabancılaşmaktadır. Zira sömürülmek de sömürmek de insan doğasında yoktur, doğaya aykırıdır. Bu yüzden Cicero’nun insanlığı ve Roma egemen sınıflarını, doğaya ve doğal hukuka davet etmesini tekrar anmak isterim. Doğa durumuna (bir başka doğa durumu) dönüş ise proletaryanın katkısı ve komünizmle mümkün olabilir. Dolayısıyla proletarya, Marksist literatürde yalnızca bir sınıfın özgürlüğünden yana değil tüm insanlığın özgürlüğünden, yalnız kadın ve erkeğin değil yukarıda saydığım tüm cinslerin özgürlüğünden sorumlu bir sınıf olarak betimlenmelidir/betimlenmektedir.
Yalnız Beni İlgilendiren Beni Hiç İlgilendirmez
Sınıf bilinciyle ve sınıf sorumluluğuyla hareket eden bir bireyin yalnız kendisini düşünmediği gibi proletarya da yalnız kendisini düşünen bir sınıf değildir. Bir filozofun söylediği gibi devrimci bir sınıfın mottosu: “Yalnız beni ilgilendiren beni hiç ilgilendirmez” şeklindedir. Şu ortaya çıkıyor ki, sınıf mücadelesinin doğasında özgecilik yer almaktadır. Bu yüzden “barış savaşçıları”nı andığımız ve anladığımız gibi orta ve üst sınıflardan gelen ve tercihini emekçilerden yana yapan Bedreddinler, Engelsler, Çu En Laylar, Nazımlar, Denizler biçiminde sıralayacağımız nice devrimci kişilikten de söz edebiliyoruz. 10 Ekim katliamında yaşamını yitiren yüzlerce insanın adları tek tek okunurken hiçbirini tanımıyor oluşumuz bize garip gelmez. İnsanlık, daha doğrusu haklar ve özgürlükler, adını bilmediğimiz nice halk kahramanının ödediği bedellerden beslenerek yürüyor.
Liberalizm Cephesinde Yeni Bir Şey Yok
Modern toplumdaki karşıtlıklar eskiden beri ikiye indirilebilir bir görüntü vermektedir. Sosyal ve ekonomik temeldeki ikili yapı kendisini düşünsel alanda da gösteriyor. Pek çok liberal teori, kapitalizmin ömrü uzadıkça özgürlüğe biraz daha yaklaşacağımıza inanıyor. Karşısındaki Marksist teori ise tersine, kapitalizmin ömrü uzadıkça mücadeleyle kazanılan özgürlüklerin de elden gideceği kanaatindedir. Bana göre modern toplum yeni (nitelikli) bir değer getirmediği gibi liberalizm de yeni bir şey söylemiyor. Liberalizmin siyasal alandaki sözcülerini dinlediğiniz zaman söylenenler sömürünün, savaşın ve saldırının devam edeceğini anımsatıyor.
Egemen sınıfların söylediklerini ve önerdiklerini anlamak için liberal politikaların yürürlükte olduğu yüzyıllık tarihimizi izlemek yeterlidir. Söylenenler dikkatlice incelendiğinde yeni 10 Ekim katliamlarının tezgahlanacağı da ima edilmektedir. Savaşsız, saldırısız bir tek yıl, ay, hafta bile söz konusu olmamış/olmuyor. Türk egemen sınıfları için de durum farksızdır. Zaten savaş, sömürü ve saltanat üzerine kurulmuş bir devlet var ortada. Yeniler eskileri izlemiş, bugün dünün devamı olmuş, modern ulus devletlerde olduğu gibi yarın da bugünün devamı olacağa benziyor. Çözümün adresi ise her türden zenginliği üreten emekçi sınıflar ve bu sınıfın çıkarlarına uygun olarak biçimlenen, içeriklenen “Barış savaşçıları” olabilir.
Biz “barış savaşçılarını” anarken Kadıköy rıhtımında bir başka yaşam da varlığını bizden habersiz sürdürüyordu. Gemi ve denizden gelen dalgaların sesi, polisin “dikkat dikkat” biçimindeki anonsuna eşlik ediyordu. Biz üç arkadaş Eminönü iskelesine doğru yürürken bir kez daha gazlı, coplu, dipçikli uygarlığın zulmünden kurtulmuş olmanın ruh hali içinde hayallere dalmıştık. Bitişikte yürüyen çift ise belki de denizin derinliklerine bakarak “modern toplumun geleceği var mı” sorusuna yanıt arıyordu.