21 Şubat, Dünya Anadili Günü olarak kutlanıyor. Konunun pek çok boyutu olduğunu, farklı toplumlara özgü güncelliği bulunduğunu baştan anımsatmak isterim. Kürtçe başta olmak üzere ülkemizdeki pek çok dilin varlığı ve bunların resmi dil tarafından baskılandığı hatta devlet tarafından yasaklanması, konuyu daha da aktüel hale getirmiştir/getirmektedir. Bu aktüel boyuta rağmen dilin felsefesinin yapılması, sosyal, bilimsel, politik ve psikolojik açıdan ele alınması, düşünce tarihinin en eski zamanlarına kadar uzanır. Hint, Mısır ve Asurlulardan beri dil ile ilgilenilmiştir.
Batı düşünce tarihinde de Platon ve Aristoteles gibi büyük düşünürler dile yönelik açıklamalarda bulunmuşlardır. Dil ile düşünce arasındaki ilişki, dil felsefesinin ve dilbilimin merkezi konusu olmuştur. Anadilinin ne anlama geldiği ve önemi de yakın zaman felsefi çalışmalarında gündem olmuştur. Yine de bu çerçevedeki etkinliklerin tarihi 200 yılı geçmez. Bu da bize modern toplumları ve bilhassa da ulus devletlerin doğuşunu hatırlatır. Çünkü ulus devletler tek dili merkeze koyarken bunun dışındaki dilleri –şiddet yoluyla- asimile etme yoluna gitmişlerdir.
Dil Felsefeleri: Sapir-Whorf Kuramı
UNESCO, 2000’den beri 21 Şubatı Dünya Anadili Günü ilan etmiştir. UNESCO’nun dil meselesini gündeme getirirken amacı, genel bir dil meselesi olmamıştır. Zaten bunun bir önemi olmazdı, UNESCO’nun işi de bu değildir. Kurumun asıl kastettiği “anadil” de değildir. Kastedilen “anadili”dir. İkisi arasında bazen anlam ortaklığı olsa da, anlamdaş gibi görünseler de, ikisinin aynı şey olduğunu söyleyemeyiz. “Anadil” derken temel dil, kök dil, doğuran dil anlaşılır. “Anadili” dediğimizde ise insanların içine doğdukları dil akla gelir. İnsanların ilkin öğrendikleri özellikle de anne-babalarından ve yakın çevrelerinden öğrendikleri dili anlamak gerekir. Dilin bu özelliğiyle ilgili olan dil kuramına/felsefesine Sapir-Whorf Kuramı denilmektedir. Amerikan yapısalcılığı çerçevesinde ortaya çıkmış bir teoridir. Düşünmenin anadilinde gerçekleştiğini ileri süren bu kurama göre her dilin kendisine özgü bir dünya kavrayışı bulunmaktadır. Buna birazdan birkaç ek de yapacağım.
Modernleşme ve Dilde Asimilasyonlar
Antik felsefede ve Ortaçağ felsefelerinde dil, kısmen bilimsel olarak bilgi nesnesi kılınmış olmakla beraber daha çok metafizik diyebileceğimiz bağlamlar içinde ele alınmıştır. Dilin, dolayısıyla da düşüncenin ve buna bağlı olarak bilginin problem haline gelmesi modern toplumla birlikte olmuştur. Modern çağ demek, modern devlet demektir, o da ulus devlet anlamına geliyor. Kısaca söylersek modern gelişmeler, çok sayıda yerel, ulusal dilin gelişmesine imkan verdiği halde, hakim hale geldikleri yerlerde de pek çok dili asimile etmişlerdir. Dillerin en büyük asimilasyonu modernizmle başlamıştır denilebilir. Bununla birlikte dillerin kendiliğinden yok olduğu da görülmüştür. Buna dillerin “gönüllü asimilasyonu” da denilebilir. Hatta bana göre bu yan, tarihsel süreçte daha baskın olmuştur. Dillerin baskı ve şiddetle yok edilmesi, kolay başarılacak bir gelişme değildir. Kürtçeyi buna örnek olarak verebiliriz. Yüzyıllık baskıya rağmen yaşamayı başarıyor. Hatta son on yıllardaki gelişmelere bakılırsa ilerleme gösterdiği bile söylenebilir.
Dile müdahalenin anlamsız olduğu da başka bir realitedir. Türk egemen sınıflarının 1920’den itibaren yeni bir dil yarattıkları tezinin de efsaneden başka bir gerçekliği yoktur. Türkçe zaten bin yıllardır var olan bir dildir. Yalnızca siyasal müdahaleler neticesinde yeni biçim/biçimler kazanmış olabilir. Yine resmi söylemin şişirerek ileri sürdüğü “1928 Dil Devrimi” ifadesi de gerçekleri yansıtmıyor. Çünkü devrim dilde olacak bir şey değil, tersine toplumda, ekonomik, sosyal gerçeklikte olacak bir harekettir. O halde? O halde dil, Konfüçyüs gibi düşünürlerin sandığı gibi toplumu belirlemez, toplumsal gelişmeler, sosyal ve siyasal devrimler dili belirler. Dilin sosyal gerçeklikle tarihsel arkaplanıyla olan ilişkisi, düşünce tarihinde yeni görüşlerin ve dil felsefelerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Tarih Dışı Yapısalcı Dil Teorileri
Kıta Avrupası’nda dil felsefesi denildiğinde akla öncelikle F. Saussure ve Wittgenstein gelir. Yapısalcı dilbilimin kurucuları sayılmaktadırlar. Adından da anlaşılacağı gibi dili tarihsel ve toplumsal bağlarından izole ederek, onu bir “yapı” olarak ele alma durumu vardır. Saussure tam olarak bu çizgidedir. Göstergebiliminin de kurucusu sayılan düşünüre göre gösterge, tüm dilsel ögeleri içerdiği için göstergebilim, dilbilimi öncelemekte ve içermektedir. Bunların detayına girmek, konuyu uzatacağı için kısaca söylüyorum. Dilde anti tarihselci ve toplumsalcı olan Saussure açısından adlar ile nesneler arasında zorunlu bağlar yoktur. Siyasal bir yorumla söylersek bunun “liberal: özgürlükçü” bir bakış olduğu da ileri sürülebilir. Aynı zamanda ulus devletler için herhangi bir dilin zorunlu olmadığı sonucu ortaya çıkar. Biraz daha abartılı bir değerlendirme ile dile getirecek olursak ulus devlet için gerekli kriterler için de, dilin bir belirleyen olmadığı gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Ulus devletin diğer kriterlerine şimdilik girmiyorum. Wittgenstein de anti tarihselci ve toplumsalcıdır. Dili olguların toplamı olarak değerlendirirken ve hem dile hem dünyaya sınırlar çizerken de bu durumu işaret etmiştir.
Anadilinin Kendine Özgülüğü
Sapir ve öğrencisi Whorf, ana dili denildiğinde en ilginç düşünürler olarak görünmektedirler. Doğadaki ve dünyadaki sosyal veya sosyal olmayan olgu durumları her dilde aynı resmi mi vermektedir? Mesela bir deniz manzarası, anadili Kürtçe olan kişiye ve ana dili Türkçe olan kişiye aynı resmi mi vermektedir? Yağmur dendiğinde Arabistan toplumu ile Karadeniz’de yaşayan halklar aynı duygu, düşünce ve psikolojiyi mi duyumsarlar? Bu türden sorular üzerine yoğunlaşan Amerikan yapısalcılığının önde gelen düşünürleri Sapir ve Whorf, dillerdeki farklılığı gördüler ve bunu bir teoriye çevirdiler.
Amerikan yerlilerinin dillerinden hareket eden araştırmacılar, dillerin kendilerine özgü düşünme biçimleri ve duygu durumları taşıdığını saptadılar. Belki aşırıya giderek dillerin birbirine çevrilemez olduğunu bile iddia ettiler. Gerçekten de bazı çeviri kitaplarını Türkçede okuduğumuzda, birçok konuda saçma diyebileceğimiz karşılıklara tanıklık ediyoruz. Anadilinin ne anlama geldiğini ve önemini daha kuvvetli hale getirmek için şimdi bir kurguyu yansıtmak istiyorum.
Bir grup Ermeni köylüsüyle karşılaşan bir Rus entelektüeli, topluluktan birisinin Ermenice bir şarkı/türkü söylediğini ve diğerlerinin de hüngür hüngür ağladığını görür. Kötü bir durumun olduğunu fark eden Rus, söylenen türkünün ya da ağıtın Rusçaya çevrilmesini rica eder. Köylülerden biri en dikkatli bir şekilde ağıtın sözlerini Rusçaya çevirir. Zerrece etkilenmeyen Rus entelektüeli, “bunda ağlanacak ne var” demekle yetinir. İçlerinden bir köylü de “Ermenice düşününce farklı oluyor” diyerek karşılık verir. Baskın olan Rusça ile baskın olmayan ama Ermenilerin anadili olan Ermenicenin yansıttığı dünya görüşünün, duygu durumunun ve psikolojinin farklı olduğunu gösteren bu örnek her türden farklı dil arasında düşünülebilir. “Farklı dil” diyorum, çünkü dillerin baskın olup olmamasından bağımsız bir yönüne dikkat çekiyorum. Sapir ve Bilhassa Whorf, dil çalışmalarında bunu ispat ettiklerini düşünmüşlerdir.
Herder, Kaustky ve Stalin
Dil, ortaya çıktığı yıllarda olsun Antikçağ ve Ortaçağ yıllarında olsun masum olsa da modern çağlardan beri onun masum olduğunu düşünemiyoruz. Çünkü dile burjuvazinin müdahalesi söz konusu olmuştur. Bu yüzden dil ile pazar arasında ilişki kurulması doğaldır. Yani egemen sınıflar dilin ruhuna, kendi emellerini şırınga etmişlerdir. Bu yüzden newroz kelimesinin nasıl yazılması gerektiği büyük bir hukuksal ve siyasal sorundur. Yine aynı nedenlerle Kürtçenin eğitim dili olması engellenmektedir. Bırakalım eğitim dili olmasını anadili olduğu bile reddedilmektedir.
Demin verdiğim Rusça-Ermenice örneği Türkçe-Kürtçe üzerinden de pekala verilebilir. Bunu Kürt sanat ve edebiyatından da anlamak mümkündür. Kürtçenin de diğer diller gibi kendine özgü düşünme biçimi olduğuna, kendisine has bir dünyayı kavrama biçimi olduğuna kuşku yoktur. Neticede bir Ermeni de Rus’un, Türk’ün, Kürt’ün dilini dinlerken değişik duygu ve düşünceler hissedecektir. Rusça demişken, Stalin ve Nikolay Marr arasındaki dil tartışmalarını da (detay veremedim) anımsatmakla yetineyim. Dil, Boşevikler açısından UKKTH söz konusu olduğunda temel ölçütlerden birisi sayılmıştır. Alman düşünür Herder’le gündeme gelen dil, yine bir Alman düşünür ve teorisyen olan Kaustky ile ete kemiğe bürünmüş ve Stalin’in önerisiyle ölçüt haline gelmiştir.
“Anadil” Değil “Anadili”
21 Şubat Dünya Anadili Günü vesilesiyle yayınlar yapan Kürt/Kürdistan medyasındaki bir uygulamaya dikkat çekerek bitirmek istiyorum. İzlediğim kadarıyla bu çerçevede ortaya çıkan yazılı ve görsel haber, yorum ve analizlerde “anadili” yerine “anadil” ifadesi kullanılıyor. Dili ve terimleri kutsallaştıran biri olmadığım halde bu kullanımın kaynağını, dil felsefesi bakımından merak etmeden duramadım. Birincisi bu kullanım basitçe yanlış bir bilgiden veya bir tashih/düzelti meselesinden kaynaklanıyor olabilir. İkinci olarak Sapir-Whorf kuramı üzerinden sorunu açıklamak gerekir diye düşünüyorum. Konu olan durum, Kürtçe düşünüldüğünde hem “anadil” hem de “anadili” olarak resim veriyor olabilir. Oysa anadili Türkçe olan birine göründüğü gibi bana da ikisi arasında bir fark olduğu çok açık bir şekilde resim vermektedir. Kürtçede bu iki kelimeyi karşılayan ayrı iki Kürtçe kelime var mı, bilemiyorum.
Nihayetinde bir insan için “anadili” bir tane olur, “anadil” ise pek çok olabilir. Dolayısıyla UNESCO’nun savunduğu “anadil” değil “anadili”dir. Bir toplumun ve ulusun anadili aynı zamanda anadil özelliği de taşıyor olabilir. İnsan birden çok dili biliyor olsa bile anadili tektir. İnsan, doğup büyüdüğü toplumda edindiği anadilini, çevre ve coğrafya değiştirdiğinde yeni yaşadığı toplumun dilini kendi anadili olarak edinebilir. Bu durumda anadili kendiliğinden değişmiş olur. Kürt toplumunun, bu sorunu büyük boyutlarıyla yaşadığını ileri sürebiliriz.
Ulusların Kendi Kaderini Tayın Hakkı
Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı söz konusu olduğunda da vurgu yapılan dil, “anadili”dir. Sonuç olarak dillerin gönüllü ya da kendiliğinden asimilasyonundan söz edilebileceği gibi dillerin ezen uluslarca da asimilasyona tabi tutulduğu biliniyor. Kendiliğinden asimilasyona sönümlenme de denilebilir. Kanaatimce genel eğilim de bu şekildedir. Dillerin tarihine baktığımızda hızlı bir sönümlenme yaşandığı görülüyor. Bunun doğal bir seyir olduğu düşünülebilir. Oysa dillere karşı baskı ve şiddet uygulayarak aynı zamanda siyasal ya da hukuki zor kullanarak onları asimilasyona tabi tutan her türden anlayışa karşı mücadele yürütmek gerekir.
Bu çerçevede “anadili hakkı”nı UNESCO ve benzeri kurumların ileri sürdüğü gibi basitçe ve sadece insan hakkı olarak değerlendirmek de doğru görülmüyor. Daha fazlası olduğunu düşünmek gerekir. Anadili, rüya gördüğümüz ve aşık olduğumuz dildir. Sanatı, bilimi, felsefeyi, politikayı buradan hareket ederek kurguluyor ve yeni bir toplumu da anadilimiz üzerinden tasarımlıyoruz. Yaşam ve düşünme pratiğimizi dile indirgemesek de dilin, bunlar üzerindeki etkisini de görmezden gelemeyiz.