Siyaset bilimi de siyaset felsefesi de siyasal olay ve olguları konu edinir. Bilim ve felsefe disiplini olarak yakın zamanların disiplinleri olsalar da varlıkları düşünce tarihi kadar eskidir. Sınıfların ortaya çıkması, bu disiplinlerin başlatıcısı olmuştur da denilebilir. Siyaset bilimi ve felsefesi ile birlikte anılması gereken bilim dalları içinde siyaset psikolojisini ve siyaset sosyolojisini de unutmamak gerekir. Bu düşünce disiplinlerinin kurulmasında ve gelişmesinde ülkemizdeki gelişmelerin payı az değildir. ‘Platon ve Aristoteles için Atina ve Yunanistan ne ise şimdinin siyaset teorisyenleri için de Türkiye ve Anadolu odur’ denilebilir.
Her iki düşünür de siyasal kuramlarını açıklarken çok sayıda polis/kent devletini incelemişlerdir. Platon’un siyaset felsefesine, öğrencisinin ise siyaset bilimine yatkın olduğunu ileri sürmek mümkündür. Buna göre siyaset felsefesinin kurucusu Platon’dur, siyaset biliminin kurucusu ise Aristoteles’tir diyebiliriz. Yine de siyaset felsefesi gibi siyaset bilimi de esas olarak sınıfların ortaya çıkmasının ve sınıf savaşlarının ürünü olmuşlardır. Dolayısıyla sınıflar ortadan kalktığında bu disiplinlerin, yeni formlar kazanacağı ya da müzelik olacakları ileri sürülebilir.
Toplum Sözleşmesi, Güçler Ayrılığı ve Emperyalizm
Siyaset bilimi ve siyaset felsefesine ilişkin söylediğim bu açıklamalar bu haftaki, Farklı Fikirler Kulübü’nde yaptığımız tartışmalarda üzerinde durulan noktalar oldu. Online olarak gerçekleşen toplantıda siyaset bilimi ve siyaset felsefesini tanımlamak ve bu bilimler ışığında tarihten güncele, evrenselden yerele temas edecek tarzda yapılan bir tartışmadan söz ediyorum. Dolayısıyla tartışmada öne çıkan temaları işaret ederek toplantı içeriğini paylaşmak niyetindeyim. Siyaset bilimi ve siyaset felsefesinin hangi soruları yanıtladığından hareketle bazı soruları baştan hatırlatmam gerekiyor sanırım. Böyle bir sunum ve makalede “toplum sözleşmesi”, “güçler ayrılığı” ve sınıflı toplumun son uğrağı olan emperyalizm, ziyadesiyle bir yer kaplar.
Sunumun ve tartışmacı platformunun öne çıkardığı sorulara gelelim şimdi. Burjuvazinin özgürlükçü anlayışı ve proletaryanın eşitlikçi anlayışı dışında görüşler ve güçler var mıdır? Doğu düşüncesinin bilime ve felsefeye katkısı olmuş mudur? Anarşist felsefenin, önerdiği dünyanın özgünlüğü ne kadardır? Siyaset felsefesi, federalizm ve cumhuriyet kavramları için ne diyor? Siyaseten Herakleitos ve Parmenides karşılaştırılması yapılabilir mi? İdeolojilerin bittiği tezini nasıl açıklıyoruz? Güçler ayrılığı günümüzde ve ülkemizde ne anlam ifade etmektedir? Dünyada ve ülkemizde giderek yaygınlık kazanan baskı rejimlerini nasıl açıklamak gerekiyor? Korona salgını siyaseten nereye oturmaktadır? Pandemi sonrası hayatımızda ve dünyada büyük değişiklikler olur mu? Toplum sözleşmesi, sömürge, feodalizm, laiklik ve din meselesi de programda üzerinde durulan konu, kavram ve kategoriler oldu.
Son iki yüzyıldır Batı kapitalizminin ve giderek emperyalizmin kontrolündeki (Osmanlı- Türkiye) devlet geleneği, dinamik bir sömürge örneği sergileyerek pek çok gelişmenin, siyasal olay ve olgunun merkezi konumundadır. Hem siyaset bilimi ve felsefesi hem de emperyalist odaklar bu zenginlikten yeterince yararlanmaktadır. Tekelci sermayeye, emperyalizme olduğu kadar bilim ve felsefeye de adeta bilgi nesnesi olmakta, bilim ve felsefeler kendi tezlerini ülkemizdeki hareketli yapı üzerinde ve faşist devlet geleneğindeki var olan uygulamalar üstünde test etmektedir. Türkiye “zengin” bir ülkedir. Feodal bir toplum olması bakımından, kültürel düzeyde de olsa, “zengin”dir. Kapitalist özellikler taşıması nedeniyle “zengin”dir ve emperyalist emelleri olan bir devlet olması bakımından da “zengin”dir. Ortaçağ araştırmacıları için bile yeterince veri sunmaktadır.
Prens’ten Leviathana, Bonapartist Diktatörlüklere
Osmanlı-Türk devlet geleneği “zengin”likten dolayı, modern siyaset biliminin kurucuları olarak bilinen Machiavelli (Makyevelli) gibi Hobbes’un da mutlaka ilgisini çekerdi. Her ikisi de mutlak krallığı, merkezi ve güçlü bir devleti savunmuştur. Pek çok liberal kesimin demokrasiden, liberal uygulamalardan, hukuk devletinden bahsetmesine rağmen ortaya Machiavelli’nin prens’i ve Hobbes’un Leviathanları (Leviyatan: dev veya canavar) çıkmaktadır. Bu durumun, yalnız ülkemiz için değil dünya ölçeğinde de böyle olduğunu düşünebiliriz.
Ortaçağ’ın başlarında burjuvazi, kiliseyi tasfiye etmek ve değerlerine el koymayı bahane ederek dünya çapında seküler güçleri bir araya getirmişti. Şimdi de benzer bir durum sergileniyor anlaşılan. Gerek ülke burjuvaları gerekse dünyanın emperyalist güçleri emekçi sınıflara karşı, dünya düzeyinde bir ittifak kurmuş durumdadır. Bu koşullarda siyaset bilimi ve siyaset felsefesi ne söyler peki? Şu soruyu sorması gerekir bilim ve felsefenin: Hem ülke genelinde hem de dünya genelinde emekçi sınıfların da elzem olarak enternasyonal bir dayanışma içinde olmaları gerekmez mi?
Gerek imparatorluğun son yüzyılında ve gerekse de cumhuriyetin başından beri emperyalizm, birçok coğrafyada olduğu gibi Anadolu’da da kendisine bağlı sermaye bileşenleri bulmuş ve hükümetler organize etmeyi başarmıştır. İşte Türkiye toplumunun sosyal ve siyasal açıdan daima diri olmasının nedenleri de bu “başarı”da içkindir. Senet-i ittifaktan beri, ülkemizde -komünist- bir devrimin objektif şartları her zaman canlı olmuştur denilebilir. Bu noktadan bakıldığında Bedreddin devriminin izleri, geleceğin taslağını vermektedir bir bakıma.
Osmanlının talan ve çapul ekonomisi zayıfladıkça sınıf mücadelesi derinleşme özelliği kazanmıştır. Bu derinleşme emperyalist savaşın etkisiyle birleşince 1920’li yıllarda bir kez daha Leviathan uygulamasına geçilmiştir. Bu dönem, bazı siyaset bilimciler ve politik aktörler tarafından faşizm olarak değerlendiriliyor. Bonapartist diktatörlük diyenler de vardır Türkiye’nin kuruluş yılları için. Bu noktada da “zengin” bir görünüm sunuyor anlaşılan. Çünkü bırakalım güçler ayrılığının yürürlüğe konulmasını, burjuva-feodal nitelikte bile olsa siyasal partilerin varlığına izin verilmiyor cumhuriyet yıllarında. Locke, Hobbes ve J. J. Rousseau (Ruso) gibi liberal filozofların güçler ayrımının gerekliliğini bile yetersiz buldukları hatırlanacak olursa gerek 1920’li yıllar gerekse de ülkemizin bugünkü düzeninin ne menem bir düzen olduğu da ortaya çıkar.
Çifte Kılıçlardan Federal Toplumlara
Ortaçağ’da kilise ve krallık “çifte kılıçlar kuramı” olarak bilinen bir politikayla yönetildi. Hakim sınıfların her biri bu kılıçlardan birini aldı. Ne var ki, diğerine oranla güçlenen kesimler ise iki kılıcın da kendisinde olduğunu düşündü. Bu uygulamalar içinde belirleyici olan elbette ki üretime egemen olan kesimler olmuştur. Din, Tanrı inancı, kilise onu izlemiştir. Yani amaç da toplumsal artığa el koymaktır. Bu durum, günümüzde daha da etkili bir hal almıştır. Sömürü artmıştır. Burjuvazinin güçler ayrılığına ihtiyaç duyması bundandır. Hukuk reformu gibi ifadelerin dillendirilmesi de aynı mantığın ürünüdür. Burjuvazi bunun da yetmediğini görmektedir. Çünkü Türkiye gibi ülkelerde ancak darbelerle, cuntalarla, iç savaşlarla, bölgesel çatışmalarla, erkleri tek elde toplamakla ayakta kalabiliyor. Son Amerika meclisinin basılması örneği, benzer durumun Batı’da da geçerli olduğunu düşündürmektedir. Nihayetinde Locke ve Montesquieu (Monteskü) gibi düşünürlerin savunduğu güçlerin ayrı ellerde toplanması anlayışının Batı’da da ne denli yürürlükte olduğu tartışılır bir konudur.
Baştan beri burjuva düşünürleri açısından yasama, yürütme ve yargı kurumlarının tek elde toplanması sorunlu görülmüştür. Bu güçlerin ayrı ellerde olması savunulmuştur. Tiranlığı önlemek için. Tabi ki esas olarak da sistemin çöküşü engellensin diye. Öte yandan Batı bununla da kalmamış merkezi idareyi de federal yapılara bölmüştür. A. Tocqueville’in (Tokvil) siyaset felsefesinde ayrıca Rousseau’nun nispeten küçük devletler ve mümkünse doğrudan demokrasi önerileri de güçler ayrılığı düşüncesinin bir devamıdır. Ona bir katkıdır da denilebilir. Ne var ki bugünden bakıldığında federal toplum teorisinin de yeterince karşılık bulmadığı görülmektedir. Bunu da halihazırda, Batı toplumlarında Fransa’dan Almanya’ya, İngiltere’den Amerika’ya dek pek çok coğrafyada sürmekte olan sınıf mücadelelerinden anlamaktayız. Türkiye ise bu kötü uygulamalardan (güçler ayrılığı, federalizm vs) bile henüz nasibini alabilmiş değil.
Sevr Anlaşması ve SSCB Anayasası
Siyaset bilimi ve siyaset felsefesi konu, yöntem ve dilini asıl olarak 20. yüzyıldaki gelişmelerden almıştır. Savaşlar, yıkılan imparatorluklar ve Sovyetik devrimler etkili olmuştur bunda. Emperyalist savaş sona erdiğinde emperyalistlerin Osmanlıya karşı iki projeleri vardı. Birisi Sevr anlaşmasıyla ortaya konanlardı. Diğeri de Lozan anlaşmasıyla düşünülen projeydi. Önce Sevr devreye konuldu. Anadolu’da birkaç devlet ya da devletçik olacaktı. Bunlar, Batı’da olan federal biçime uygundu. İmparatorluktan modern devlete yumuşak bir geçiş olarak düşünülmüş olmalı. Cumhuriyet kavramı ise henüz yoktu. Aynı zaman aralığında Bolşevikler de henüz rüştlerini ispat edebilmiş değillerdi. İngiltere’nin desteklediği yapılar Rusya’da halen etkiliydi. Lozan’a oranla Anadolu’daki halklar bakımından nispeten daha demokratik olan Sevr’in bozulmasının nedeni de SSCB’nin varlığıyla açıklanabilir. Çünkü SSCB 1921’den itibaren emperyalizmin uzantılarını temizlemeye başlamış ve SSCB Anayasası’nın hazırlıklarına başlamıştı. Dolayısıyla Anadolu’da nispeten küçük federal yapıların olması, bunların ilk fırsatta SSCB’ye katılacağı riskini barındıracağı anlamına gelirdi.
Emperyalistlerin Sevr anlaşmasını yırtıp ikinci planı yürürlüğe koymaları SSCB’deki gelişmelerden dolayıdır. Büyük ve güçlü bir devlet ancak SSCB’ye karşı emperyalistlerin çıkarını koruyabilirdi. Emperyalizm, 1920’lerde önce ezerek sonra da masabaşına topladığı kesimlerin temsil ettikleri coğrafyalara ilişkin çizdiği haritaların gidişatını bugün de izlemekte ve büyük oranda belirlemektedir. Emperyalizmin desteklemediği hiçbir hükümet, yönetime gelemiyor, gelse de doğal akışı içinde yönetimde kalamıyor. Bu hafta Amerikalı Marksist-anarşist düşünür Chomski’nin Rojava Üniversitesi’nde verdiği konferansta dile getirdikleri de bu tezi doğrulamaktadır. Rojava’nın, emperyalizme karşı halk desteğine ihtiyacı olduğu belirtilmiştir.
Thales ve Kant’ın Konfederalizmi
Federal yapıların siyaset felsefesinde konu olmasının tarihi Thales’e dek gerilere gider. Alman düşünürü Kant ise daha yakın bir örnektir. Thales, Yunan kent/polis devletlerinin, bir nevi konfederalizm biçiminde birleşmesini savunmuştu. Benzer bir görüşü Kant da Avrupa için dile getirmiştir. Anlam değişikliğine giderek bugün de “demokratik konfederalizm” düşüncesini savunan filozoflar vardır. Oysa burjuvazi bu görüşleri, ancak kısmen uygulayabildi. Uyguladığında da beklenen sonuçlar alınmadı. Günümüzde ise bu görüşlerin de gerisinde kaldığı anlaşılmaktadır. Çünkü “iyileştirme” amacı güden bütün politikaların iflas ettiği gün gibi açıktır. Sistemin krizde olduğuna kuşku yoktur: Yönetememe krizi. Günümüzde yalnız Türkiye ve benzeri devletlerin değil “demokratik” veya “liberal” olduğu varsayılan tüm devletlerin faşist karakterli olduğu iddiası yabana atılır bir iddia olarak düşünülemez.
“İyileştirmeye” konu olan sorunların kaynakları, devrimci yollarla ortadan kaldırılması gerekir. Ücretli emek sistemi bunun başında gelmektedir. Hukuk, din, laiklik, bürokrasi, devlet, aile, okul, üniversite (Boğaziçi) ve benzeri kurumlar var olduğu sürece “iyileştirme” pratikleri bir yanılsama yaratmaktan başka bir sonuç vermeyecektir. Beri yandan bakıldığında emperyalizm, Türkiye gibi ülkelere ise iyileştirmenin İ’sini bile reva görmüyor. Yönetici olarak monark, tiran, diktatör ve devlet biçimi olarak da leviathan’ı önermektedir. Yani dünyanın sistemi, federasyonlar döneminden tekrar leviathan çağına dönülüyor gibi bir görüntü vermektedir. 20. yüzyıl başında Mussolini, Mustafa Kemal ve Hitler gibi yöneticiler tarafından temsil edilen leviathan devlet biçimi (faşizm de diyebiliriz) -ara bir dönemden sonra- yerini günümüzde Putin, Erdoğan ve Tramp gibi liderlere bırakmış durumdadır.
Siyasete Hegel ve Marx’ın Müdahalesi
Siyaset bilimi ve siyaset felsefesi açısından dünyanın ve ülkemizin sunduğu görünümü analiz ederken Hegel ve Marx gibi düşünürlere başvurmadan olmaz. Hegel’deki köle efendi diyalektiği/çatışması, Marx’ın siyaset felsefesinde emek-sermaye çatışması biçiminde formüle edilmektedir. Siyaset bilimi ve felsefesi için ülkemizdeki gelişmelerin öneminden yukarıda söz edilmişti. Bu durum lokal düzeyde elbette önemlidir. Şimdi evrensel düzeydeki bir katkıdan söz edilmektedir. O da Marksizm ve bu teoriyle birlikte gelen değişik uygulamalar yanında emekçi sınıfların lehine ortaya çıkan devrimler olmuştur. Rus ve Çin devrimlerini anmakla yetiniyorum.
Devrim deyince de “burjuva devrimlerini” değil esas olarak emekçi sınıfların (proletarya) önderlik ettiği ve yükünü çektiği sosyalist nitelikli devrimleri anlamak gerekir. O halde siyaset bilimi ve siyaset felsefesi dediğimizde çok önemli bir sorun ortaya çıkmaktadır. Hangi siyaset bilimi, hangi siyaset felsefesi? Burjuva siyaset bilimi ve felsefesi için devrim deyince “burjuva devrimleri” akla gelir. Aynı zamanda ilerici sınıf ve gelişmekte olan da, geleceği temsil eden de burjuvazidir ve onun evrensel sistem olarak düşündüğü kapitalizmdir. Oysa kapitalizm doğası gereği, emeğin ürünlerine el koymakla meşguldür. Bugün de korona salgınını adeta fırsata çevirerek pandemi pazarlamakla (Sinovac, Biontech vs. aşı satışlarıyla) meşguldür. Doğa insan çelişkisi baş çelişki halini alsa da temel çelişki olan emek-sermaye çelişkisi değişmemiştir, değişmiyor. Temel çelişki pandemi sonrası da değişmeyecektir.
Marx ve komünist bir siyaset bilimi ve felsefesi içinse yeni doğan ve gelişmekte olan sınıf proletaryadır. Geleceği temsil eden ve nihayetinde kendisiyle birlikte tüm sınıflara son verecek olan da odur. Bu yüzden Hegel’in, geist’ın en gelişmiş ve özgürleştiği çağın burjuva toplumu olmasını söylemesi gerçekleri yansıtmamaktadır. Keza Habermas’ın, ‘modernizm tamamlanmamış projedir’ biçimindeki düşüncesini, modası geçmiş siyaset felsefeleri olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Zira ne, çok övdükleri Aydınlanma ne de çok yücelttikleri Avrupa Birliği projesi ve bunun hukuk kurumları Türkiye ve dünya halklarının yarasına merhem olabilmiştir. Kaldı ki AİHM, adeta diliyle, kararlarıyla başka bir şey söylemekte gerçekte ise bambaşka türlü davranmaktadır.
Marksizm: En Yüksek Bilinç!
Sömürge konumunda olan devletler, Avrupa emperyalizminin ve diğer emperyalist güçlerin jandarmalığını yapma dışında başka bir rol oynamıyor. Bunun neticesinde de AİHM kararlarına uyulmayabiliyor. Son günlerde İstanbul gibi büyük bir kentte Gökhan Güneş adında bir vatandaşın kaçırılmış olması da konumuz açısından üzerinde mutlaka durmayı ve düşünmeyi gerektirmektedir. Üstelik bunun yepyeni bir şey değil yüzyıllık cumhuriyet projesinin sıklıkla başvurduğu bir politika olduğu da çok açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Ocak ayı içerisindeyiz. Ocak, siyaset literatürüne devrim şehitlerini anma ayı olarak geçti: 28-29 Ocak 1921’de işlenen Mustafa Suphi ve arkadaşlarına yönelik siyasal cinayetlerin çeşitli biçimler alarak günümüze dek sürdüğü ve bugün de devam ettiği anlaşılmaktadır.
Marx ve Marksizm için devlet, hukuk, din, bürokrasi sınıflarla ortaya çıktı. Sanıldığı gibi bir demokratik sözleşmeyle doğmadılar. Hobbes, Locke ve Rousseau gibi “sözleşmeci” siyaset filozofları yanılmaktadır. Çünkü devlet başta olmak üzere siyasetin kurumları toplumsal sözleşmeyle değil fiziksel ve düşünsel zor yoluyla inşa olmuşlardır. Burjuva düşünürler yapay ve gerici kurumları meşru ve kalıcıymış gibi sunarlar. Sunumu şöyle bitirmek istiyorum: Modernizm, reform, Rönesans, Aydınlanma ve demokrasicilik yanında sömürge ülkelere giydirilen cumhuriyetçilik türünden siyasal kıyafetler ve son zamanlardaki AB standartları, Avrupa İnsan Hakları sözleşmeleri gibi uygulamaların da eskiyerek yamalı bohçaya dönüştüğü görülmektedir. Bu yüzden bir kez daha denilebilir ki “Batı cephesinde yeni bir şey yok”. Dolayısıyla liberal teorilerin ve onların payandası durumunda olan teolojik, ulusalcı, milliyetçi ideolojilere karşı felsefi-ideolojik bilinçle hareket etmek kaçınılmaz görünmektedir. Bu yüzden de Hegel ve Habermas’ın siyaset felsefesine karşı J. Paul Sartre’ın ‘Marksizm çağımızın aşılamaz felsefesidir’ şeklinde formüle edilen düşüncesine bağlanabiliriz. Çünkü en yüksek bilinci Marksizm temsil etmektedir.