Aydınlanma İngiltere, Fransa ve Almanya’da ortaya çıkan çok sayıda filozofun katkı yaptığı bir düşünceler zincirinin ismi olarak tarihe geçti. Tarım toplumu ile endüstri toplumunun çatışma haline geldiği hatta yoğun olarak yaşandığı bir çağı işaret etmektedir. Konumuz açısından önemli olan, her iki üretim biçimine uygun epistemolojilerin arasındaki farkların, bu çağda ortaya çıkmış olmasıdır. Tarımın mı endüstrinin mi, hangi üretim biçiminin toplumsal zenginliğe daha fazla katkısının olacağı sorusu bilgi felsefesi açısından da aynı oranda önem arz eder.
Adam Smith’in başını çektiği ekol sorunun cevabını endüstri toplumunda bulurken F. Quesney’in başını çektiği tarımcılar ise ulusların zenginliğinin kaynağında tarımsal üretim biçimini görmüştür. Oysa pek çok veri sanayi/endüstri üretiminin, toplumsal zenginliğin artmasına daha elverişli katkılar sunduğunu dile getirmektedir. Dikkat edilirse her halükarda elenen, emekçi sınıfların rolü olmaktadır. Maddi zenginliği üreten emekçiler olması gibi entelektüel üretimin de kaynağını emek gücü oluşturmaktadır.
Tarım ve Sanayide Bilgi Tabakaları
Sanayi üretiminde işbölümünün altını çizen Smith ve benzeri düşünürler açısından bunun sağlanmasında en basit işler yapan işçiler hatta çocuklar bile rol oynamışlardır. “İşbölümünün gerçekleştiği yapımevlerinde kullanılan makinelerin büyük bir bölümünü gerçekte basit işçiler bulmuştur; bunlar doğal olarak tüm düşüncelerini tek uğraşları olan özel çabayı harcarken en kısa ve en kolay araçları bulmaya yöneltmişlerdir.” Bilhassa teknik ve bilimsel diyeceğimiz bilgi türünün, endüstri koşullarında temelini bulduğu gerçeğine işaret edilirse, eski bilgi kuramlarının ileri sürdüğü birçok açıklama biçiminin ya da tezin neden naif karakterde oldukları da anlaşılmış oluyor.
Bilginin yaşam içinde, özellikle de hızlı yaşam içinde değiştiğini görmüş bulunuyoruz. Daha da önemlisi mevsimleri ve yılları bulan tarım üretiminin yerini, giderek otomasyonun geçerli olduğu sanayi üretiminin almasını not etmeden geçemeyiz. Çağın yeni sınıfı ise proletaryadır. Bu konuya, bilgi kuramında, diyalektik ve eleştirel felsefe bakımından merkezi bir yer ayrılması gerektiği açıktır. Sıradan işçileri, sanayi proletaryasını, usta işçiler, teknikerler izler ve onları da şefler, mühendisler… Bilginin en somut ve ham halini ortaya çıkaranın en alttaki işçi olduğunu düşünmek yanlış değildir. Aşağıdan yukarı doğru bir hiyerarşide adeta bilgi katları yer alır.
Bilgi, Aydınlanma ve Çocuk Emeği
Üretim alanlarından gelen veriler, işleri yalnızca bu verileri gözlemlemek olan ve toplumsal artıktan beslenen, adına filozof denilen özneler bu verileri sınıflandırır, kitaplaştırır, yeni bilgilerle birleştirerek yeni sentezlere yükselir. Yeni bilgileri artık sıradan işçi tanıyamaz hale gelir ve yalnız ürettikleri maddi ürünleri değil ürettiği bilgiye de yabancılaşır. Bilgide emekçi sınıfların rolünü merkeze koyan diyalektik bilgi kuramı açısından şu açıklama da öğretici olabilir:
“İlk ateşli makinalarda pistonun iniş çıkışına göre kazanla silindir bağlantısını sürekli olarak supabı bir açıp bir kapamakla yükümlü küçük bir çocuk çalışırdı. Bu çocuklardan biri, canı arkadaşlarıyla oyuna gitmek isteyince, gördü ki bağlantıyı açan supabın bir ip takarsa ve bu ipi makinanın öbür parçasına bağlarsa supap o olmadan da açılıp kapanacaktır ve o da oyununu istediği gibi oynamakta özgür olacaktır.”
Aydınlanma düşünürleri devrimci diyebileceğimiz bir dönemde yaşadılar. Pek çok sorunu gün ışığına çıkardılar. Ne var ki bu çağın filozofları, Smith de dahil olmak üzere proletaryanın bilgideki rolünü hakkıyla görebilmiş değildir. Yeni bir çağın değerlerinden söz edilmiştir. Üretimin arttığından, var olan hemen her şeyin keşfinin altı çizilmiştir; oysa bu değerlerde temel gücü emekçi sınıfların oynamasına rağmen bunlara yalnızca teğet geçilmiştir. Gerçi emekçiler Aristoteles’te olduğu gibi “canlı araçlar” olarak insan dışı sayılmamışlarsa da asla önemsendikleri de söylenemez.
Epistemoloji ve Sınıf Sömürüsü
Önemsenmeyiş bilgi kuramı için de fazlasıyla geçerlidir. Böyle bir eleştirel düşüncenin Marx’ı da hedef aldığı söylenebilir. Zira Marx da Manifesto’da kapitalizmi överken, onun inşa ettiği, pek çok yol, bina, köprü, edebiyat, sanat gibi maddi ve manevi değer yarattığı ileri sürüldüğü halde bunlarda asıl belirleyici olanın, bunların inşasında çalışan emekçiler olduğu vurgulanmamıştır. Sonuç itibariyle Aydınlanma, pek çok detayı görmüş, açıklama getirmiş olsa da asıl sorunu görebilmiş değildir: İnsan ve sınıf sömürüsü. Smith, her ne kadar emek kategorisine ve üretime dikkat çekmesine rağmen bu olguların yol açtığı sorunları bilgi nesnesi yapma ihtiyacı bile duymamıştır. Dolayısıyla da Voltaire, Diderot ya da Rousseau’dan böyle bir konuda çözüm beklemek abesle iştigal oluyor. Aydınlanmacılar, olası sorunları eğitimle çözmeye çalışırlarken de toplum ve dünya gerçeğinden oldukça uzaktaydılar.
Sınıf gerçeğini görmeyen bir eğitim, eşitsizliği daha da artıran bir işlev görür. Aydınlanmadan bugüne kadar ki tarihsel deneyimler de bunu kanıtlar niteliktedir. Kaldı ki, Aydınlanma eğitimden de -esas itibariyle- teknik ve teorik diyeceğimiz eğitimi anlamaktadır. Eşitsizliğin ortadan kaldırılmasını, insanlar ve toplumlar arasında destek ve dayanışma duygusunun gelişmesini savunan bir eğitim de değildir bu. Bir ucu “insan insanın kurdudur”a kadar gerilere giden diğer yanında da Aydınların, Voltaire örneğinde de gördüğümüz üzere, “cahiller”i eğitmesi gerektiği ilkesi bulunmaktadır. Bu da modernizm, laiklik ya da sekülerizm adına halkların ve emekçi sınıfların baskıya ve sömürüye maruz kalması anlamına gelmektedir.
Bilmede Burjuvazinin Rolü
Bilme ve aydınlanma konusuna hangi sınıflar yöneliyor? Bilmenin, ileri atılmanın, değişmenin ve değiştirme arzusunun motivasyonu nedir? Ana akım düşünce bunun nedenini burjuvazide yani doğası gereği sömürücü bir özellik taşıyan bir sınıfta görüyor. Onun ideolojisi en genel manada liberalizm olarak tespit edilmektedir. Bilmede burjuvazinin rolünün sınırlı olduğunu anımsatmakla yetinelim. Konuyu emekçi sınıflar lehine, biraz daha açalım. Bilmeyi ve değiştirmeyi, daha çok kendi toplumsal konumundan memnun olmayan kişi, kesim ve sınıflar ister. Mesela Herakleitos’u düşünelim. İktidarda olan sınıfın temsilcisi olsaydı, yine de “her şey değişir” diyecek miydi? Bilemiyorum. Eşitlik, özgürlük, adalet türünden değerleri de talep edenler muhalif sınıflar olacaktır. Oysa ana akım düşünürler ve felsefeler bunu da burjuvaziyle ilişkilendirmektedir.
Kısaca tarihe bir atıf yapmak gerekiyor. Antikçağ’daki sofistlerde, Platon’da, Spartaküs’te ve teolojik metinlerdeki eşitlikçi görüşleri nasıl açıklamak gerekiyor? Pek çok egemen sınıf düşünürü, bunu yine filozofların “büyüklüğü”yle, “dehasıyla” açıklamaktadır. Bunun doğruluk payı olsa bile, bu düşüncelere kaynaklık edenin asıl olarak komünal toplum olduğu anlaşılmaktadır. Sınıflı topluma geçiş Antikçağ ile birlikte geldi. Doğaldır ki insanlık, özellikle de emekçi sınıflar, eskinin “asrı saadet”ini kolaylıkla unutmadı. Ortaçağlar boyunca, egemen sınıflarca unutturulmaya çalışılsa da yoksul halk katmanları her zaman “asrı saadet çağları”nı aramıştır. Antikçağ gibi Ortaçağ ve sonraki çağlar da, bu yüzdendir ki sınıf mücadeleleri çağı olmuştur.
Kaynak Komünal Toplumdur
Benzer bir çarpıtma Rönesans açıklanırken de söz konusu oluyor. Egemen sınıfların diliyle söylenirse uzun ve karanlık ortaçağlardan sonra 15. 16. yüzyıllarla birlikte, insanlık yeniden doğdu. Yine egemen tarih ve felsefe açısından insanlık Yunan ve Latin kaynaklarına dönmüştür. Halbuki böyle durumlarda yeni fikirler, yeni dünya görüşleri yeni sanat ve bilim anlayışları asıl olarak yeni koşulların ve yeni coğrafyaların ürünü olur. Öte yandan eğer Antikçağlardan, eski dönemlerden bir temel aranacaksa o temel sınıflar öncesindeki komünal değerler olması gerekir. Çünkü Antikçağ’ın Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi büyük filozofları son çözümlemede Yunan egemen sınıflarına hizmet etmekte bir beis görmediler. Belki de farkında bile değillerdir. Demek ki Yeniçağ’ın eşitlik, özgürlük, adalet gibi değerleri için de kaynak Yunan-Roma değerleri değil komünal toplumdan kalan mirastır. Bu miras sayesinde binlerce yıl yaşanan yabancılaşma bir nebze de olsa giderilmiştir.
Bilme etkinliği, bir ölçüde yabancılaşmanın bilincine varmak ve onu aşmaktır. Buna en fazla ihtiyacı olan sınıf, en geniş anlamda söylenirse halk sınıflarıdır. Daha çağdaş terimle söylendiğinde proletarya ifadesini kullanmak gerekir. Aydınlanmaya ihtiyacı olan sınıf da proletarya olmak durumundadır. Eğer öfkeli bulunmazsa burjuvazinin aydınlanmış bir sınıf olduğunu da insanlığı aydınlatacağı varsayımının da büyük bir yanılgı olduğunu söylemek isterim. Tam tersine burjuvazi, dünyadaki karanlıktan ve insanlığın yabancılaşmasından sorumlu bir sınıf olarak görülmelidir. Halk tabiriyle söylenirse tuzu kuru bir sınıfın insanlığa “bilgi ve aydınlık” getireceğini düşünmek safdillik olur. Çözüm, proletaryanın hareket tarzındadır. Doğaya, üretime temas eden odur. Her türden değeri ortaya çıkaran da odur. Macar sosyalist, estetikçi ve filozof Lukacs da emekçi sınıfların epistemolojideki rolüne dikkat çekmektedir. Ona göre de bilmeye eğilimli olan en devrimci sınıf proletaryadır.
Bilme ve Bilgilenme Yerine
Bilinç/Düşünce ve Bilinçlenme
Bilme ve aydınlanma konusuna hangi sınıfların yöneldiğine ilişkin yapılan tartışmaların tarihi eskidir. Aristoteles’e sorarsanız, merak edenler, boş zamanı bulunanlar bilmeye yöneliyor. Ayrıca rahatı yerinde olan kesimlerin bilime, felsefeye, sanata ve politikaya yöneldiği varsayılıyor. Oysa bu açıklama ancak kısmen doğru olabilir. Kimin ihtiyacı varsa bilmeye o kişi ve sınıflar böyle bir etkinliğe girerler. Sınıflı toplumlar boyunca bakıldığında buna ihtiyacı olanların emekçi sınıflar olduğu görülecektir. Dünyanın yükü bu sınıfların üzerindedir. Bu yüzden sorunlara çözüm arama faaliyeti, insanları, epistemolojinin kaynağı durumundaki bilme etkinliğine götürecektir. Bu etkinlikte asıl olarak kullanılması gereken kavram ise bilgi ya da bilmeden ziyade bilinç ve bilinçlenme olmalıdır. Bilinçli insan ve bilinçli sınıf derken de kastedilen her şeyi bilen insan ya da sınıf değildir; asıl olarak bilinmesi gerekenin ne olduğunu bilen kişidir. Engels’in ifadesiyle bilme, zorunlu olanı bilme anlamına gelir.
Epistemoloji, emekçi sınıflar ve bilme etkinliği bizi zorunlu olarak pratik kavramına götürmektedir. Bilme ana akım felsefenin ve filozofların sandığı gibi kitabi olandan hareketle ortaya çıkan bir zihinsel süreç değildir. Yanlışlama ve doğrulama için kitabi müdahale yetersizdir. Zira yanlışlama ve doğrulama son tahlilde yaşam ilişkileri içinde test edilebiliyor. Bilgi Kuramı adlı kitabımda da yer verdiğim gibi ekonomi-politikçilerin bu noktaya vurgusu sınırlı olmuştur. Konuya ilişkin ilk nitelikli vurgu idealist karakterde de olsa Hegel ile olmuştur. Hegel’n efendi yanında köleye işaret etmiş olması altı çizilmesi gereken bir noktadır. Konuyu praksis kavramı çerçevesinde ele alan ise Marx ve Engels oldular. Lenin ise empirizmin de idealizm olduğunu vurguladığı Materyalizm ve Ampirokritisizm adlı kitabında tarihsel, toplumsal yöne ağırlık vermiştir. Mao Zedung’un bir makalesinin “Pratik Üzerine” adını taşıması da aynı doğrultuda bir tutumu ortaya koymaktadır.