‘Görünen, görünenden ibaret olsaydı bilim ve felsefe yapmamıza lüzum kalmazdı’ biçimindeki düşünce, varlığa filozofça bakmanın bir neticesi olarak türetilmiştir. Bu anlayışa göre görünen ve bilenenlerin gerçeği yansıttığı şüphelidir. 6 Mayıs 1972’de katledilen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının durumuna da gerçek olanlar ve görünenler arasındaki ayrımlar üzerinden bakmak gerekir. Her alanda olduğu gibi bütünsellik sorunsalı, bu siyasal cinayetler için de geçerlidir. 6 Mayıs trajedisi, sınıf olgusunun evreni içinde ve bu evrenin bir uzantısı olan Türkiye topraklarında pek çok katliamlar zincirinin yalnızca bir parçası ve halkası olarak ele alınmalıdır. Ana akım düşünce ve entelektüeller milliyetçi, Türkçü, dinci (liberal) akımlar, bütünü değil parçayı ön plana çıkararak yanlış bilinç oluşturmada oldukça marifetlidirler. Türk resmi ideolojisi ve tarih yazımı, Denizler konusunda (iyi çocuklardı türünden) epeyce hurafe ortaya sürmüş durum
Pek çok idam uygulamasında olduğu gibi Denizlerin idamlarında da, dikkatler sıklıkla hukuksal sorunlara çekilir. Dönemin hükümet partisinin uygulamaları, devlet yönetme geleneği ve parlamentonun bu idamlar sırasındaki politikaları, tartışma gündemini belirler, meşgul eder. Daha da ilginci Denizlerin haksız, hukuksuz yere idam edildikleri söylenir. Sanki bu devrimciler, hakka ve hukuka uygun olarak idam edilselerdi sorun olmayacaktı ve vicdanlarda bir rahatlama olacaktı! Oysa “haklı idam” ya da “hukuka uygun idam” tıpkı “haksız idam” gibidir ve karşı çıkılmalıdır. Zira idam uygulaması, halkların değil egemen sınıfların buldukları bir zehirli silahtır ve yaygın olarak da egemenler tarafından kullanılmaktadır.
İdamlar ve Büyük Sermaye
Denizlerin katledilmesi de, tarihimizdeki diğer katliamlar gibi sermayenin en güçlü kesiminin kararıyla gerçekleşmiştir. 1970’ler, şimdilerde olduğu gibi Türkiye’nin ABD’ye özenerek iki partili bir sisteme geçtiği yıllardır. Tüm ekonomik kararlar ve politik uygulamalar aynı merkezden, yani büyük sermaye tarafından belirlenmekte ve toplum buradan yönetilmektedir. Dolayısıyla parlamento yalnızca meselenin görünen kısmıdır. Yüzyıllık faşist rejimin yüzüne geçirilmiş bir peçeden ibarettir. Görünürde de Denizleri idama gönderenler Demirel ve adamlarıdır. Oysa açıkta ve orta yerde olanın, temelde olanı yansıttığı tartışma kaldırır. Buna göre idamları, sermayenin gelişmesi önündeki engellerin kaldırılması olarak okumak ve sermayenin temsilcisi olan asıl güçler tarafından uygulandığını düşünmek daha isabetli olur. Bu açıdan düşünüldüğünde idam, idamdan ibaret olmadığı gibi Denizleri de yalnızca idam bağlamında ele almak yanlış olur. Çünkü böylesi bir tavır, politik ve özellikle de toplumsal olan bir sorunu hukukileştirmek ve hatta teknik bir mesele haline getirmek anlamına gelir ki, bu kabul edilemez.
Denizlerin idamları, idamdan daha fazla bir olgudur. Onların yaşamı, sınıf mücadelesi teorisinin sürdürülmesinin ve yine bu teorinin doğrulanmasının merkezi bir parçasıdır. Buna göre olaya üzülmek, arkasından ağıtlar yakma insan duygusallığının bir neticesi olarak doğal karşılansa bile politik bakımdan yanlış bir tutum olduğu da ortadadır. Çünkü idama gidenler, idamı trajik bir olayın parçası olarak değerlendirmediler ve verilen kararlar yüzlerine okunduğunda da bunu kendi pozisyonlarının bir doğrulanması olarak değerlendirdiler. Dolayısıyla peşlerinden yas tutulmasını gerektiren veya talep eden bir davranışta bulunmadılar. Gülümseyerek gittiler!
İdam: Bedelin Diğer Adı
Meseleyi idamdan ibaret gören yaklaşımlar “suçsuz yere astılar” veya “yazık oldu gençlere” türünden sözler ve söylemlerle onları anmak istiyorlar. Bu söylemlere “emekleri, mücadeleleri boşa gitti” gibisinden yaklaşımları da eklemek gerekiyor. Oysa fizik dünyada olduğu gibi sosyal dünyada da hiçbir hareket, çaba ve mücadele boşa gitmez ve lüzumsuz değildir. Her inorganik varlığın bir boşluk doldurması gibi her sosyal hareket de sosyal ve sınıfsal ortamda bir boşluğu doldurur. Bir örnek vermekle yetineyim: Osmanlı-Türk egemen sınıflarının uyguladıkları “idam cezası” bugün, ilkel öç alma olarak görülmüş ve ceza yasalarından çıkartılmışsa Denizlerin idama “gülümseyerek” gitmelerinin bir katlısı olmuştur elbet. Bu noktada belirtmek gerekir ki, kullanılmakta olan her türden hak ve özgürlüğün bedeli, sınıf mücadelesi içinde ödenmiştir/ödenmektedir. Kullanmakta olduğumuz özgürlük ve haklar, ödenen bedellere eşittir. Daha fazla ve daha az değildir. Bu yüzden Denizlerin idamının, idamdan daha fazla bir olgu olduğunu düşünerek “bedel” kavramıyla ilişkilendirmek gerekiyor.
Denizlerin idamı, kuşkusuz ki kendi pratikleri ile ilgiliydi. Güçlü bir teorilerinin de olmadığı söylenir zaten. Geride ne ciltlerce kitap ne de derli toplu makaleler bıraktılar. İyi de bunun çok önemi var mı? Anlaşılan şu ki, Türk egemen sınıfları, onların teorisine bakmadılar, pratiklerine baktılar. İdamlar bu pratiklerin antitezi olarak gerçekleşti. Deniz Gezmiş örneğinde temsilini bulan hareket, aslında bir teorinin gerçekleşmesiydi. Harekete, ölmüş bir neslin dirilmesiydi de denilebilir. Bu teori, ayrıntısını ve eleştirisini bir yana bırakarak söylüyorum, Marksizm idi. Son sözleri de bu istikamette olmuştur ki, Türk egemen sınıfları “bakın biz bunların masum olmadığını biliyorduk” diyerek kendilerinin haklılığına yormuşlardır son sözleri.
Teorinin Pratiğe Eşitlenmesi
Denizlerin idamları söz konusu olduğunda, bu olayın görünen yanını değil de özünü, doğasını anlamak için idamlardan çok pratiklere dikkat çekmek gerekir. Çünkü sömürücü sınıflar, tarihsel süreçte kimseyi, sırf teoriden dolayı yok etmiş değillerdir. Düşünce özgürlüğü vardır ne de olsa! Teorinin pratiğe dönüşmesi: burjuvazi için asıl tehlike budur. Marksçı epistemoloji açısından düşünüldüğünde teori, yalnız teoriden ibaretse onun teori olduğu da düşünülemez. Teori, varlığın bir yüzünü temsil eder. Üstelik asıl veya temel yüzünü de değil. Diğer yüzünü ise pratik temsil eder ki, temel yüz burasıdır. Sınıf mücadelesinde şiddet gerçeği ve idam gibi büyük silahlar, pratikte karşıtlık ortaya çıktığında başvurulan bir şiddet aracı olur. Diğer şiddet araçları gibi (Machiavelli de aynı kanaattedir) idam uygulamasına ilk başvuranlar da egemen sınıflar olmuştur. Günümüzde egemen sınıf ise burjuvazi-proletarya karşıtlığında konumlanan burjuvazidir. İdam uygulaması, burjuvazinin yalnızca bir kanadının değil tüm kanatlarının ortak silahıdır.
Denizlerin idamı derken kendinden menkul bir olaydan ziyade zincirin pek çok halkasından birine vurgu yaptığımızın da bilinmesi gerekir. Epistemoloji tarihinde olduğu gibi siyaset felsefesi tarihinde ve bilhassa sınıf mücadelesi tarihinde (pratiğinde) teoriyi pratiğe eşitleme geleneğinin bilincinde olmak gerekiyor. Spartaküs’ten Şeyh Bedreddin’e; Thomas Münzer’den Pugaçev’e; Babauf’ten Mustafa Suphi’ye; Mahir Çayan’dan Mazlum Doğan’a ve elbette ki İbrahim Kaypakkaya ve daha nicelerini bu çerçevede anmak kaçınılmaz görünmektedir. İdamların idamdan ibaret olmadığı gibi Denizleri Denizlerden ibaret olarak ele almak da hatalı olur. Onların eklemlendiği halkaları meydana getiren zincirin yaratılmasında Lenin ve Mao gibi isimleri de merkeze koymak zorunlu görülüyor. Çünkü onlar hem politik teorisyen olarak hem de politik aktivist olarak zincirin oluşmasında, temel rol oynarken devrimci teorinin, özünde devrimci pratik olduğunu savunmuşlardır. Bunu sınıf teorisinde ve epistemoloji geleneğinde devrimci bir dönüşüm olarak, eş deyişle köklü bir eksen değişikliği biçiminde okumak mümkün görünmektedir.