Bu hafta katıldığım bir toplantıda konu Köy Enstitüleri idi. Toplantıda dile getirdiğim düşüncelerin bir kesitini bu yazıda da konu etmek istiyorum. Köy Enstitüleri, Türk egemen sınıfları açısından cumhuriyet ideolojisine bağlı olarak gündeme geldi ve modernleşme (kapitalizm diye okuyun) sürecinin bir gereği olarak taraftarlar buldu. Cumhuriyet projesinin, emperyalizmden bağımsız olarak ele alınamayacağı varsayılırsa onun yerelliğinden de, milliliğinden de, özgünlüğünden de söz edilemez. “Enstitü” teriminin bile köyle bir ilgisini kurmak zordur. Acaba köylüler bu sözcüğü nasıl telaffuz ediyordu, edebiliyor muydu, merak ederim. Parti farkı gözetmeksizin söylenebilir ki Enstitüler, devlet tarafından kurulmuş ve yine devlet tarafından kapatılmıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca açmalar ve kapatmalar Köy Enstitüleri’nden ibaret de değildir. Türk egemen sınıfları sahte Komünist Partisi’ni bile kurup (1920) kapatmışlardır. Halkevlerini kurup (1932) kapattıklarını da biliyoruz. Kadro Dergisi’ni (1932-35) kurup kapattıkları da herkesin bildiği bir gerçektir. Çünkü, bu kurumlar kuranların düşündüğünün aksine muhalif düşüncelerin yeşerdiği alanlara dönüşmüştür. Köy Enstitüleri de böyle bir gelişme göstermiştir diyebiliriz.
Köy Enstitüleri’nin Pestalozzisi
Köy Enstitüleri’nin 1940 ile 1954 yılları arasında etkili oldukları anlaşılmaktadır. İsmet İnönü dışında Mili Eğitim Bakanı olarak Hasan Ali Yücel, Milli Eğitim Müdürü olarak İsmail Hakkı Tonguç isimleri okulun inşa sürecinde adı öncelikle anılan kişilerdir. Kent yerine kırsalda, köylerde okuma etkinliğini artırmak temel amaçtır ama dahası var: Okullar köylülerce yapılacak, buradan mezun olan (kız-erkek) öğretmenler ise bu köylerde 20 yıl boyunca zorunlu öğretmenlik yapacaktır. Program bununla da kalmıyor: Burada eğitim ve öğretim görenler yalnızca teorik konular bilmekle kalmayacak pratik (uygulama) alanda da meslek sahibi olacaklar. Marangozluk, sağlık meslekleri, mühendislik meslekleri de öğretilecektir. Yani okul, sanayi kapitalizminin bir uzantısı, onun kırlardaki kolu ve kılcal damarları olacaktır. Meta üretiminin sınırlarını genişleten bir amaç güdüldüğü söylenebilir.
Bu faaliyetlere bakılırsa projenin toplumsal bir ihtiyaca karşılık verdiği düşünülemez. Bunun yerine kapitalizmi köylere kadar genişletmek amacı güttüğü ortaya çıkmaktadır. Enstitü’deki öğrencilerin veya köylülerin yönetime katılması veya toprak reformu (devrimi demek zaten lüks olur) söz konusu değildir. Hatta bunları, olası bir toprak reformu talebi veya toprak devrimi düşüncesine karşı inşa edilmiş kurumlar olarak düşünmek yanlış olmaz. Bu yüzden projenin ağa-babalarını emperyalistler arasında aramak yanlış değildir. İ. H. Tonguç için İsviçre’nin Pestalozzisi denilmesi, Pestalozzi’nin de J. J. Rousseau’nun öğrencisi olması manidardır. Yine daha cumhuriyetin ilk yıllarında Amerikalı eğitim bilimci, liberal düşünür J. Dewey’in eğitimi dizayn etmek üzere Türkiye’de bulunmasını dikkate aldığımızda projenin köklerinin nerelere dayandığı anlaşılmaktadır. Kaldı ki bu projenin kökleri İmparatorluğun son yıllarına kadar uzanır. Konuyu uzatmamak için detaya girmiyorum.
Enstitüler ve Türk Milliyetçiliği
Türkçe, Tarih, Coğrafya ve Yurttaşlık Bilgisi
Köy Enstitüleri’nde okunan/okutulan derslerin adları ve içerikleri mutlaka anılmalıdır. Ben yazıya başlık yaptığım çerçevede dikkatimi çeken dersleri sıralamakla yetineyim: Türkçe, Tarih, Coğrafya ve Yurttaşlık Bilgisi. Bu derslerin, toplumsal ilerleme, demokratik yönetim ve eşitlikçi dünya tasarımıyla bir ilgisi bulunmuyor. Tersine tekçi, ırkçı ve faşist diyebileceğimiz bir ulus devlet anlayışına karşılık geldiği çok açıktır. Kürtçenin yok sayıldığını da eklediğimizde projenin ne denli “iyi niyetli” bir proje olduğu dikkatleri hemen çekecektir umarım. Türkçeden kasıt Türkçülük ideolojisidir, tarih denilirken Türklerin tarihi kastedilmektedir. Coğrafya denildiğinde de Misak-ı milli sınırları içindeki toplum yani yalnızca Türk toplumu ya da milleti anlaşılmaktadır. Yurttaşlık Bilgisi ise tüm ulus devletlerde olduğu gibi Köy Enstitüleri açısından da cumhuriyet yönetimine Türklük bağıyla bağlı bir tekçi toplum yaratmak anlaşılmalıdır.
Enstitüler’in müfredatındaki Türkçe, tarih, coğrafya ve yurttaşlık bilgisi dersleri, iki gelişmeyi daha duyurmaktadır. Birisi, aynı sürece Türk tarih Kurumu’nun 1931’de, Türk Dil Kurumu’nun 1932’de kurulmasının eşlik etmesidir. İkincisi de yine aynı ideolojik etkiden hareketle 1940’lı yıllardan itibaren Ankara Üniversitesi’ne bağlı olarak Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin kurulmasıdır. Tüm bu kurumların kuruluş mantıklarına ve gelişme seyrine yakından bakıldığında, bunların toplumsal ve demokratik ilerlemeyle bir ilgisinin olmadığı tam tersine, resmi ideolojiyi topluma şırınga etmek maksadıyla organize edildiği görülmektedir. Köy Enstitüleri’nin ve DTCF’nin inşa edilmesinin 1946 sonrasına kalmasının elbette daha belirgin bir manası da vardır: En son Dersim’de (1937-38) yapılan katliamlarla tamamlanan fiziki saldırılardan sonra sıra ideolojik olarak topluma egemen olmaya gelmiştir. Ne var ki sınıf mücadelesinin evrensel ilkeleri gereği, istenilen hakim sınıfların düşündüğü gibi olmamıştır. Kurumlar, nispeten de olsa devlet ve düzen karşıtı devrimci kurumlar haline gelme eğilimi göstermiştir. Sağ kesimin, bu kurumlara karşı çımasının temellerini de bu noktada aramak gerekir.
Platon’un Toplum/Eğitim Anlayışından Esinlenme: Irkçılık
DTCF’nde olduğu gibi Halkevleri ve Köy Enstitüleri’ndeki feodal ve kapitalist düzen karşıtı eğilimleri not etmek gerekiyor. Örneğin DTCF’de 1948’de ortaya çıkan “gelişmeler” bu kurumlarda bir muhalif damarın geliştiğini, bu yüzden de bastırıldığını göstermesi bakımından didaktiktir. Resmi ideolojinin çıkarı birden tersine dönmüş ve resmi ideoloji karşıtı diyebileceğimiz sol, sosyalist eğilimler güçlenmeye başlamıştır. Bunu fark eden egemen sınıflar Behice Boran, P. Naili Boratav, Niyazi Berkes, Mediha Berkes, Muzaffer Şerif ve daha birçok akademisyeni fakülteden uzaklaştırmıştır. Aynı gelişmeler aslında Halkevleri için de geçerlidir. Köy Enstitüleri’nin serüveni de bundan farklı olmamıştır. Enstitü’deki devrimci eğilimlerin geliştiği fark edilmiş ve egemen sınıfların kendi aralarındaki klik tartışmaları da buna eklenince çare kapatmada bulunmuştur.
Köy Enstitüleri’ne genel bir negatifleme yapılsa da özel olarak ona karşı çıkmanın bir manası yoktur diye düşünüyorum. Çünkü şişirildiği kadar önemli bir proje değildir. Düzen içi, kapitalizmin ilkelerine, liberalizmin kurallarına uygun hareket edilmiştir. Tekçi, ulus devletin eğitim politikası günümüzde de –öz olarak- değişmiş değildir. “Eğitimde fırsat eşitliği” klişesi şimdi olduğu gibi Enstitüler açısından da geçerli değildi. Öğrencilerin seçilme tarzına bakıldığı zaman Platon’un devlet anlayışında görülen bazı anti demokratik ve hatta ırkçı diyebileceğimiz kriterlerin Köy Enstitüleri için de geçerli olduğu görülmektedir. Mesela bu okullara ilkokul sonrası öğrenciler alınırken sağlık kontrolünden geçiriliyor. Bedensel sağlığı veya ruhsal özelliği sorunlu olanlar dışlanıyor. Demokratik ve eşitlikçi bir kaygının güdülmediği anlaşılmaktadır. Çünkü en seçkin öğrenciler, sınav ve mülakatlarla alınır. Okulu herhangi bir nedenle terk edenler ekonomik sorumluluk altına alınıyor. Kendisi için edilen masraflar, ayrılan öğrenciden talep ediliyor. Mezunların 20 yıl aynı yere mahkum edilmesi de bunun cabası olsa gerek.
Enstitüler’deki Laik/Deneyci Eğitim Anlayışı
İki noktaya açıklama getirerek bitirmek istiyorum. Birinci konu: Sol kesimler neden Köy Enstitüleri’ni övmektedir? İkinci konu da, burada yetişen, mezun olan kişilerin entelektüel, kültürel derinliklerinin ve niteliklerinin ne olduğu. Sol derken Marksizmin etkisindeki sol’dan değil Fransız burjuva aydınlanması geleneği içindeki sol’dan söz ediyorum. Bu kesime göre Enstitüler’de teoloji ve din karşıtı bir müfredat uygulanmıştır. Gerçekten de bu okullardaki derslere bakıldığında ağırlıklı olarak deneyci/empirist geleneğe uygun bir eğitim anlayışı geçerli olmuştur. Bu biçimiyle laik/seküler bir felsefeye dayandığı ileri sürülür. Bunun, bana göre doğruluk payı da vardır. İşte burjuva aydınlanmacı solu açısından laik olan “sol” sanıldığı için Köy Enstitüleri, gereksiz yere abartılır, şişirilir.
Bu laik ve deneyci eğitim anlayışın belirleyiciliğinden dolayı da Sovyetik eğitim anlayışlarıyla karşılaştırılır ki tamamen lüzumsuz bir benzetmedir. Zira bir yerde sosyalist bir devletten bir yerde ise faşist bir devletten söz ediyoruz. Bununla birlikte Köy Enstitüleri’ne, sosyalizm açısından ve sınıf mücadelesi bakımından -özel olarak- gerici veya ilerici bir içerik yüklemenin yanlış olacağını düşünüyorum. Açılmasının hiçbir özgün kazanımı olmamıştır; öte yandan mademki açılmış, emek verilmiş kapatılması da gerekmezdi demekle yetiniyorum. Yani toplumda sosyal bir değişikliğe imkan verecek bir proje değildir. Özü itibariyle şimdiye kadar ki eğitim politikasının bir ürünü olarak burjuvazi ve toprak ağaları tarafından kurulmuş ve yine onlar tarafından kapatılmıştır.
Enstitüler’deki Entelektüel Verimlilik!
Köy Enstitüleri’nde çok sayıda entelektüelin yetiştiği, on binlerce öğretmenin mezun olduğu, yazar, sanatçı ve milletvekilini tarih sahnesine çıktığı da başka bir realitedir. Bunca verimli insanın Köy Enstitüleri’nden çıkmış olmasını, kurumun gücüne ve yaratıcılığına bağlamak doğru görülmüyor. Çünkü buraya zaten çeşitli yönleriyle yetenek geliştirmiş öğrenciler alınmaktadır. Akıl, kişisel özellik ve yaratıcı düşünce bakımından elverişli öğrenciler seçilerek ve süzülerek tercih edilmişlerdir. Genel bir yorumla söylersek, bu öğrenciler her koşulda zaten asgari düzeyde kültürel bakımdan ön plana çıkabilirlerdi. Asgari düzeyde diyorum, çünkü nihayetinde burada yetiştiği düşünülen pek çok kültür kişisinin ortaya koyduğu ürünlere bakılırsa, bu ürünleri ve yaratıcılarını çok da abartmamak gerektiği hemen anlaşılacaktır.
Kültürel verimliliğe son olarak şunu ekleyeyim: Enstitüler’in kapatılması nedeniyle köylere adeta mahkum edilen Enstitülüler, ülkenin çeşitli yerlerine, bu arada Batı kentlerine ve bazen de yurtdışına gitme, buralarda kendilerini geliştirme imkanı buldular. Sanatta, bilimde, felsefede, politikada gelişme koşullarını köy dışında bulduklarını ileri sürüyorum yani. Enstitüler devam etseydi, ihtimal olarak söylüyorum, bu sanat ve düşün adamı konumuna yükselmiş kişiler, köy dışına çıkamayacakları için daha farklı, elbette ki sınırlı ve sığ yetenekler içinde kalabilirlerdi.