Bana mı öyle geliyor yoksa realite mi öyle bilemiyorum ama dünyada olduğu gibi ülkemizde de her şey tepesinin üstünde (başaşağı) duruyor. Katı olan ne varsa buharlaşıyor. Hiçbir varlık bulunması gereken yerde bulunmuyor, hiçbir insan mesleğinin başında olmadığı gibi hiçbir kurum, doğasına uygun bir pozisyonda, konumda değil. Milletvekili adayı, gözde bir üniversitenin başına geçmekte bir beis görmüyor, puanla giremediği üniversiteye tüfekle, fişekle, jopla giren polis ve asker ne yaptığının zerrece de olsa farkında bile değil. Kara olan ak olarak yamuk olan düz olarak algılanıyor.
Aşağı bakanlarla yukarı bakanlar, ayak ile başlar bir kez daha çatışma halinde. Mekan değişiyor, zaman değişiyor, konu değişiyor, toplumsal gruplar değişiyor, doğaldır ki sınıf mücadelesi teorisinde de değişiklikler oluyor. “Küçük burjuva” denilen üniversite gençliğinin açtığı ufuklar, teoriye katkı yapacak birtakım olanakların varlığını duyurmaktadır. Yine de Boğaziçi Üniversitesi’ndeki hareketlilikle başlayan ve şimdilik nereye evrileceği belli olmayan gelişmelerin daha büyük bir arka planının olduğunu düşünmek gerekiyor: Dünyada olduğu gibi ülkemizde de üniversite çağı belki de bitiyor. Görülen o ki üniversitelerin sonu kapitalizmin sonundan daha uzun olmayacak. Birlikte geldiler birlikte gidecekler. Üniversite kapitalizmin ikiz kardeşidir.
İdeolojik Aygıt Olarak Üniversiteler
Üniversitelerin tarihini, en eski toplumlara kadar götüremeyiz, eski toplumlara dek de götürmek olası görünmüyor. Keza Antikçağ’da, Sokrates ve Platon devirlerinde de üniversiteler olarak bilinen herhangi bir kurum bulunmuyordu. Biçimsel olarak bulunmadığı gibi içerik bakımından da bulunmuyordu. Rektör atama uygulaması ise tamamen kapitalizm koşullarına özgüdür ve daha çok da bizim gibi yarı-sömürge ve yarı feodal özellikler gösteren toplumlara özgüdür. Milletvekili seçilemeyen ya da seçtirilemeyen biri, adeta bir arpalık olarak görülen üniversitenin birinin başına getirilerek ödüllendiriliyor anlaşılan. Kapitalizmin ve liberal demokrasilerin egemen olduğu yerlerde pek mümkün olmayacak bir uygulama. Öte yandan bir soru: Seçilerek ilgili göreve gelseydi ne değişirdi? Tartıştığım boyutuyla, konuya bakış biçimime göre “özde” bir değişiklik olmazdı. Çünkü feodalizm ve kapitalizm koşullarında üniversite, egemen sınıfların hem iktidar aygıtları olarak hem de ideolojik aygıtları olarak işlev görmektedir.
A. Gramsci, bu çerçevede görüşler geliştirmiş bir düşünürdür. Daha da önemlisi “Devlet ve İdeolojik Aygıtları” adlı kitabın yazarı olan L. Althusser’dir. Bu aygıtlar var oldukça oralara yetenekli yeteneksiz birileri başkan, cumhurbaşkanı veya benzeri türden kişilerce her zaman atanacaktır. Sömürü ve zulüm çağında atanmışla seçilmiş arasında bir nitel fark bulunduğunu da sanmıyorum. Atanmışlara karşı üniversite direnişlerinin Türkiye toplumu tarafından olduğu gibi dünyaca da selamlanması ve desteklenmesi değerlidir. Direnişlerin yalnızca “atama” sorunsalıyla sınırlandırılması ise büyük bir handikaptır. Kapitalist mentalite içindeki tüm eğitim kurumları gibi üniversitelerin varlığına da son verilmelidir. Gençliği özgürleştirecek olan “atanmış” yerine “seçilmiş” olanı benimseyerek reformlar önermek ve yapmak değil toplumsal devrimin kendisidir.
Antikçağ’da Üniversite Var mıydı?
Üniversite dilimize Batı’dan geçmiştir. Universitas terimi, esasen Latincedir. Bir amaç uğruna bir araya gelmiş topluluk anlamına gelmektedir. Evrensellik gibi bir içerik de kazanmıştır zamanla. Türkçede ise evren ve kent (sity) sözcükleri merkez alınarak kullanılmıştır/kullanılmaktadır. Üniversite deyince ilk akla gelmesi gereken kişi Platon’dur. Kurum olarak aklımıza gelmesi gereken ise Akademi’dir. Yani üniversitenin ön tarihi olarak Platon’un, Atina yakınlarında M. Ö. 4. yüzyılda kurduğu Akademi’yi anlamalıyız. Akademi her ne kadar üst sınıflara hizmet ettiyse ve öğrenciler de bu sınıflardan oluştuysa da, içerik bakımdan bugünkünden çok farklıydı. Ayrıntısı bir yana öğrenci ve öğretmen ayrımı bulunmuyordu. Tartışma, diyalog, ikna etme türünden bir metodolojik anlayış söz konusuydu.
Sokrates’in eğitim anlayışında ise Akademi gibi bir mekan da bulunmuyordu. Atina’nın ve Yunan kentlerinin sokakları üniversite işlevi görüyordu. Demek ki hem biçimsel (mimari-mekan) olarak hem de ders tekniği (içerik) bakımından bugünkü üniversitelerden bir tık daha ilerideydi. Aristoteles de her iki hocasının izinden giderek Likeyum’u kurdu. Burada da feodal ve kapitalizmdekine benzer bir hiyerarşi yoktu. Dolayısıyla hoca öğrenci ayrımı olmadığı gibi yönetici, hizmetçi ayrımı da bulunmuyordu. Her üç filozofun eğitime, formel manada bir başlangıç yaptıklarını düşündüğümüzde, bütün temel, yan ve bürokratik unsurlarıyla ortaya çıkan üniversitenin tarihinin sınıflı toplumlara dayandığı da tespit edilmiş oluyor. Bu gelişmelerin benzerini, Mezopotamya, Çin ve Hint kültürlerinde de göstermek olasıdır. Sümer, Akad, Asur ve Mısır uygarlıklarının eğitime büyük bir önem verdikleri yazının icat edilmesiyle bunu başlattıkları ve taçlandırdıkları düşünülebilir.
Üniversitelerin Tarihi ve Mülkiyet İlişkileri
Üniversite demek sınıf demektir; sınıfın ihtiyaçları demek, sınıfın ideolojisi demektir. Bu alanda sıklıkla karşılaştığımız tarafsızlık, nesnellik, özerklik, demokratiklik gibi klişeler sadece kaba bir retorikten ibarettik. Gerçekliğin üzerini örtmek içindir. Hangi sınıf iktidarda ise ona hizmet eden bir kurumdur üniversite. Antikçağ sonrası gündeme gelmesi geç feodalizmle birlikte olmuştur. Dolayısıyla öncelikle ruhban sınıfına hizmet etmek üzere konumlanmıştır. Teolojik ve metafizik türden bir atmosferin ağırlığını koyması da ruhban sınıfının gücünden gelir. Selçuklu-Osmanlı tarihinde ilk olarak ortaya çıktığı düşünülen Nizamiye medreseleri de buna paralel olarak gelişmiştir diyebiliriz. 1400-1500’lü yıllara gelindiğinde İngiltere, Fransa, İtalya gibi kapitalizmin geliştiği yerlerde üniversite adını alan kurumlar ortaya çıkmıştır. Bulundukları şehirlerin adlarıyla anıldılar öncelikle: Paris Üniversitesi, Oxford Üniversitesi, Bolanya Üniversitesi bunlardan bazıları. Üniversitelerin tarihiyle öğrenci ayaklanmalarının tarihi paraleldir.
Osmanlıda Suhte ayaklanmaları olarak bilinen hareketler de, medreselerdeki direnişlerin sayısı da az değildir. Celali ayaklanmalarında da öğrenciler direnişin saflarında konumlanmışlardır. Dolayısıyla Boğaziçi Üniversitesi’nin direnişi, kesinlikle bir rastlantı değildir. Üniversitenin olduğu yerde direniş vardır. Sınıflı toplumlar için söylüyorum: Direniş yoksa bir üniversite ortamında orada eğitimin olduğu da tartışmalıdır. Peki, üniversiteler günümüzde kapitalist üretim süreçlerinin bir uzanımı olduğuna göre onun, arzulandığı ve sıklıkla dile getirildiği gibi özerk ve demokratik olması mümkün müdür? Varsayalım ki özerk ve demokratik oldu, üniversite bir sorun olmaktan çıkar mı? Asıl olarak sermayecilik düzeninin ve mülkiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılması gerekmez mi?
İşçi Sınıfı ve Üniversite Gençliği
Üniversite, eğitim kurumlarının en yükseği olduğu için devlet aygıtı tarafından önemsenir. Bunun bir kaç boyutu olduğunu düşünüyorum. Birincisi devleti yönetecek kişiler, ayrıca kalemşörler (ideolog: Milli eğitim), finansörler (maliyeci) ve silahşörler (devletin baskı aygıtları) buralarda eğitilir. İkincisi de, kapitalizmin nitelikli emek gücü ihtiyacını karşılamak içindir. Üniversitelerin bir başka boyutu da toplumun yönetilmesinde deney alanı olarak değerlendirilmesidir. Yani Bentham ve Foucauldt’un hapishane örneğine benzer tarzda bir deney alanı olmasıdır. Örneğin eylem halindeki öğrencilerin bastırılmasından çıkartılan tecrübeleri işçi sınıfının direnişine/eylemine karşı da kullanırken tecrübe kazanmış olmak. Bu bakımdan işçi sınıfı ile öğrenci toplulukları arasında sıkı bir ilişki olduğunu düşünmek gerekir.
İşçi sınıfı ile öğrenci tabakanın benzerliğinin, asıl olarak sınıfsal konumlarındaki benzerlikten kaynaklandığını düşünüyorum. Öğrenci kesimi için bir “küçük burjuva kategori” deyip geçilemez. Bilhassa bizim gibi ülkelerde büyükçe bir kısmının emekçi çocuklarından oluştuğunu varsayarsak, aldıkları eğitimin de sonucu olarak okul sonrası işsiz kalma ihtimallerinin kuvvetle muhtemel olduğunu bilmektedirler. Üst sınıflardan gelen öğrenciler ise yine eğitimin, zihinleri incelten özelliğinden dolayı, ters durmakta olan dünyaya müdahale edecek bir konuma girebiliyorlar. Hatırlatmama bile gerek yok ki, Marksist siyaset tarihi, bu tür önderlerle doludur. Marx, Engels, Lenin ve daha nicelerinin proleter olmadığı, tersine orta sınıflardan geldikleri bilinmektedir.
Öğrenci Toplumunun Önderliği
Bilimler ve sanatlar gibi üniversitenin de onlarca bölümünün ve fakültelerinin ortaya çıkmasının nedeni şüphesiz ki yeni sınıfların ortaya çıkması ve buna bağlı olarak da yeni işbölümlerinin meydana gelmesidir. Yıldızı parlayan sınıf olarak burjuvazinin ihtiyaçlarına göre yeni bir form kazanması, Marksist teorinin yaptığı altyapı-üstyapı metaforuna uygundur. Genel olarak eğitim kurumları özel olarak üniversiteler her dönem, o dönemin ekonomik, sosyal düzeyine bağlı olarak biçim ve içerik kazanırlar. Ekonomik, sosyal temel ve buna bağlı olarak mülkiyet ilişkileri kendisini üniversite içinde de yaşatma koşulları bulur. Bu yüzden de eğer Boğaziçili, meseleyi “rektör ataması” olarak düşünüyorsa bu anlama büyük bir yanılgıdır. Zira bunun sınıf mücadelesinin bir parçası olduğunu, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizin de hem uzak hem de yakın tarihindeki örneklerle kanıtlamak mümkündür. 12 Eylül 1980’den beri YÖK protestoları adeta bir gelenek olmuştur. Oysa konu üniversiteye bir rektör ataması yapmak değildir. Askeri faşist diktatörlüğe karşı bir direnç ortaya konulmuştur. Bugünkü direnişin de faşizm koşullarından ayrı ele alınması mümkün değildir.
Tarihsel koşullar üniversitenin önüne her dönem yeni ve farklı engeller çıkarmaktadır. Bir eğitim kurumu olan üniversite ile üretimin mekanının en bilindik alanı olarak fabrika arasındaki mesafe göründüğünden daha yakındır. Bu yüzden de öğrenci topluluklarının, kız erkek demeden emekçi sınıflar gibi duyarlılık ve davranış göstermeleri anlamlıdır. Nitekim yine kendi tarihimizden biliniyor ki, 1968 hareketini ve 71 devrimciliğini de ağırlıklı olarak öğrenci kesimin önderleri başlatmıştır. Bu konumuyla öğrenci gençliğini, işçi ve işsizler ordusunun bir parçası olarak görmek gerektiği gibi aydınlar katmanının ve aydın hareketinin de bir parçası olarak görmek yanlış olmaz. Kaustky ve Lenin gibi teorisyenlerin, sınıf bilincine vurgu yapması ve bu çerçevede aydınlara devrimci bir önder rolü biçmeleri manidardır.
Üniversitelerin Tarihi Sınıf Mücadeleleri Tarihidir
Üniversitelerin, ortaya çıktıkları tarihlerden beri değişip değişmedikleri, ayrıca değişik toplumlara göre içerik ve biçim açısından farklılaşıp farklılaşmadıkları da problematik olmuştur. Burjuva sosyologlarından Fransız düşünür E. Durkheim’a göre üniversitenin feodal dönemdeki işleviyle burjuva çağındaki işlevi arasında –özde- bir değişiklik yoktur. Yine burjuvazinin Marx’ı olarak bilinen M. Weber’e göreyse Avrupa ve özellikle de Almanya üniversiteleri (örneğin Berlin Üniversitesi) ABD’deki üniversitelerden daha ileridir. Çünkü Amerikan üniversiteleri köklü değildir. İçeriksel olarak da pragmatik bir felsefi anlayışına sahiptir. Konunun ayrıntısı bir yana üniversitelerin, modern toplumun ihtiyaçlarına göre dizayn edildiklerine kuşku yoktur. Buradaki eğitim olanaklarından ilk olarak yaradlanan da egemen sınıflar olmuştur. Atanan rektör de problemi izah eden küçük bir örnektir. Küçük bir örnektir, çünkü dünyada olduğu gibi ülkemizde de üniversitelerdeki haksız, antidemokratik uygulamalar yeni değildir. Kapitalizm şartlarında rektör de onu atayanlar da sistemin birer kurbanıdırlar. Üniversitelerden özgürleşmek, yalnız öğrencileri ve toplumu değil atananı ve atayanı da özgürleştirebilir.
1933’teki üniversite reformundan on yıl sonra Ankara Üniversitesi’ndeki tasfiyeleri düşünelim. Behice Boran, Muzaffer Şerif, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes başta olmak üzere bunlara yakınlığıyla bilinen pek çok öğretim üyesi ve çalışanın okuldan atılmaları, komünist oldukları gerekçesiyle yargılanmaları ve bu uygulamaların günümüze kadar sürmesi, günümüzde de devam ediyor oluşu, kurumun pozisyonuyla ilgili olmalıdır. “Barış akademisyenleri” olarak tarihe geçen aydınlar bile üniversite meselesinin sınıf mücadelesi olgusundan ayrı ele alınamayacağını çok bariz bir şekilde gözler önüne seriyor. Propagandist bir üslupla söylenirse denilebilir ki, üniversitelerin tarihi, temel olarak sınıf mücadeleleri tarihidir. Bugün Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan rektör olayıyla (kayyum politikalarının bir benzeri ve devamdır) başlayan hadiselerin birçok üniversitede yankı bulması, eğitim dışındaki yaşam alanlarına, eğitim dışı kesimlere de yansımış olması da sorunun rektör atamasından daha geniş ve derin olduğunu göstermektedir. Sınıf olgusu evrensel olduğu için Boğaziçi’nde yakılan kıvılcım ülke duvarlarını aşıp pek çok dünya başkentinde, başta üniversiteler olmak üzere, çok değişik toplum kesimleri tarafından sahiplenilmektedir.
Üniversite Özgürlüğü Değil Üniversiteden Kurtulma Özgürlüğü
Eğitim kurumları, asıl olarak modern ulus devletlerle birlikte kurumsal özelliklerine kavuştu ve burjuvazinin elinde güçlü bir silaha dönüştü. Burjuvazinin tarih sahnesine yeni çıktığı çağlarda bilim ve sanat alanlarında olduğu gibi okul ve konumuz olan üniversite eğitiminde de devrimci, demokratik bir rol oynadığı görüşü bir realiteden öte vülger bir efsanedir. Zira üniversiteler, ideolojik bir silah fonksiyonuna sahip olmuş ve ezilen sınıfların nasıl ve hangi yollarla sömürülmesi ve sömürüye direndiğinde de hangi yöntemlerle ezilmeleri gerektiğini araştıran, saptayan bir fonksiyon oynamıştır, oynamaktadır. Kendisinden olmayan kişi ve kurumları düşman (terörist) olarak teşhir eden ender kurumlardan birisidir. Yalnızca bünyesinden dışarı atmakla kalmaz, soruşturmalar açar, sürgünler ve hapis cezalarıyla cezalandırır. Karl Marx’ın neden üniversitede kalmadığı sorusu önemli bir konu olmalıdır. Kalmaya çalıştığında da uzaklaştırılmış olmasının nedenleri de konuyu açıklamak için yeterli bir veri sunuyor bize. Marx, ‘ticaret özgürlüğünü değil ticaretten kurtulma özgürlüğünü savunuyoruz’ derken haklı değil miydi? Yine bu anlayışın devamı olarak ‘din özgürlüğünü değil dinden kurtulma özgürlüğünü savunuyoruz’ diyen de Marx’tan başkası değildi. Biz de buna benzeterek, ‘üniversite özgürlüğünü değil üniversiteden kurtulma özgürlüğünü savunuyoruz’ dememiz gerekmez mi?
Maksim Gorki: Benim Üniversitelerim
Ticarettin, dinin, üniversitenin ve bir bütün olarak kapitalist bürokrasi içinde kalıp bunları düzeltmenin, bunlara yeni formlar kazandırmanın insanlığı ilerleteceğine inanmak ağacı görüp ormanı görmemek, özeli görüp geneli görmemek, gölgeyi görüp nesnesini görmemek anlamına gelir. Ticaretin, dinin, devletin, bürokrasinin yıkılmasını, ortadan kaldırılmasını savunmak gibi üniversitelerin de yerle bir edilerek ortadan kaldırılmasını savunmanın ilginç bir düşünce olduğunu varsayabiliriz. Kaldı ki saydığım kategoriler, zaten sonsuza dek sürecek kategoriler değil, sınıflı toplumlarla geldi tüm devletler ve devlet başkanları, onların yanındaki alt kurumlar, sınıfların sona ermesiyle de tarihe gömüleceklerini düşünmek makul bir düşünce olarak görülmektedir. Ancak o zaman her türden varlık doğasına uygun pozisyon alacak başaşağı duran sistem ayakları üzerinde konumlanacaktır. Bilim-düşün disiplinleri gibi genel olarak eğitim kurumları, laik ve demokratik veya dinci-ırkçı-faşist fark etmez, konumuz olan üniversiteler de bu gidişattan nasibini alacaktır. Geriye ne kalabilir?
Geriye ne kalır sorusunu yanıtlayarak bitirelim. Platon’un kurduğu akademideki eğitim modeli ilk aklıma gelendir. Gerçi binalı, adalı, sahipli bir eğitim kurumu, yeni hiyerarşilerin oluşmasına olanak verdiği için o da sorunlu görülüyor. Sokrates’in eğitim anlayışı daha farklı bir model olabilir. Eğitim kurumu deyince Sokrates, Atina sokaklarını anlıyordu. Eliyle veya diliyle bir adresi, bir binayı veya kurumu işaret etmezdi. Zerdüşt ya da Pir Sultan örneklerini de anmak isterim. İnsan kendini eğitmenin bir yolunu bulmuştur her çağda. Kilisenin kurumlarına olduğu gibi burjuvazinin kurumlarına da muhtaç değildir.
Yine de yazıyı çağdaş bir sanat ve düşün adamına gönderme yaparak bitirmek istiyorum: Gorki. Maksim Gorki, üniversiteyi hiç de uzakta aramayan bir düşünür olarak tarihe geçmiştir. Eğitim felsefesinde adı Sokrates’in anıldığı gibi anılmalıdır. Eser adı da yaptığı ve “Benim Üniversitelerim” dediği mekan hiç de başkanlı, rektörlü, dekanlı burjuva kurumları değildi. Toplumsal yaşamın içiydi okul ve üniversite. Dahası, üniversite Gorki için doğaydı, toplumdu, tarlalardı, fabrikalardı, köylerdi, kasabalardı, direnişlerdi, sahildi, evdi, ovalardı, bağlar-bahçelerdi.