(Metin Kayaoğlu, Öküz Altında Buzağı Aramaya Devam Ediyor)
“Teori ve Politika” dergisinin Genel Yayın Yönetmeni de olan, entelektüel kesimlerin yakından tanıdığı Metin Kayaoğlu arkadaşımız, geçtiğimiz günlerde Muzaffer Oruçoğlu’nun siyasal ve estetik serüvenini eleştiri konusu yapan bir yazı/makale paylaştı. Makalesini yayın aşamasında bana da gönderdiğine göre bir değerlendirme ya da analiz yazısı yazmam beklenmiş olabilir. Kendisine hitaben yazacağım bu karşılıkta, makalesindeki zayıf noktalara, mantık hatalarına, düzeyi düşük dil ve üsluba; siyaset, sanat, bilim ve felsefedeki yetersizliklerine, makalesindeki amaçsızlığa ve işlevsizliğe, kindarlığa ve değer bilmezliğe dikkat çekmek istiyorum. Makalesinde ortaya koymaya çalıştığı argümanları diyalektik akıldan uzak bir yöntemle duygusalın, öfkenin ürünü olarak sunduğunu ilk baştan belirtmem gerekir. Kayaoğlu’nun makalesinin, aynı zamanda bizi gündelik yaşamın hay-huyundan çıkardığı, sanat ve politikanın pek çok kuram, kavram ve kategorisine ilişkin düşüncelere yönelttiği için de olumlu bir işlev gördüğü söylenebilir.
Sevgili Metin,
Beş yıl önce benzer minvalde yapmış olduğumuz polemiğin, bir bakıma ikinci bölümü oluyor bu. Önceki tartışmamızda makalemin alt başlığı “Öküz Altında Buzağı Aramak” idi. Şimdi yine aynı başlığı kullanmakta bir beis görmedim, çünkü benzer arayışını sürdürüyorsun. Buzağıyı bulabilir misin? Bence milyonda bir ihtimal bile değil. Bana sorarsan yaptığın analize neresinden bakılırsa bakılsın bütün olay, bu atasözünde içerildiği gibi. Oruçoğlu’ndan Kaypakkaya yapmak istiyorsun, sanatçıdan gerçekleri anlatmasını bekliyorsun. İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de o olsun istiyorsun. Teoride duruyorsun pratikteymişsin gibi yazıyorsun, kentin göbeğindesin ama dağ başlarındaymışsın gibi konuşuyorsun. Yetmiyor, niyet okuyorsun! Aklında dolaşanları gerçekliğe dikte ediyor, hatta farkında olmadan politik metin yerine neredeyse edebi bir metin yazıyorsun. Sorgulayan, diyalektik bir akılla yazacağına duyguyla öfkeyle ve bağırarak yazıyorsun.
Makalende “Kaypakkaya’nın kurduğu parti”, “Kaypakkaya’nın örgütü” türünden cümleler kurmuşsun, bana çok yadırgatıcı geldi. Gerçekten böyle düşünüyorsan buna ilkellik diyeceğim. Eğer komünist partisi veya proletarya partisi olarak değerlendiriyorsan, onu bir kişiye “mal” etmek, samimi söylüyorum, zihninin tamamen karışık olduğunu gösterir. Kendin de söylüyorsun, iki kişilik daimi komite, yedi kişilik koordinasyon komitesi, 12 kişilik kadrolar birliği, seksen kişilik üyeler komitesi… Ortada bir değer varsa, bir yapı inşa olmuşsa doğaldır ki kolektif bir ürün olur. Bu türden organizasyonlar, kurulmasında öncülük eden kişiler de dahil olmak üzere kimsenin babasının malı değildir. Bildiğim kadarıyla hareketin tüzük ve programında da böyle bir ifade bulunmuyor. Sana göre Rus proletaryasının, Çin halkının değil Lenin’nin, Mao’nun partisi var. Öfkeyle yazarsan bu düzeye ve noktaya düşersin. Böyle ürün ve oluşumlarda bir öznenin payının çok daha belirleyici olduğu ileri sürülebilir mi? Evet, sürülebilir. Bu isim Kaypakkaya’dır diyorsan buna kimsenin itirazı olacağını sanmıyorum. Bu noktada kurucu lidere vurgu üstüne vurgu yapıyorsun yazında. Çok gereksiz bir vurgu. İlgili kamuoyu bunu senden çok daha ileri düzeyde, tarihi tecrübelere dayanarak, zaten biliyor. Bu yüzden yazın zayıf ve zorlama açıklamalarla dolu. “İnşa sürecinde Kaypakkaya’nın belirleyici olduğunu ilk olarak ben söylüyorum” diyorsan inan ki çok komiksin! Bunu bırakalım geleneği, dışındaki kesimler bile ezbere biliyor.
Kaypakkaya Özgündür Demek Totolojidir
Şimdiki makalen beş yıl evvelki makalene göre çok daha sorunlu, zayıf ve geri düzeyde. Bir ölçüde eski makalendeki birçok konuyu uzatarak pek az da yeni konu ekleyip bir metin yazmışsın gibi geldi bana. Konular yeni dediysem, yanlış anlama, bilgiler ve düşünceler yeni değil. Önceki metninde de, bu yeni yazdığın makalede de gereksiz yere Kaypakkaya övgüsü var. Onun özgün görüşlerini ve direnişini tekrarlara başvurarak yineliyorsun, yüceltiyorsun. Sevgili Metin, bunun neresi yeni? Sözünü ettiğin özgünlük de direniş de sağır sultanın bile duyduğu, bildiği bir realite. Gerçeği yinelemek, mantıksal bir terimle söylersek, totolojidir. Üstelik bu özgünlük ve direniş düşüncesini geleneğe yönelik yazıyorsun. İbrahim denildiğinde özgünlüğün ve direnişin akla geldiğini devlet bile biliyor. Kaldı ki, direniş ve özgünlük bir tek İbrahim’e içkindir diyorsan yine yanılıyorsun. Direniş ve özgünlüğü yalnızca İbrahim’le sınırlı düşündüğünde geleneğin nice neferlerine de haksızlık etmiş olursun. Ayrıca ülkemizdeki devrimci geleneklere ve elbette ki Kürt özgürlük savaşçılarına da haksızlık etmiş olursun. Ülkemizdeki bütün siyasal sosyal tarihin seyrini bir kişiye hatta bir geleneğe bağlamak da, olumlu olumsuz her süreçten bir kişiyi ve bir geleneği sorumlu tutman da çok idealist bir bakış açısına sahip olduğunu gösteriyor. Diyalektik materyalizme göre saf bir olay ve olgu yoktur. Esas olan ilişkidir! Sınıf mücadelesinin temel kategorisi de, yerellik değil evrensellik kategorisidir.
İzlediğin yol, Oruçoğlu’nu yereyim, Kaypakkaya’yı yücelteyim biçiminde olmuş. Çok kolay bir yazı yazmışsın. İbrahim’i öven yazılara aşınayız, şimdi sen bir yenilik yapıyorsun anlaşılan: Oruçoğlu’nu yererek hatta aşağılayarak İbrahim’i övmek. Mizah olsun diye söylüyorum yenilik bu olsa gerek. Bu bilinenleri onlarca sayfada açıklarken bir başkasını alaşağı mı etmen gerekiyor? İki kişi ya da iki lider, neden birbirinin aynı olsun ki? Mutlak özdeşlik diye bir şey yoktur sevgili Metin. Bilmen lazım. Marksizm Hegelcilikten farklı olarak özdeşliği değil farklılığı temel alır. Hegel’in özdeşçi mantığıyla yazdığın kanaati oluştu bende. Sınıflı toplumda yaşıyoruz, her insan aynı biçimde şekillenmiyor. Fark, sınıfların farklılığıyla ilgilidir. Aynı sınıf içinde bile özdeşlik olduğunu düşünmek diyalektiğe ters bir kavrayıştır. Kimi insanın sanat dehası, kimisinin felsefi dehası, bazılarımızın politik/siyasi dehası, kimi insanın da bilimsel dehası baskın olabilir. İnsan-bilgi ve bilinç olgusunu halen anlayamadıysan işte bu türden akla, mantığa dayanmayan duygu yüküyle oluşturulmuş, yerlerde sürünen metinler yazarsın. Oruçoğlu’nun “Sol siyasetin İbrahim Kaypakkaya’ya yaptığını, sol sanat ve edebiyat da bana yapıyor” demesini eleştiri konusu yapmışsın. Yalan mı? Başka örnekleri dışta tutsak dahi bir tek senin şu makalen bile Oruçoğlu’nu doğruluyor. Benim kitabımda ileri sürdüğüm tezlerden birisi de budur. Anımsatman iyi olmuş.
Analitik Kafa: Siyaset-Sanat Gerilimi
Kaypakkaya, aklı fikri başka şeylerde olan Oruçoğlu ile devrimcilik yapmaya çalışıyordu, diyorsun. “Başka şey” dediğin, galiba sanat oluyor. Sanatın devrimcilik dışında, başka bir şey olduğunu ilk defa senden duyuyorum. Makalende sanata koyduğun mesafe az buz bir mesafe değil, adeta bir düşmanlığa dönüştürmüşsün işi. Bunu Marksizme bir “katkı” olarak düşünüyorsan gerçekten alay konuyu olmuşsun. Burada sanatın gerekliliğini sana anlatacak değilim. Bu konuda yazdığım kitabı (Hayat ve Sanat) okumanı öneririm. Düşünmende mantıksal bir tutarlılık da yok. Bir an analitik bir kafa oluyorsun, olguları ve disiplinleri birbirinden ayırıyorsun, sanatı ve politikayı birbirinden izole ediyorsun, sonra diyalektikçi olup iki kişiyi birbiriyle özdeş hale getirmek istiyorsun. Oruçoğlu veya bir başkasının Kaypakkaya’yı tekrar etmesini bekliyorsun. İlla da kolektif faaliyetlerde insanların aynı şeyleri düşünmeleri, benzer yetenekleri geliştirmeleri, benzer ürünler vermeleri -düşünsene- ne kötü bir durumdur. Eğer başka şeyden kastın sanatın da gerisinde bir konuysa Kaykapkaya böyle biriyle hayati bir meselede neden beraber yürüsün ki? Yani Kaypakkaya, Oruçoğlu’nu “kullanan” veya “idare eden” birisi miydi? Senin demene göre Kaypakkaya bu birliktelik sürecinde saftı ya da safa yatmıştı. Hiç zannetmiyorum.
Kaypakkaya ile ilgili bilinenler dışında zorlanarak söylediğin, kafandan değil duygularından hatta karnından çıkararak yazmaya çalıştıklarının gerçeklikle bir ilişkisinin olduğunu düşünmüyorum. O denli uçmuşsun ki, “Kaypakkaya’yı onunla yedi sene birlikte yaşamış olan Oruçoğlu değil ben bilirim” diyorsun. Bu ne denli özgüven? Keşke makaleni yayına koymadan önce arkadaşlarından birine göstermiş olsaydın. Göstermeden yazı yayınlama konusu da aslında bir özelliğinle ilgilidir diye düşünüyorum. Bilgi-bilinç ilişkisinde kolektif duruma uzak durman, demin söylediğim gibi “Kaypakkaya’nın Partisi” biçiminde kullandığın ifadelerden belli oluyor. Büyük ihtimalle yayın yönetmeni olduğun (Teori ve Politika) dergiyi de öyle görüyorsun: “Metin Kayaoğlu’nun dergisi”. Bu durumda yazdığın makaleleri de kimseye redakte ettirmeyi, kimseyle tartışmayı düşünmez, başkalarından fikir almayı aklına bile getirmezsin. Kanaatim o ki, dergi editörlerinden –varsa- bir tek kişiye bile okutsaydın, makalenin senden de yönetmeni olduğun dergiden de çok geride kaldığı konusunda seni uyarırdı. Zira yazdığın yazı tanıdığım Metin Kayaoğlu’nun da zaman zaman izlediğim “Teori ve Politika”nın da çok aşağısında olmuş. Hatta kendi kendime Kayaoğlu “jübile yazısı”nı mı yazmış diye sormadan edemedim.
Sanat ve Edebiyat “Uydurma” Etkinliğidir
İlginç bir mantığın var: Kaypakkaya’nın düşüncelerini Oruçoğlu’nun romanlarında arıyorsun. Niçin bunu yapıyorsun? Belli ki mesele üzüm yemek değil bağcıyı dövmek. İbrahim’in görüşlerini benim bildiğim, insanlar yine İbrahim’in yazılarından, kitaplarından öğreniyor. İlk defa birinin bu bilgilenmeye bir romandan hareketle ulaşmak istediğine rastlıyorum. Yalnız kendi toplumumuzda değil dünyada da bir ilksin diyeyim. Kusura bakmazsan edebi metinle politik metni ayırt edecek durumda olmadığını söyleyeceğim. Elbette edebi metinde de bilgi aranır, ama bu dolaylı bir durumdur sanat metni için. Sanatla ilgili kısmi de olsa eğitimi söz konusu olmayan, örneğin senin gibi arkadaşlara, sanat eserinden bilgi çıkarma yöntemini önermem. Hatta bu türden kişilerin, sanata ilişkin yargılarda bulunmasını, keskin ifadeler sarf etmesini, eleştiri yapmasını, yorumlara girmesini sakıncalı buluyorum. Sanat eserinde gerçekleri ararken “uydurma” kavramına ulaşan, bunu da negatif (olumsuz: pejoratif) bir özellik zanneden bir eleştirmen gibi konuşmuşsun ki, gülünç. Zira sanat, haddizatında uydurma etkinliğidir, güzel uydurana da sanatçı deniliyor. Çok güzel uydurana da büyük sanatçı denilir sevgili Metin. Yani sanatın temel kategorisini ifade eden ve kurgulama olarak varlık kazanan “uydurma”, senin düşündüğün anlamda uydurma değildir! Olması gerekendir. Zira uydurma ya da eş değişle kurgulama (fiksiyon) söz konusu değilse sanat da yok demektir.
Neymiş, Oruçoğlu romanın başında “ben gerçekleri anlatıyorum” kabilinden bir cümle söylemiş. Gerçekleri anlatmayıp neyi anlatacaktı ya? Sanatta “gerçekçilik”, “doğalcılık”, “toplumcu gerçekçilik” biçiminde kavramlaşmış konuları hiç duymadın mı? Gerçekçi romanın ya da benim, Oruçoğlu romanları için de kullandığım “toplumcu gerçekçi” türdeki romanların gerçekleri, aslına uygun olarak, olduğu gibi sunan eserler sanıyorsan bu konuları bilmeyen, eğitimsiz birisin demektir. Sanatsal ürünlere estetik değerlerle bakman gerekirken etik ve politik değerlerle bakacak denli bilgisizlik örneği sergilemişsin. “Böyle sanatın içine tükürürüm” diyen bir teolog konumundasın. Düşünme yöntemindeki mantıksızlık burada da çıkıyor zaten. Sanata bu denli düşman bir konumda pozisyon alıp sonra roman çözümlemeye girişiyorsun. Neredeyse, utanmasan “sanatı da Oruçoğlu’ndan daha iyi bilirim” diyeceksin. Kaldı ki metninde öyle bir ruh hali var ki, yorumla söylüyorum, “politikayı Kaypakkaya’dan, sanatı da Oruçoğlu’ndan daha iyi bilirim” diyorsun! Bilgilerine, Ali Haydar’ı, Oruçoğlu’ndan daha iyi tanıdığını da eklemişsin, maşallah sana! Öyle ya, Ali Haydar’ın mücadele arkadaşı olan Oruçoğlu değil sensin!
Her ikisinin (İbrahim ve Muzaffer) önüne geçmeye çalışırken şurada yanıldığını düşünüyorum: Bunların savunduğu siyasal görüşler öyle senin benim gibi insanların entelektüel faaliyetleriyle açıklanacak, rekabet edilecek türden görüşler değil. Tartıştığın siyaset radikal, radikallikte de aşırı bir noktada bulunuyor. Bir entelektüelin veya bir dergi/gazete çevresinin de bu alana ilişkin söz söyleme hakkının olduğunu düşünmem, düşünsem de, seninki gibi üst perdeden ithamlarla andığın tartışmalara girmeyi ancak hastalıklı bir ruh haliyle açıklayabilirim. Beyoğlu veya Çankaya sokaklarında, adına kırtasiyecilik denilen türden yapılan devrimciliğin de bir değeri olduğuna inanan biri olarak söylüyorum, açtığın tartışma senin çok ilerinde olan bir konu. Benim bilmediğim bir şekilde bu konularda değişik bir politik yönelim içine girdiysen veya girmeyi planlıyorsan, onu ayrıca değerlendirmek lazım. Demem o ki eleştiri ilke olarak herkesin hakkıdır, öte yandan eleştirinin samimilik gibi dürüstlük gibi, ölçülülük ve mütevazilik gibi alt ilkeleri de olmalıdır. Bence sen eleştirinde tüm bunları ihlal etmişsin. Makaleni keşke yayımlamadan evvel Teori ve Politika editörlerinden (varsa) birine gösterseydin.
Bir Kaşık Suda Fırtınalar Koparmak
Sevgili Metin, makalende Oruçoğlu’nun ayrılık sırasında ve daha birçok konuda İbrahim kadar net olmadığını, ikircikli olduğunu mızmız, mıymıntı bir düşünce ikilemi içinde olduğunu yazmışsın. Politikadan ziyade sanata düşkündü, şiire merakı vardı türünden yaklaşımların var. Tut ki bu söylediklerinde haklısın! Hipotetik olarak söylüyorum, çünkü bu konularda ne bilgim var, ne bir araştırmam var. Sorayım, iyi de burada sorun nedir? Demin de belirttim insanlar bir yapılı değil ki, kimi insan bir konuyu çabuk kavrar hızlı karar verir. Kimisi kuşkulanır, sorgular, kimileri bunu daha da uzun bir zaman dilimine yayar. Kimimiz yavaş düşünürüz. Metin arkadaş, gerçekten önemli bir şey söylemiyorsun. Buna halkımız bir kaşık suda fırtınalar koparmak der. Hızlı karar vermek ile ihtiyatlı karar vermek arasında bir kıyaslama yapılacak olursa hangisinin daha üstün olduğunu saptamak kolay mıdır sanıyorsun? Ayrıca yürüttüğün tartışmada çok geride de kalıyorsun, zira andığın iki kişi son çözümlemede birlikte bir tutum almışlar mı, pratikte bir araya gelmişler mi, birlikte kurmuş birlikte yürümüşler mi, birlikte ölümlere göğüs germişler mi? Evet, evet, evet. Birisi diğerinden bir adım geride olabilir. Bu da kabulümdür. Oysa sen karnından çıkartarak yazdığın metinde Oruçoğlu’nu yok saymak istiyorsun.
Daha önceki polemiğinde Oruçoğlu’nu “İbrahim’in gölgesindeki adam” olarak değerlendirmiştin. Şimdi bir adım daha ileri gitmişsin “gelenekten atalım” demeye getiriyorsun. Yani Marx’a gücü yetmeyen birinin işe “Lenin’i atalım” diye başlaması gibi bir durum seninki. Sonra arada bir ifade daha kullanıyorsun: Karşı devrimcilik. Ne maksatla kullanıyorsun, kimi kastediyorsun, muğlak. Aklını mı kaçırdın sevgili Metin? Dalgınlıkla mı yazıyorsun, kafa karışıklığından mı, dikkatsizlikten mi kaynaklanıyor, bilemedim. Karşı devrimci sözünü Oruçoğlu’na mı, İbrahim’in ardılları dediğin kesimlere mi diyorsun, anlaşılır gibi değil. Diyeceğim şu ki, yazdığın makalenin “kendi yolunda yürüyen çevreler”e bir etkisi olmayacak ama düzenin savurduğu kişiler üzerinde epeyce bir kafa karışıklığı yaratacağı düşünülebilir. Söylediklerin belirsizliklerle dolu. Oruçoğlu’nu hem gelenekte iki kişiden birisi olarak görüyorsun hem de Aydınlıkçı olarak değerlendiriyorsun. Aydınlıkçılık, bildiğim kadarıyla malum gelenek açısından karşı devrimcilik olarak değerlendiriliyor. Dolayısıyla tüm bir geleneği de zan altında bırakıyorsun.
Aydınlanmacılığı Romanlarda Aramak
Aydınlanma konusuna da girmişsin Metin. İyi de etmişsin. Sevdiğim bir konudur Aydınlanma problemi. Türkiye ve Kürdistan sol hareketi, Marksizmin içine sızdırılan Aydınlanma belasından hala çekmektedir. Eleştirilerine temelde katılıyorum. Sonuçta biliyoruz ki, Aydınlanmacılık Marksizm değildir. Bir adım daha atalım: Marksizm Aydınlanmacılık ile çatışır. İyi güzel de sen bu konuda da kıyameti koparmışsın. Sanki Oruçoğlu ile ilgili yeni bir şey söylüyorsun! Oruçoğlu’nda da, çok ararsan İbrahim’de de –ilk dönemi için söylüyorum- Aydınlanmacı eğilimler bulabilirsin. İbrahim bir yana, Oruçoğlu’ndaki Aydınlanmacılığı saptamak için, senin yaptığın gibi sayfalarca yazmaya lüzum yoktur. Kendisi bu eğilimi kabul eder. Konuşmalarında, yazılarında da belirtir. Kusura bakmazsan bu argümanı benim kitabımdan (Epistemolojik Kopuş) öğrendiğini iddia edeceğim. Çünkü ben, kitabımda “Muzaffer Oruçoğlu’nda Aydınlanmacı defolar bulunmaktadır” diye yazmıştım.
Sen uzun uzun, üstelik roman kahramanları üzerinden Aydınlanmacılık arayacağına benim kitabımdan alıntılamakla yetinebilirdin. Yine makalen için Oruçoğlu’nun Aydınlanmacılığı çok önemliyse, kendi yayının olan “Teori ve Politika”ya bakabilirdin. “Kaypakkaya Sempozyumu”na telefonla bağlanan Oruçoğlu, İbrahim’le birlikte devlet karşıtı olduklarının altını çizdikten sonra cumhuriyetle beraber gelen Aydınlanmacı değerlerin de red edilmemesi gerektiğini söylemişti. Oruçoğlu, konuşmasında İbrahim’le “esasta” aynı düşündüklerini ama Aydınlanma konusunda farklı olduklarını da sözlerine eklemişti. Şimdi sen mal bulmuş mağribi gibi sayfalarca esip üflemişsin. Zaman kaybı diyeceğim. Anladığım şu ki, aklında, zihninde, bilincinde yeni bir şey yoktur! Böyle bir yazıyı kaleme almada bu durumun da etkili olmuş sanırım. “Zihnimdeki eskileri boşaltayım” derken bu duruma düşmüşsün.
Anarşizm Suçlamasından Aydınlanmacılık Suçlamasına
Sevgili Metin, bir de şunu fark ettim makalende. Beş yıl önce Oruçoğlu’nu “anarşist” olmakla itham etmiştin. Anlaşılan bu konuda görüşlerin değişmiş! Çünkü sen de biliyorsun anarşistler, Aydınlanmayı eleştiri konusu yapan ilk kuşak filozoflar oldular. Aslında olağan koşullarda birisine hem anarşist hem de Aydınlanmacı demek mantığı zorlamak anlamına gelir. Oruçoğlu kendine münhasır bir düşünür, sanatçı, politik teorisyen olduğu için belki de tüm bu birbirinden farklı sıfatlar ona yansıtılabiliyor. Yaşamının ileri ve olgun dönemini dikkate aldığımızda ise onun sanata yoğunlaştığını görüyoruz. Bu yüzden de Oruçoğlu’na sanatçı sıfatı daha çok yakışıyor diyebiliriz. Yine de politikadaki yerinin, işlevi ve etkisinin senin benim etkimden çok daha yüksek olduğu kanaatindeyim.
Oruçoğlu için sanatçı sıfatını daha çok hak ediyor derken aslında ben de yeni bir şey söylemiyorum. Çünkü bunu zaten kendisi çok açık olarak söylüyor. Bu yüzden senin tavrın bu noktada da bilineni tekrardan başka bir anlama gelmiyor. Diyebilirsin ki, “ben yeni olarak sanatçı sıfatının baştan beri geçerli olduğunu söylüyorum”. İyi de bunu da Oruçoğlu’nun kendisi birçok defa yazdı, söyledi. Sanattan siyasete, siyasetten sanata geçtim diyor. Bu noktada kaba bir şekilde “siyaset sanattan daha üstündür” diyorsan yanılıyorsun. Marksist teoriyi anlamamış, Marksist teoriden de bir şey anlamamışsın demektir. Brecht, Gorki, Nazım, Pudovkin, Aragon, Picasso misali nice devrimci sanatçı var. Bunların ömrü ve tarihe etkileri çok büyük ihtimalle senin makalenin ve yönetmeni olduğun derginin ömründen çok daha uzun ve etkileri de çok daha büyük olacaktır. Vurgulamak isterim ki, Muzaffer Oruçoğlu, politik ve felsefi görüşleri yanında bilhassa sanattaki ürünleriyle Marksist teoriye Anadolu topraklarından yapılmış bir katkıyı temsil etmektedir. Bu bağlamda ülkemizde yetişmiş beş klasiği bir kez daha anımsatmak istiyorum: Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ruhi Su, Yılmaz Güney ve Muzaffer Oruçoğlu. Sevgili Metin, yazılarımda da belirttiğim gibi evrensel ve yerel klasikler açısından sanat, sınıf mücadelesinin estetik araçlarla sürdürülmesidir. Senin sandığın gibi gereksiz veya ikincil bir uğraş/etkinlik değildir.
Karşılaştırmalar Nasıl Yapılır?
Mantık hataları içinde kalarak yazmışsın. Politikayı sanatla karşılaştırıyorsun, yetmiş yaşını geride bırakmış Oruçoğlu’nu 24 yaşındaki Kaypakkaya ile karşılaştırıyorsun. Yine gereksiz yere kendi faaliyetlerini Oruçoğlu’nın yazın ve düşün faaliyetleriyle yarıştırıyorsun. Girmemen gereken, seni çok aşan bir alana giriyor, yeteneğin olmayan konularda ahkam keserek kendini zor da bırakıyorsun. Haydi Oruçoğlu’nun gençlik dönemini Kaykapkaya ile karşılaştırdın, bunu anlıyorum, kabul. Yetmiş yaşında, kırkın üzerinde sanatsal, düşünsel, bilimsel, politik eser vermiş birini yirmi dört yaşında katledilmiş birinin karşısına çıkarmak da ne oluyor? Böyle bir karşılaştırma sen bu yaşına dek duydun mu, sanmıyorum. Aristoteles’ten beri bilinir ki, karşılaştırmalar birbirleri ile yakın ilişki içinde olanlar arasında yapılır. Konu yakınlığı, mekan yakınlığı, zaman yakınlığı olarak özetlemek istiyorum. Bırakalım Marksist/diyalektik mantığı, demek ki düşünme ve akıl yürütme yöntemin Aristoteles düzeyindeki mantığın bile gerisinde kalmış. Böyle olduğu için radikal olanı reformist olanla, legalist olanı illegal olanla, şehirdekini kırdakiyle, öküzü buzağıyla karşılaştırmaya yelteniyorsun. Keza farkında olmadan kendini, yaptığın yayıncılık etkinliğini (ki değerlidir) Kaypakkaya ve Oruçoğlu’nun devrimci faaliyetleriyle karşılaştırıyorsun, yine farkında olmadan dergicilik etkinliğini Deniz, Mahir ve Mazlum gibi simgesel isimlerin faaliyetleriyle karşılaştırıyorsun. Sonuçta karşılaştırdığın kişilere de kendine de haksızlık etmiş oluyorsun, lüzumsuz. Her şey, her insan ve her faaliyet dengiyle, kendisine yakın olan ile karşılaştırılır ve ilişkilendirilir.
Bir süre mantık çalışmanı tavsiye ederim. Mantığın zayıflığı, makalende iki-üç yerde ne söylendiğini de anlaşılmaz kılıyor. Yukarıda söylediğim gibi “karşı devrimcilik” bahsi bulanık kalmış. İkinci olarak “tarihsel olarak ileri olmak politik olarak geri olmak” konusuna girmişsin. Tartışmak isterdim ama kastın anlaşılmıyor veya ben anlayamadım. Bu görüşü Oruçoğlu mu, Kaypakkaya mı, yoksa sen mi savunuyorsun, emin olamadım. Bir başka yerde daha bulanıklık var: İbrahim’in öznelliğinden söz ediyorsun. “Kışın bölgede kalmamalıydı” türünden bir yaklaşım var. Sonra aynı yerde Lenin’i, Mao’yu da anıyorsun. Onların da öznel olduklarını işaret etmişsin ki, kastını anlamak benin açımdan mümkün olmuyor. İbrahim’i eleştirmişsin desem, bana ateş püsküreceğini biliyorum. Çünkü makalende zaten asla eleştirilmez bir İbrahim var. Sana göre İbrahim ne yapmışsa ne yazmışsa doğru yapmış doğru yazmıştır. Kastın bu değilse nedir, anlaşılmıyor. Bazı bireyleri/önderleri senin düşündüğün şekilde savunmak idealizmin, ancak en kötü versiyonları için geçerli olabilir. Yücelttikçe yüceltiyorsun. Neden? Oruçoğlu’nu aşağıda göstermek için. Çok gereksiz bir akıl yürütme. Buna dense dense, kişiyi putlaştırma, mitoslaştırma denilir. Engels’in dediğine göre, Marx seninki gibi Marx savunucularını duyduğunda “ben Marksist değilim” dermiş. İbrahim de seninki gibi gerekçelerle kendisinin savunulduğunu duysaydı sanırım “Ben Kaypakkayacı değilim” derdi.
Geçenlerde bir “teorisyen”in yazısında da aynı mantığı gördüm. Sizden birisi veya senin kafadan birisiydi diyeyim. Stalin ile Mao’yu karşılaştırıyor. Mao’nun, Marx’tan ve Lenin’den farklı düşünceler geliştirdiğini ve farklı bir yol izlediğini, Stalin’in ise her görüşünün Marx’ta ve Lenin’de var olduğunu ileri sürüyor. Buna göre Stalin, Mao’dan daha üstünmüş! Düşünme yönteminiz aynı: Öncekini tekrar etmek, öncekiyle aynılaşmayı savunmak. Eğer Stalin, Marx’ta ve Lenin de varsa kendisine niye ihtiyaç olsun ki? Sen de Oruçoğlu’nun Kaykapkaya’nın tekrarı olmasını bekliyorsun. Oruçoğlu, harekete sanat cephesinden bir katkı yapmasaydı, İbrahim’in benzeri/tekrarı olsaydı, bu hareket daha zayıf kalmaz mıydı? Bir kolektif çalışma, herkes kendi yeteneğini kattığı oranda güçlenir. Yoksa senin sandığın gibi herkes birbirini tekrar ettiği bir ortamda kolektifte gelişme olmaz ki. Yaptığın çıkarımlarda o denli ilkellik var ki, anlatamam. Mealen söylüyorum, diyorsun ki, Kaypakkaya; Oruçoğlu’na politik bir eylemden geldiğini söylediğinde, Oruçoğlu da ‘ben de parti ve ordu marşlarını düşünmekle yeni şiirler yazmakla meşgul oldum’ demiş. Oruçoğlu’nu böyle söylemiş diye adeta kınıyorsun, hakaret ediyorsun. Hadi diyelim şiire düşmansın ya da şiirden anlamayan birisin; şiirin, sanatın sınıf mücadelesindeki rolünü de bilmiyorsun, bari parti ve ordu marşının gerekliliğini bilseydin.
Türkiye’nin Marx’ı, Rusya’nın Lenin’i Diyelim!
Yazında karışıklık örneği saymakla bitmiyor. “Oruçoğlu’nun yolundan giderken ne yazık ki toprağa düşenler oldu” anlamında bir görüşün daha var ki, seni anlamak için Deloslu dalgıç olmak gerekir. Deloslu dalgıç metaforunu Sokrates, Herakleitos için kullanır. Oruçoğlu’nun yolu da ne oluyor sevgili Metin? Konuyu çok dağıtmışsın. Oruçoğlu için “kafası karışık” ve “İbrahim’i anlamadı” gibisinden ifadelerin var. Ben Oruçoğlu üzerine inceleme yapmış biri olarak söylüyorum, hiç de karışıklık yoktur. Fakat bu yazıda da izah ettiğim gibi senin kafanın çok açık olmadığına ilişkin pek çok neden görülüyor. Konuları ele alış biçimin, yargılama tarzın çok basit. Mesela Oruçoğlu İbrahim’e pek çok konuda katılmadı demek isterken argümanını bile düzgün söyleyemiyorsun. Yani “Oruçoğlu, İbrahim’e pek çok konuda katılmadı” diyebilirdin. “Pek çok” diyorum, çünkü “tümden katılmadı” dersen, zaten gülünçken çok daha gülünç duruma düşersin. Duyguyla, öfkeyle, hiddetle ve bağıraraksosyal ve siyasal tahlil yapılmaz, bunu bilmelisin. Bana yazdığın iletide “İbrahim söz konusu olduğunda hüzünleniyorum, ağlamaklı oluyorum ve gözlerim yaşarıyor” demişsin. Doğrudur, samimiyetine inanıyorum. İnsani bir duygu durumu, çok insanın da aynı duygu durumunda olduğunu düşünmeliyiz. Amma ve lakin sosyal ve siyasal saptama, analiz ve eleştiri sırasında bu duygu durumundan çıkmak, akılla ve mantıkla yazmak gerekir. Bence senin sorunun bu noktada düğümleniyor. Vurgulamak isterim ki, Engels’i Marx’tan ayıramadığımız gibi senin hatırın için Muzaffer’i de İbrahim’den ayıramayız. Bazı tarihsel ikililer birbirleriyle daha derin ve zengindirler.
Düşünme yöntemin yanlış! İlla İbrahim’i yukarıda göstereceğim konusuna kilitlenmişsin. Bence olduğu yerde göstermek gerekir: Ne fazla ne eksik. Nesnel olmak lazım derim. İstersen senden de öteye gideyim, İbrahim Kaypakkaya’yı Türkiye’nin Marx’ı ilan edeyim; daha ötesi var mı? Rusya’nın Lenin’i, Çin’nin Mao Zedung’u olduğunu söyleyeyim ama nesnel olalım. Bunu yaparken de senin yaptığın gibi yapmayalım; başka değerlere saygılı olalım derim. Düşünme yöntemine, analiz yapma tarzına bakılırsa tüm Türkiye devrimini bir kişinin gücü ve yeteneğiyle açıklamaya çalışıyorsun. Keza toplumsal bir devrimi bir geleneğin başarısına veya başarısızlığına indirgemişsin. Merkeze de kendini koyuyorsun: İdealizm, idealizm, idealizm! Meseleleri ele alış yönteminde ne objektif koşullar, ne sınıfların analizi, ne ittifaklar ne de bir bütün olarak Türkiye devriminin ve özel olarak da andığın geleneğin tarihi tecrübelerini söz konusu etmişsin. Bu yüzden yazdıkların bana kalırsa kişiye ve kişilere endeksli, dolayısıyla da tek yanlı bir bakış açısının ürünü olmuş. Sevgili Metin, konuyu dağıtmak istemem ama eskiden beri ülkemizde çok sayıda iddialı kişi ve gelenek vardır, var olmuştur. Keza ulusal kaygılarla mücadeleye başlamış, bugün içinse devrimci-demokratik bir rol oynayan ve birlik perspektifiyle yoluna devam eden Kürt hareketi var. Sen tüm bu dinamikleri yok sayarak Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu devrimlerini bir geleneğe, geleneğe de değil, bir kişiye, lidere yüklemeye çalışıyorsun. “Lider devrim yapamadı” diye de liderin yol arkadaşlarına, bunların içinde de bilhassa tek kişiye, Muzaffer Oruçoğlu’na hücumlar yapıyorsun. Bütünü göremeyen teke yönelen, ormanı görmeyip ağacı gören, genele bakmayıp yerelle yetinen bir bakış açısı bu.
Etik ve Estetik Bir Dil Olmalıydı
Sevgili Metin, görüşmeyeli dilin ve üslubun biraz bozulmuş. Neredeyse küfürbaz olmuşsun. Bana gönderdiğin notta “Oruçoğlu ile kişisel bir meselem yok” diyorsun ama konuya duygusal, öfkeli yönelişin kişisel bir meselen varmış gibi bir izlemin bırakıyor insanda. Bence de kişisel meselen olamaz. Çünkü bildiğim kadarıyla şahsen tanımıyorsun, bir araya gelmişliğin yok, karşılıklı tartışmışlığın da söz konusu değil. Peki Oruçoğlu’na karşı kullandığın hakaret sözcükleri, adeta küfür sınırındaki terimleri nasıl açıklamak gerekir? Benim aklıma gelen şu: Gerçeklikten yoksun, zorlama bir yazı kaleme alıyorsun, kendini de, arkadaşlarını da, okuru da ikna edemeyeceğini fark ettiğin anlarda işi, hadi küfür etmişsin demeyeyim, hakarete vardırıyorsun. Oruçoğlu’na karşı kullandığın ve benim saptadığım ad, sıfat ve fiillerin bir kısmını burada anmak isterim: Palavracı, saygısız, aymaz, gafil, arsız, bencil, bön, nesne, mavra, geveze, düşkün, zavallı, mıymıntı, sapkın, ehliyetsiz, başıboş, kör, yalancı, lanet… Dahası da var: yamuk, ham, zırvacı, ahmak, bulanık bir bataklık, kötü bir çorbacı… Bu dil ve üslup bırakalım bir devrimci teorisyenin dili olmayı sıradan bir burjuva aydınının dili bile değildir.
Ben sözcüklere takılan biri değilim. Düşünceyi, bilinci anlamak isterim ama senin yazında kullanılan dil herhangi bir alandaki profesyonelin dili değil. Şu kadarını söyleyeyim, bir tartışmada karşı taraf, hiçbir şey demeden sırf “bu kullandığın kelimeleri, sıfatları sana iade ediyorum” dese altından kalkabilecek misin? Hadi diyelim, bir ikisini düşüncenin akışı içinde söyledin ama bir değil iki değil hakaretlerin. Üstelik düşüncenin, cümlenin akışıyla ilgisi de yoktur bu hakaret içeren sözcüklerin. Çünkü bu sözcüklerle tek başına cümle bile kurmuşsun. “Gafil” diye bir cümlen var mesela. Bununla da yetinmiyorsun, yazında Oruçoğlu’na, “Yeter ki kendini Kaypakkaya ile aynı cümlede anma” diyorsun. Buna düpedüz ırkçılık denilir sevgili Metin. Tezin olmadığı için olanı da düşünce içeriğiyle temellendiremediğin için adama düpedüz hakaret ediyorsun. Bu küfür dili için bir gerekçen de, bunların hakaret veya küfür olmadığını savunman olabilir. Bu yüzden de “başkaları da bu sıfatları benim için kullanabilir” diyebilirsin. Buna da iki noktada itirazım olur. Bu, senin içinde bulunduğun liberalizmin derinliğine işaret eder ki, başlıbaşına bir tartışma konusu olur, ona burada girmek istemem. İkincisi de bu dil, senin bunca politik faaliyet içinde zerre kadar etik-estetik incelik kazanmadığının göstergesi olarak okunabilir.
Dilinden ve üslubundan anladığıma göre çerçevesini çizdiğim kaba, sığ ve sıradan sınırlar içinde görünüyorsun. Bu sığ ve kaba dünyadan bir an evvel çıkmanda yarar var demekle yetiniyorum. Etiğin ve estetiğin bilgisiyle donanmak ya da bu bağlamlarda iddiacı olmamak gerekir. Etik, estetik değerlerden uzak olunca girdiğin tartışmalarda, verdiğin örneklerde, bulunduğun yargılarda oldukça zayıf kalıyorsun. Kitabımdan yaptığın, Oruçoğlu’nun “savaşı, kaybeden kazanır” sav sözünü anlamsız buluyorsun. Çünkü böyle bir ifadeyi anlayabilmek için yeterli düzeyde felsefe, sanat, imge, simge ve metafor okumayı biliyor olmak gerekirdi. Bilmediğin sürece bu türden felsefi, estetik ifadeler sana anlam vermeyecek, zihninde bir fotoğraf oluşturmayacaktır. Oruçoğlu’nun “Devrim patlar, yürür, yenilir” demesine de itiraz etmişsin. Sanatı bilmiyorsun, anlaşılan siyasal tarihi de takip etmiyorsun. Burada, bunca yaşanmışlık, sonuçlar ortadayken itiraz edilecek ne var, seni anlamak gerçekten zor. “Tohum”u bile sosyolojik bir metin gibi okumuşsun. Lise düzeyinde edebiyat bilen bir genç insana dahi “Tohum”u okutsaydın, sana “burada gerçeklerden hareket edilse bile yazar bir edebi metin yazmış” demekte gecikmeyecekti.
Yazdığın Makalenin Amacı ve İşlevi
Bu makalenin amacı nedir, işlevi nedir biçiminde bir soru sordum kendi kendime. Ben bu soruyu, kendi metinlerim de dahil olmak üzere, her okuduğum makale ve kitaba ilişkin sorarım: Bu makale, kitap, eser neden yazılmıştır? Siyasi dozu, propagandist üslubu, iddiaları, yüksek sesli diline bakılırsa çok önemli bir hedefi olmalı senin yazının. Mesela okurun, makaleyle ikna olup “Oruçoğlu’nun örgütü”nü bırakıp “senin örgütün”e katılmasını düşünmüşsündür desem, yazın ve yayın faaliyetini örgüt olarak değerlendirmezsek, bildiğim kadarıyla ikinizin de örgütü yoktur. Oruçoğlu’na dair “bilinmeyenleri ortaya serdim” desen, deminden beri söylüyorum ki, metninde yeni bir tek cümle bile mevcut değil. Geleneğe yazmış olacağını da düşündüm ama yukarıda da söylediğim gibi gelenek, Kaypakkaya’dan beri radikalizm içinde bir yönelime sahip olduğundan, seninki benimki gibi etkinlikleri “kırtasiyecilik” olarak görüyor anlaşılan. Kaldı ki bunu düşünmüş olamazsın, çünkü daha ilk cümlende geleneği, “İbrahim bir ekip bırakmadan bu dünyadan göçüp gitti” demek suretiyle, yok sayıyorsun.
Geleneğin bu türden doğrudan izleyicileri yanında bir de dolaylı izleyicileri var, belki onlara yazmışsındır diye de düşündüm. Bunların da geleneği, Oruçoğlu’ndan ayırarak ele almak veya Oruçoğlu’nu gelenekten kopararak ele almak gibi bir tavırlarının olduğunu, bunu da senin sandığın gibi çok merkezi bir sorunsal yaptıklarını sanmıyorum. Geriye senin benim gibi geleneğe saygısı, merakı ve sempatisi olan bir kesim kalıyor. Yani bize veya benim gibi entelektüel etkinlikler içinde olan insan kümelerine yazmış olabilirsin. Diğer okuyucularını bilmem ama, ben kendi adıma yanıtımı yazmış oluyorum. Senden daha derinlikli sunumlar beklerdim. Dolayısıyla bu yazının yazılmasının, okunmasının, ikimiz ve bizim kulvardan okur yazarlar için zaman kaybından başka bir işlev göreceğini düşünmüyorum.
Senin makalenin amacını sorgularken bir iki ay önce yine Muzaffer Oruçoğlu’ya, tacizci, tecavüzcü, kadın düşmanı gibi sıfatlar yapıştırarak yapılan bir hücum da aklıma geldi. Hareket noktan, motivasyonun burası olmuş mudur? Pek sanmıyorum. Biliyorsun sonradan linçe dönüşen o hücum, bir kadın yazar tarafından başlatıldı, yine bildiğin gibi 6-7 saat içinde kırk dokuz örgütü bir araya getirmeyi “başardı.” Sana ilginç gelir mi bilmiyorum, sen bana makaleni yolladığında okuyunca aynı kesimler veya benzer çevreler senin makalenin de üzerine atlarlar diye düşündüm, ama öyle olmadı. Açık söylüyorum ilkinden kuşkulandım, senin makalenin de üzerine atlansaydı ve yine yazının hiç değilse bir bölümü sermaye medyasında yayınlansaydı aynı kuşkum geçerli olabilirdi. Konuyla ilgili üç noktaya işaret edip yazımı sonlandırmak istiyorum. Sen de “Tohum”daki kadın kavrayışını eleştirerek konu etmişsin, hani linççilere bir “selam ve sinyal” anlamına mı gelir diye düşündüm;fakat öyle değil. Zira senin makalenin üzerine malum kesimlerden atlayan olmadı!İkinci nokta önceki hadise, herhangi bir şekilde teorik bir gerekçe sunmadığı gibi 24 saat içinde sönümlendi, kayboldu. Savunucuları da, sürdürücüleri de çıkmadı. Seninkinde hiç değilse elimizde bir makale var. Tartışacağımız, eski meski de olsa argümanlar var. Üçüncü olarak da sana bir politik analiz sorusu yöneltmek isterim: Sol tarihimizde 49 hareketin bir araya geldiği, hele hele 7-8 saat içinde, bir araya gelip bir karara “evet” dediği görülmemiştir. O halde ne olmuştur da Muzaffer Oruçoğlu bahsinde bunca kerli ferli hareketler bir araya gelip hızlı bir şekilde “devrimci demokratik bir karar”a imza atabilmiştir?
Pesimist Duygular İçinde Yazmak Buna Denilir
Sevgili Metin, son tema olarak şunu söyleyeyim; yazında yüksek sesli, bağıran bir üslup bulunsa da öte yandan bakıldığında pesimist (kötümser) bir ruh haliyle yazıldığı anlaşılıyor. Makalenin bütününe bakıldığında “İbrahim öldü, düzen bozuldu, öldük, bittik” demeye getiriyorsun. Tarihi, yaşanmışlıkları, yengilerin yenilgilerin varlığını, ödenen bedelleri görmeyen bir göze sahipsin. Tam da şu sıralar toplumun bir bütün olarak moral değerlere ihtiyacı varken kendi pesimist duygu durumunu yansıtan bir makale kaleme almışsın. Dünyaya dergi ve gazete köşelerinden bakarsan ve dergi-gazete köşelerinden baktığını da dikkate almazsan gelişmeler gerileme gibi de anlaşılabilir: Pesimist yazmak buna denilir. Nereden baktığına bağlı, durumun emekçi sınıflar lehine ya da aleyhine olduğu. Oysa basın ve kamuoyunu takip eden herkes Kaypakkaya’nın izlerini bugün yalnızca Dersim ve Vartinik’te değil Avrupa, Asya, Anadolu toplumu, Kürdistan dahil olmak üzere Rojava topraklarına dek birçok coğrafyada görebiliyor.
Yine basın ve kamuoyundan izlediğimiz kadarıyla insanların birleşme ve kolektif bir eğilim içinde oldukları şu süreçte kafa karıştırıcı, sözüm ona “yeni düşünceler”le suları bulandırıcı bir yola savrulmak en kibar terimle abesle iştigaldir. Abesle iştigal derken, lütfen yanlış anlama, Oruçoğlu eleştirilmez demiyorum. Marksist teori açısından bırakalım Oruçoğlu’nu Marx ve Engels de, daha başkaları da eleştirilmez değildir. Bunu da Marx ve Engels’in savundukları felsefe anlayışından öğreniyoruz: Katı, mutlak ve kutsal hiçbir değer bulunmuyor. Öte yandan eleştirinin dürüst, aklive tutarlı olmasına özen göstermek gerekir. Senin metnin, bana sorulacak olursa, sınıfta kalmış. Ayrıca öyle bir İbrahim betimlemişsin ki, onu eleştirecek babayiğit var mı, bilmiyorum. Varsa senin karşına çıkabilir mi, çıksa bile eğer elinde güç varsa o eleştirmene ne yaparsın,ancak tahmin edebiliyorum. İşte makalende eleştirdiğin Oruçoğlu’nun “her insan bir devlettir” özdeyişinde içkin olan düşüncedeki “insan” da kanaatimce sensin. İnsanı da, Althusserci bir bakışla liberal bir kategori olarak görüyor olman, bir noktaya kadar anlaşılırdır. Beri yandan Marx ve Marksizm de insanı merkeze koyar. Özdeş demesek bile insandan toplum, toplumdan insan anlaşılır. Bu tartışmada da, bende öküz altında buzağı aramışsın gibi bir izlenim bıraktın.
Yine “Tohum”dan yaptığın ve itiraz ettiğin alıntıda dile getirilen “her şey insan içindir” cümlesini de bu kontekste değerlendirmek lazım. Kavramlara ve cümlelere kafana göre anlam ve değer yüklüyorsun. Spesifik olarak düşünüldüğünde insancılığı, burjuva hümanizması olarak değerlendirmene ve Marksizm dışına atmana katılıyorum. Oysa burada vurgu burjuva hümanizmasına değil. Oruçoğlu tarafından bir genellik içinde kullanılıyor. Bu açıdan Marksizmin insan ve insancılık düşmanı olduğunu söyleyemeyiz. Marx ve çok meraklı olduğun Hikmet Kıvılcımlı’ya gönderme yapmak istiyorum. Marx, Antik dönemin Latin tiyatrocusu Terentius’un bir sözünü önemser ve anar: Ben bir insanım, insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir!Bu cümlenin birebir, kendi vasiyeti olduğu gerekçesiyle Kıvılcımlı’nın mezar taşına da yazdırıldığını biliyoruz. Kısacası demek isterim ki Oruçoğlu, hümanist ve Aydınlanmacı değerlere meyilli olsa da benim açımdan Marksist çizgide bir düşün, sanatve eylem adamıdır. Dolayısıyla da Muzaffer Oruçoğlu, kitabımda da temellendirdiğim, detaylarını verdiğim ve vurguladığım üzere Marksist teorinin, bilhassa sanat ve edebiyat temeline Türkiye ve Kürdistan topraklarından yapılmış bir katkının adıdır.
Sanat ve Edebiyatın Rantı
Sevgili Metin, yazarken akıl ile politik sorumlulukla, felsefeyle, etik ve estetik ile yazmak gerekir. Bağırarak, hakaret ederek, duygularla yazmamak lazım. Bir kere, düşmanın bile olsa kimseye iftira atmamalısın! Bildiğin halde dosta düşmana yalan yanlış bilgi vermemelisin! Oruçoğlu’na yapılan tacizci, tecavüzcü, kadın düşmanı yakıştırmasına sarılmış değilsin ama geride de kalmamışsın. Makalende dört yerde “rant” konusuna açıklık getirme ihtiyacı duymuşsun. Sana göre Oruçoğlu, Kaypakkaya’yı “rant kapısı” olarak görüyor. Sana bakılırsa Oruçoğlu kitaplar, romanlar, tablolar satarak paralar kazanıyor. Sevgili Metin, güya yıllardır yazın ve yayın piyasasının içindesin, bu piyasada çarkın nasıl döndüğünü bile öğrenmemişsin. Kısa kesiyorum, kitapları onbinler, yüzbinler satan birtakım sermayenin popüler yazar ve sanatçıları dışında hiçbir yazar ve sanatçı sanat-edebiyat çalışmalarıyla, değil ki rant birikimi yapmak, yaşamını bile sürdürüyor değil. Kısa bir araştırmayla bile bunu saptayabilirdin. Kusura bakmazsan bu noktada da dersini iyi çalışmamışsın diyeceğim. Bir kere kendin de yirmi beş yıldır bu piyasanın içindesin, ne kadar rant birikimi yaptın? Lütfen gülünç olma!Neyse, çok uzattım lafı, bitireyim.
Makalenden geriye ne kalıyor? Oruçoğlu’nun Aydınlanmacı olduğu! Seninle benzer düşünüyoruz. Fakat sen de biliyorsun ki, Oruçoğlu’ndaki kadar Aydınlanmacılık Türkiye sol hareketinde, Marx, Engels, Lenin, Stalin, Mao ve benzerlerinde ziyadesiyle bulunmaktadır. Aydınlanma meselesi, senin sandığından bile köklü bir meseledir, hatta didiklersen Kaypakkaya’da da bulursun. Unutmadan söyleyeyim, “Tohum”da dizgi yanlışı da bulmuşsun: At yerine eşek yazılmış diyorsun. Teşekkür ederim, haklısın. At yerine eşek yazılmış olması, ileri sürdüğün iddiaları ne kadar doğrular, bunu da okurun takdirine bırakıyorum. Metin arkadaş, oradaki yanlış kelimeden yazar kadar ben de sorumlu sayılırım. Zira “Tohum”un yeni versiyonunun redaksiyonunu ben yapmıştım. Öte yandan yine “Tohum”dan hareketle “köylü, oturduğu yere tükürmez” demişsin ki, bir kez daha estetiği etikle karıştırdığın anlaşılıyor. Ahlakçılık yapmışsın, lüzumsuz! Ayrıca “Oruçoğlu’nun sanatı yüksek değildir”, diyerek işi kindarlığa da vardırmışsın, buna aynı zamanda değer bilmezlik de denilir, seni yalnızca vicdanlı olmaya davet etmekle yetiniyorum. Makalenden anlaşıldığına göre Oruçoğlu’nun kırk civarındaki eserinden yalnızca “Tohum”u okumuşsun, yine de“sol sanat ve edebiyat için yüksek olmadığından eminim” diyebiliyorsun. Bırakalım diyalektik düşünceyi, endüksiyon yöntemin (tümevarım) modern kurucusu ya da keşifçisi Francis Bacon bile bu akıl yürütmeye itiraz ederdi. Bir örneğe bakıp kırk eser için genelleme yapıyorsun, keskin zekana herkesi hayran bırakıyorsun!
Şimdilik bunlar, sevgiyle, dostlukla…