Bir yürüyüş eylediler sabahtan
Ilgıt ılgıt kan gider loy loy!
Dayan dizlerim dayan!
Ağla gözlerim ağla!
Namlu puşt olmuş, atayağı puşt.
Yine düşman elindeydi vatan
Enver Gökçe’nin bir şiiriyle başladım söze ama Anadolu’nun, neredeyse orta yerindeki bir fiziksel ve sosyal coğrafyadan söz edeceğim bu yazıda. Enver Gökçe de önemli bir uğrak olacak tabi. Gökçe dahil olmak üzere üç kişi ve üç mekanın da üzerinde durma niyetindeyim. Son zamanlarda yaptığım gibi yine toprağa, suya, havaya ve nihayet doğaya temas etmeyi de ihmal etmemek gerekir. Bir süredir epeyce bir karayolculuğu yapmış oluyorum. Aşındırılan yollar, sonuç itibariyle mekandır. Felsefenin de önemli, merkezi temalarından birisidir mekan. Descartes, felsefesini res extensa (yer kaplama) üzerine kurmuştu. Mekan, bir bakıma varlığa karşılık gelir. Ayrıca Kartezyen felsefede bir de res cogitans’tan söz edilir.
Yolculuk yaparken insan, mekanın zaman ile olan diyalektiğini düşünmeden edemez. Varlık, mekan ve zaman üzerine ortaya konulmuş düşünceler, inşa edilmiş felsefeler anımsanır. Yolların modernize edilmesi, bir bakıma mekanın yoğunlaşması ve kısalması anlamına gelirken bir yandan da zamana etkiler yapar. Hatta mekanın değişime uğraması zamanı da belirler bile diyebiliriz. Bu yazıda kısa bir doğa ve teknoloji felsefesi yaparak başlığa çıkardığım Arapgir’e felsefik bir projeksiyon tutalım istedim.
Üzüm, Şarap ve Bademe Karşı
“Endüstriyel Balta”
Arapgir yolculuğu boyunca zaman-mekan diyalektiği üzerinde düşünmek gayet doğal bir durum olsa gerek. Neyse ki, araç kaptanı Taner Akkaya’nın soruları ve yol boyunca izlenen koyun sürüleri, çobanların ve çoban köpeklerinin hareket tarzları düşüncenin akışını değiştirmeye yeter de artar bile. Arapgir, Malatya’ya yaklaşık olarak yüz kilometre uzaklıktadır. Eski bir Ermeni yerleşim merkezi olduğuna dair pek çok kaynak var. Neticede Anadolu’nun halklar yurdu olduğu düşünülürse Ermenilerle birlikte Arap, Türk, Kürt, Rum türünden etnisitelerin varlığından da söz etmek gerekir.
Malatya’nın, nispeten “gelişmiş” ilçelerinden birisidir Arapgir. Bu yüzden de dağlarında, düzlüklerinde, yamaçlarında güneş enerjisi, rüzgar enerjisi elde etmek üzere kurulmuş tesislere sıklıkla rastlamak mümkündür. Üzüm üretiminden elde edilen şarap, yanında lezzetli bir badem üretimi de yaygındır. Bu çeşitlilik ve dinamiklik nedeniyle varlık ve var olan ilişkisini anlamak için Arapgir iyi bir örnek olabilir. Varlık, doğal ve orijinal durum olarak düşünülürse var olan ise müdahale edilmiş, değişip dönüşen varlık olarak belirlenebilir. “Yol ve köprü yaptık” klişesi sıklıkla duyulur günümüzde ve ülkemizde. Bunun karşılığını Arapgir coğrafyasında ziyadesiyle görebilirsiniz. Oysa doğaya vurulan her “endüstriyel balta”nın doğayı bozduğu, varlığın doğasını yıktığı iddiası yabana atılır bir iddia değildir.
Bastığı Dalı Kesen İnsan
Doğa, Varlık ve Teknoloji
Kapitalizmin, doğa düşmanı bir sistem olduğu tezi Marx ve Marksizmin merkezi tezlerinden birisidir. Ana akım felsefe de bunu metafizik diyebileceğimiz yollarla ifade eder. Arapgir ve çevresini gözlemlerken birçok kişinin aklına teknolojinin tahribatları bilhassa yeni, geniş ve en ücra yerlere kadar girmiş asfalt yollar gelecektir. Oysa dikkatli olmak ve düşünmek gerekir! Çünkü teknoloji her zaman olmasa da çoğu zaman insanın ayağının altındaki dalı kesmesine benzer sonuçlar doğurmaktadır.
Doğa, varlık ve teknoloji arasındaki ilişki, ana akım felsefenin ve hatta Nazizme hizmetiyle bilinen Martin Heiddegger gibi ünlü Alman filozofları tarafından bile gündem yapılmıştır. Ona göre de Ren nehrinin üstüne yapılmış bir hidro elektrik santrali Ren’in bir uzantısı ve onun varlık yapısını koruyarak var olmak yerine nehrin doğasını bozacaktır. Santral Ren’in bir parçası, uzanımı olması gerekirken Ren, santralin bir uzantısı haline gelmiş ve doğasını, varoloşunu yitirmiştir. Kapitalist teknolojinin, Ren örneğinde olduğu gibi tüm doğayı kontrol altına alarak, onu yok ettiği saptanmış oluyor. Bunu Arapgir örneğinde de izleyebiliyoruz.
Asur, Med, Hitit, Pers…
Arapkir Değil Arapgir!
Arapgir ilçesinin diğer ilçelere göre farklı yanlarından birisi de vadi içine kurulmuş olmasıdır. Kozluk çayı boyunca balıkları izleyebilir, pınarlarından (çeşme diye okuyun) sular içebilirsiniz. Sarıçiçek yaylasını, Göldağını da anmak gerekir. Yakından çevreye baktığınızda Ermenilerin izleri elbette kendini gösteriyor. Arapgir Katedrali’ni unutmamak gerekir. Bir kaynak Katedral’e dair şunları yazıyor:
“Tanrının kutsal annesi olarak isimlendirilen Arapgir katedrali 13. yüzyılda inşa edildi. Doğu Anadolu Bölgesi’nin en büyük kiliselerinden biriydi. 3000 kişi kapasiteliydi. 1915 yılında Ermeni Kırımı sırasında saldırılara uğrayıp hasar gördü. Kırımdan sonra tamir edilip okul olarak kullanıldı. 1950 yılında Arapgir belediyesi katedrali yıkmaya karar verdi. 18 Eylül 1957’de katedral dinamit kullanılarak yıkıldı.”
İlçe, şu anda tabir yerindeyse mekan değiştirmiş. Eski Arapgir veya eski şehir ifadesi de kullanılıyor bu yüzden. Ermeni toplumunun tarım ve hayvancılıktan ziyade endüstriyel alanda etkin olduğunu söyleyen ilçe sakinleri vardır. Maden işleme, araç gereçleri imal etme ve bu alanda ticaret yapma Ermenileri anımsatır. Bir miras kaldığı düşünülebilir. Zira benzer alışkanlıkları ilçe esnafında, küçük üreticilerde, tarım ve hayvan ticareti yapanlarda, köylülerde (mahalle olmuştur) görmek olanak dahilindedir.
Arapgir’in eskiliği, tarihselliği efsanelere bürünmüştür. Bu yüzden adının anlamı ve etimolojisi de tartışma kaldırır. Belki Araplardan kalma bir isimdir. Yani Arap işgalleriyle ilgilidir. Eski adlarından birisi Daskuza olduğuna göre belki de Ermeniceden gelmektedir. İlçenin M. Ö. 1200’lerde kurulduğuna dair bilgiler de var. Buna göre Asur, Med, Hitit, Pers, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlının izlerini taşır denilebilir. Araprakes biçiminde bir isim daha var ki, bunun evrilerek “Arapkir” şekline döndüğünü de not etmek gerekiyor. Yine de Türkçe ve resmi ad olarak “Arapkir” değil Arapgir denilmektedir.
Korsan Gösterilerden Bugünkü Arapgir’e!
Malatya’dan karayoluyla başlayan seyahat sırasında kapitalizmin gözünü kamaştıran geniş bir coğrafya kendini göstermektedir. Sağ tarafta Karakaya barajının kıyılarına yakın bir konumda yolculuk edilir. Yolculuk Elazığ’ın kıyısı boyunca sürer. İleride Keban barajının kıyıları da sizi bekler. İlçeye girişte, jandarma, polis ve bir de İnönü Üniversitesi’ne bağlı meslek yüksek okulu size adeta “hoş geldiniz’ der. Meslek yüksek okulu ilçenin gençliğini kendine çeker ve dolayısıyla yabancılaştırma işlevi görür denilebilir. İlçeden, Arapgir’in periferisine bakan her göz yamaçlarla karşı karşıya gelir. Tahıl üretimi baskındır civarda. Arapgir’in, her ilçe gibi siyasal ve radikal bir geçmişi olduğunu ise Arapgir’de bize/size katılan Osman abiden öğrenebilirsiniz. Osman arkadaşla buluşma yeri için Arapgir Devlet Hastanesi’nin bahçesi seçilebilir. Böyle buluşmalarda üzümlü, armutlu, bademli hediyeler sizi bekliyorsa şaşırmamak gerekir.
Osman arkadaşa göre 1980 öncesi sol hareketin pek çok fraksiyonu Arapgir’de faaliyet yürütmüştür. Birçok mitinge ve korsan gösteriye katıldığı da konuşmalardan anlaşılabiliyor. Osman arkadaşımız bölgenin yerlisi olduğu için detay da biliyor. Kılavuzumuzun işaret ettiği mekanları, bölgenin tarihsel, sosyal, ekonomik ve siyasal taşıyıcıları olarak saptamak yanlış olmaz: Ocak köyünde bulunan Hıdır Abdal Dergahı, Onar köyünde yer alan tarihi cemevi ve benim için daha da önemlisi Enver Gökçe ve ozanın müzeye çevrilmiş evi. Şimdi bunlardan biraz söz ederek devam edelim.
Munzur’u Seyre Dalmak
“Anadolu’da Beş Şehir” derken hangilerini kastettiğim merak edilmiş olabilir. “Beş şehir” adıyla yazılmış kitaplar da vardır. Bizimkisi farklı bir “beş şehir”. Arapgir’i adeta kuşatan beş şehirden söz ediyorum: Malatya, Elazığ, Erzincan, Sivas ve Tunceli (Dersim). Malatya-Şehir merkezinden Arapgir’e doğru yola çıkan herkes bu beş şehrin tabelalarını izleyerek yolculuk yapacaktır. Bazen de bu kentlerle ilgili birçok kültürel unsur ve coğrafya ilgi çeker. Uğrakların birinde Keban barajının havasını hissedersiniz, bir başka uğrakta Erzincan il sınırını görürsünüz. Hatta sınır levhasının önünde fotoğraf çektiren insanları izlersiniz.
Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı Ocak köyünün burçlarına çıktığınızda biraz ilerideki Munzur dağlarını seyre dalarsınız. Osman abi gibi biri varsa yanınızda size Vartinik’ten, Mirik mezrasından mutlaka söz edecek ve karşıda görünen Çemişgezek’e de bir selam gönderecektir. Sivas’a teğet geçen bir coğrafyanın tasvir edildiği de umarım bu açıklamalardan anlaşılmıştır. Zira Arapgir’e girerken karşınıza çıkacak yol levhalarından birisi de Sivas ve Divriği olacaktır. Eğer araç kaptanınız (şoför) dalgın birisiyse Arapgir’e dönmeden devam ettiğinde 30-40 kilometre sonra soluğu Divriği’de alabilirsiniz.
Şıh, Şeyh Gericiliğin Sembolü Değildir
Arapgir üzerine bir inceleme yazacak kişinin görmesi gereken yerlerden birisi Onar köyüdür. Şıh Hasan tarafından yaptırıldığı söylenen bir dergah bulunmaktadır köyde. Şıh Hasan’nın Horasan pirlerinden olduğu söylenir. Dergahı size betimleyen kişilerin Şıh Hasan’ı namazında niyazında biri olarak anlatmasına itibar etmeyin. Kendisi bir Kızılbaş olan Şıh Hasan, Selçuklu egemen sınıflarına karşı mücadele etmiş, dağların kuytuluklarında gizlenmiş ve halk ile birlikte burada bir üst kurmuş olmalıdır. Buradaki Şıh kelimesi de, öyle resmi ideolojinin zihinlere enjekte ettiği gibi gericiliğin simgesi filan değildir. Şeyh ile aynı anlamdadır. Halk önderi, halk bilgesi gibi manaları vardır. Kavramlara egemen sınıfların değil de halkın yüklediği anlamlara oldum olası yakın bulurum kendimi.
Onar köyünde İbrahim hocaya (öğretmen) denk gelenler şanslı sayılır. Çünkü bize de eşlik eden İbrahim hoca sizi yalnızca bu tarihi eseri gezdirmekle sınırlandırmaz. Bölgedeki taş mezarlarından sizi haberdar edecektir. Taş mezarlar da açıklanmaya muhtaç yapılardır. Bunca taş nasıl delinmiş, adeta konut veyahut da mezar yapılmıştır? Yanıt bekleyen sorulardır. Sorulara yanıt ararken Enver Gökçe’nin bestelenmiş şiirlerini dinlemek sizde ufuk açabilir. İşte o şiirlerden birisi:
Düştüm bir öylesi çekilmez derde,
Ne ölümü düşünürdüm, ne yaşamak korkusu,
Ne sır aradım herşeyde, ne gariplik var serde,
Ne kara sevda, ne sevmek ne sevilmek arzusu
Artık her şarkı dokunur bana bu şehirde.
Hasret nedir bilmezken o kadar
Erzincan-Kemaliye’nin Ocak Köyü
Kültürel Dünyanın Doğasını Bozmak
Arapgir’in bir köyü (hamle) olan Onar’ı ziyaret edenlere başka önerilerde de bulunulur. Bunlardan bana ilginç gelen yerlerden birisi de Ocak köyüdür. Köy demek uygundur çünkü Erzincan iline bağlıdır. Erzincan büyükşehir olmadığı için köy demek yerindedir. Onar’ın ve Arapgir’in tam tersine büyükçe bir tepenin başındadır. Sosyal nedenle buranın yerleşim yeri olarak seçilmiş olması ihtimal dışıdır. Siyasal bir üst bölgesi gibi bir anlam üzerinde durmak yanlış olmaz. Girişteki bunca düşün sanat insanına bakılırsa işin sulandırıldığını söylemek doğru olur. Hatta Osmanlı-Türk egemen sınıflarının temsilcisi olmuş nice şahsiyetin temsili resimleri, sözleri levhalara yazılmıştır. Yani bana kalırsa burjuvazi “doğanın doğasını” bozarken kültürel dünyanın da doğasını bozmakta çok yeteneklidir.
Hıdır Abdal türbesinin bulunduğu mekana geldiğinizde çok sayıda genç yaşlı, kadın erkek adeta sizi beklemektedir. Kendinizi kaptırırsanız materyalist bir gözle araştırma yapayım derken metafizik alemlere dalar; kendinizi taşı, toprağı ve betonu öperken, nesnelere itaat ederken bulabilirsiniz. Hıdır Abdal’ın da 13. yüzyılda yaşadığı düşünülür. Halk önderi ve bilge olduğunu varsayabiliriz. Anadolu’nun felsefesini büyük oranda bu türden halk bilgelerinin temsil ettiği iddiası yabana atılamaz bir iddiadır. Dolayısıyla ruhani nitelikler yüklemek yerine bu bilgeleri materyalist açıdan yorumlamak daha gerçekçi görülmektedir. Bu nedenle ayrımlara dikkat edilmesi gerekir.
Dikkat edilmesi gereken bir husus da türbenin bitişiğindeki müzedir. Müzede Alevi kültürünü yansıtan eserler yer alıyor. Gördükleriniz, araştırmanızı mutlaka zenginleştirir, geçmişi size taşır. Genel ve gelişigüzel eserler değil de andığımız kentlerin tarihini yansıtan ortak eserler yer almaktadır. Savaş aracı olan eski tüfekler ve üretim, ulaşım aracı olarak bilinen el değirmeni ve kağnı bunlardan bazıları.
Enver Gökçe Müzesi
Ruhani olan ile gerçek olanın ayrımını fark etmek için Enver Gökçe’nin köyüne uğramak gerekiyor. Çit köyü Erzancan’ın Kemaliye ilçesine bağlı bir köydür. Enver Gökçe buradan ayrıldığında yıl 1929 idi. Kendi sözlerine bakılırsa ailenin Ankara’ya taşınması sırasında yapılan yolculuk on gün sürmüştür. Baştan da belirttiğim asfalt yollar mekanı çok kısalttı şimdilerde. Ulaşım yolları iyi değildi eskiden. Sözü Gökçe’ye bırakayım:
“1920 yılında doğmuşum. Ankara’ya gelişimiz çok soğuk, hemen hemen kışın yeni başladığı zamana rastlar. O zaman dokuz yaşındaydım. Yağmurlu bir günde köyden ayrıldık. Arapkir’e ordan da Hekimhan, Kangal yoluyla Sivas’a kadar kara yoluyla ve kış vaktinde yolculuğumuzu sürdürdük.” Hanlarda dinlenerek Ankara’ya gittiklerini söyleyen Enver Gökçe şimdi eski köyünü görseydi eminim ki tanımazdı. Üzüm asmalarına ve bitişikte bulunan dereye, köy girişindeki çeşmeye baktığınızda ekonomik ve sosyal durumdan haberdar olabilirsiniz.
Enver Gökçe’in evi müze olmuş denildiğinde, insanın gözünün önüne kısmen de olsa gelişkin bir mekan geliyor, hiç de öyle değil. Üstelik mekan Enver Gökçe’nin yaşadığı ev de değil. Yazarın evinin yerinde yeller esiyor. İki katlı bir mekan, müzedeki eşyaların büyük bir kısmı da Enver Gökçe’ye ait değil. Bence varsın olmasın, olanlar komünist ozanı bize taşımaya yeter de artar bile. Teselli için söylemiyorum. Onu şiirleriyle, yürüttüğü komünist mücadeleyle, ödediği bedellerle birlikte ele aldığınızda bütünlüklü bir Enver Gökçe çıkar ortaya. Müzeyi gezerken Ahmet Kaya’nın bestelediği ve tok sesiyle söylediği Enver Gökçe dizeleri çınlar insanın kulağında:
Bugün görüş günümüz
Dost kardeş bir arada
Telden tele
Mendil salla el salla
Merhaba
Hayranlık Duygusu Yanıltıcıdır
Alman filozoflarıyla başlamıştık, yine onlarla tamamlayalım. Demişti ki ünlü Alman filozofu Leibniz, aynı kente farklı konumlardan bakarsanız değişik biçimde görürsünüz. Buna göre diğer sosyal yaşam alanları gibi Arapgir de her bireye, her cinse daha da önemlisi her sınıfa farklı görünecektir. Asfalt yollar çok dikkat çekici demiştik. Sermayenin gözünde şimdi bu coğrafya daha fazla yol yapılacak, daha fazla köprü inşa edilecek daha fazla sömürülecek bir coğrafyadır. Şimdi bu yolların, köprülerin ve viyadüklerin masum olduğunu, insanda bir hayranlık duygusu yaratırken aynı zamanda burjuvaziden korkma duygusu da yaratmadığını kim iddia edebilir? Arapgir’in doğasını paramparça eden endüstriye hayranlık duymak yanıltıcıdır. Bu hayranlık ki uygarlık çağının insanına kendi doğasının yok edilmesine, düpedüz elinden alınmasına sessiz kalmasına neden oluyor. Enver Gökçe bir şiirinde bu tatsız durumu şöyle betimlemiştir:
Döğülmüşüm
Süğülmüşüm
Koğulmuş.
Siktir çekilmişim yani
Kendi öz yurdumda.
Bir meri keklik gibi
Çeker giderim.
Filozof ve şair demişken Arapgirli Abdullah Cevdet’i anmadan olmaz. Kendisinin Kürt olduğu söylenir. Bundan daha ilginç bir bilgiye göre İttihat ve Terakki’nin beş tıbbiyeli kurucusundan birisidir. 1869-1932 yılları arasında yaşayan Abdullah Cevdet pozitif ve materyalist felsefeyi savundu. Eserler yazdı, çeviriler yaptı. Arapgir’deki gezide onu tanıyan çıkmadıysa da entelektüel kesimlerin yakından tanıdığı biri olduğuna kuşku yoktur.
Toplumu Özgün Kılan
Klarnet, Eğin Türküleri ve Arapgir Yemekleri
Arapgir’den dönerken yörenin yemeklerini tatmamış olmak büyük bir eksiklik olur. Yemek, bir coğrafyayı, bir toplumu en iyi tanıtan özelliktir. Bir toplum kesitini anlamak için; onun zevkini, estetiğini, güzellik anlayışını, doğayla yakınlığını, dostluğunu düşmanlığını yemeklerden anlamak olasıdır. Bu yüzden Arapgir’de bir tandır kebabı veya zeytinyağlı biber dolması yemeyi ihmal etmemek gerekir. En eski yemeklerdir bunlar. Selçuklu’nun mirası olduğu söylenir. Yemek olgusuna benzer, belki ondan daha da önemli olan müzik de toplumu yansıtma bakımından son derece önemli bir fenomendir. Klarnetle seslendirilen Arapgir müzikleri, kendine özgüdür. Eğin türküleri de ilçede yaygın bir şekilde dinlenir. Seyahat sırasında bu Eğin ve Arapgir ezgilerini dinlemeniz bölgeye vereceğiniz anlamı etkileyecektir. Kemaliye’den Malatya’ya dönüş yine Arapgir’e gelerek Elazığ’a, ve dolayısıyla Karakaya barajına paralel olarak gerçekleşir.
Bedenim, Emeğim ve Doğam Benimdir
Arapgir gündemini kapitalizme reddiyeyle bitirelim. Kapitalizm doğanın “kendinde şey” olduğunu, çağın insanına şırınga ederken çağın insanı da doğayı, kendisinden bağımsız ve öteki olarak gördüğü için onun talanına ve sömürüsüne sessiz kalabiliyor. Diyeceğim son olarak şu ki, kendi sömürüsüne ses çıkarmayan birey ve toplum doğanın sömürüsüne de ses çıkarmayı düşünmüyor. Şöyle de diyebiliriz: Birey ve toplum (emekçi sınıflar) “bedenim benimdir” diyerek kendi emeğinin sömürüsüne sahip çıktığı gibi doğanın sömürüsüne de sessiz kalamaz. Zira doğa da emek gibidir. İnsanın bir yeteneğidir. “Emeğim benimdir, buna dokunamazsın, sömüremezsin” diyen birey ve toplum doğa için de “doğa benimdir, benim bedenim ve yeteneğidir, buna dokunamazsın” demekle mükelleftir.