İnternet üzerinden yayın yapan yeni bir televizyon kanalı ve burada salı akşamları yayınlanmakta olan Felsefenin Gözü adlı bir programdan kısaca söz etmek istiyorum. Programın içeriği vesilesiyle de bazı görüşlerimi paylaşmak niyetindeyim…
Felsefenin Gözü adlı programda izlediğim bölümün başlığı Kavramlara Filozofça Bakmak’tı; başlıkta da belirlendiği gibi kavramların nasıl üretildiği/türetildiği, kavramların pratik hayatla ilişkisi ve insan algısını yöneltmedeki işlevselliği üzerinde duruldu. Bunun yanında felsefede filozofların özgün kavramsal üretmeleri ve bir gerçekliğe dikkat çekmek bakımından önemi örneklenerek sunuldu. Gördüğüm kadarıyla Facebook üzerinden soru sorabilme imkanı olması, izleyicinin akışa katılma imkanı sunmasıyla bir etkileşime girme niyeti var; ancak mevcut formatın, yani dolaylı olarak katılabilme, TV’de alıştığımız formatlara yakınlaştırıyor. Oysa gelmekte olan dünya bu formatı eskitecektir. Ben yayının teknik alt yapısının da yeni olanakları sağlayacak şekilde geliştirilmesini öneririm.
Programın ilerleyen kısımlarında da, öldürülmesinin yıldönümü dolayısıyla politik tarihte İbrahim Kaypakkaya’nın yerinin önemi vurgulanıyor. Kaypakkaya’nın 70’li yılların sol atmosferinde geliştirdiği özgün tezlerin, Türkiye politik geleneğinden önemli bir “kopuş” yaptığına değiniliyor. Farklı alanların felsefe bağlamında konu edilmesi elbette bir zenginlik, ki Türkiye özelinde gündeme getirilmesi, tartışılması, anılması gerekli çok fazla malzeme var. Hatırlamaların çoğunlukla romantize bir bakışla sınırlı olması, tarihsel değişimi ve işleyen dinamikleri ihmal gibi sonucu oluyor çoğu kez. Felsefenin Gözü’nün bu anlamda nasıl bir çizgi geliştireceğini şimdiden bilemeyiz ama felsefenin özünde bir “özeleştiri” olması yönünde eğilim olduğu seziliyor. Dilerim ki bu eğilim sürer.
Gündelik hayatın içinde “felsefe” dendiğinde yaşadığımız katmandan söz etmiyormuşuz gibi bir ortalama algı öne çıkıyor; bu durum felsefe kelimesinin Yunanca anlamındaki “bilgi sevgisi”yle bir karşıtlık içeriyor. Biliyoruz ki insanlar doğal olarak bilgiye merak duyarlar. Şu halde felsefe, günlük hayata mesafeli bir düşünüş yumağı olarak anlaşılıyorsa tarih boyunca felsefe yapanların ürettiği bir mesafedir bu. Bu mesafe üretimi aslında “istenmeden” yapılmış da değildir; sıradan insanların, “kalın kafalıların”, cahillerin anlamayacağı, elitist bir etkinlik olarak lanse edilmiştir. Bu sorun felsefenin de bir bilgi alanı olarak sınıfsallığından kaynaklanır. Sınıfla temel bir derdi olmamakla birlikte Aydınlanmacıların (onlardan önce de Montaigne ve Etienne La Boetie’nin) bu anlayışı aştıklarını söylemek lazım. Bu gelişmeler bambaşka çağların başladığını göstermekteydi. Aydınlanmacı düşünürlerin toplumun geneline yönelmelerinin bir sonucu olarak başta edebiyat olmak üzere sanatlar, felsefenin yer aldığı ürünler olarak dolaşıma girmiştir. Bu gelişimin azımsanmayacak sonuçları 19. ve 20. yüzyıllarda ortaya çıkmıştır.
Marx’a gelindiğinde artık “felsefenin şimdiye kadar yorum yaptığı” anlayışı, felsefeden ziyade “bilimin” önemli olduğuna dair bir algısının kapısını araladı. Ancak Marx’ın ardındakilerin her ne kadar “aslolan dünyayı değiştirmektir” tezince de olsa felsefe yaptıkları, bence öyle olmadığı iddiasına rağmen dünyayı yorumladıkları görülüyor. Marksist felsefenin kendine has ürettiği en önemli kavram olan “diyalektik materyalizm”, kendinden önceki felsefelerden devşirme bir kavram olduğu için kendinden öncekilerin anlam yüküyle taşındığı için yanlış anlamalara da mahal vermiş, “diyalektik”in soyutluğu bir tarafa bırakılmış, “materyalizm” de yüzeysel bir kavrayışla kalmış, pozitivist anlayışlardan kopamamıştır. Başka ülkeleri bilmiyorum ama bugün bile Türkiye’de Marksizmin bu yükü üzerinden atamadığını görüyoruz. Felsefe’den Marksizme geçmemin nedeniyse Komün TV adıyla kurulan internet yayınının iki haftadır izlediğim Felsefenin Gözü adlı yayın dolayısıyla oldu. Devrim Kara ve Mehmet Akkaya’nın karşılıklı yürüttüğü programa sosyal medya üzerinden dahil olmak da mümkün oldu. Programda açıkça Marksizme bir “taraf” olma deklare edildiği için felsefenin akademik mecrasına değinmeden çitin bu tarafına atlamayı seçtim.
Genel bir iki gözlemimi daha aktarmak istiyorum; 21. yüzyıla girişimizden itibaren kabaca, felsefenin eğiliminin “duygu” alanına yöneldiği söylenebilir. Aslında bu duygu yönelimi ta 70’li yıllara kadar, yani 68 sonrasına, gider. Frankfurt Okulu, Marcuse, Deleuze, postmodernler, Spinozacılık… başat olarak öne çıkmıştır. Modernitenin hesapçı aklının toplumsal alanı “iyileştirme”de başarılı olamayışı, duygusal, tinsel, cinsel, çevresel ihmaller, ihlaller derken başlangıçta “muhalif” politiklikleri yeni düşünüşlere yöneltmiştir (Devrim Kara’nın “hayvanları boğazlamayı sürdüren insanlığın kendini nasıl sağaltacağına” dair sorularını/vurgularını hatırlatayım.) Bu konu genişçe açılıp tartışmaya müsait, ilerleyen programlarda yer bulacağını da sanıyorum. Felsefenin duygu alanına kaymasında bir önemli faktör de negatif politikaların (faşizm gibi), dinin hiç de kabul görmemesi gereken propagandalarının çok kolay bir şekilde ilgi görmesi; kapitalizmin metaların estetiğini duyguları cezbedecek şekilde dizayn etmesi ve tüketim kültürünü yönlendirmedeki başarısı adeta felsefeyi duygu alanına yöneltmeyi zorlamıştır. Marksist felsefenin bu konuda bir zaaf olduğu da ortada, bu önemli konunun kimi Marksist çevrelerde “ideolojik” yanılsamayla açıklanması, hem kolaycılık hem de yeterince açıklayıcı değil (Marx, ideoloji kavramını erken yıllarında kullanmışsa da son yapıtlarında bu kavrama pek yer vermez; ideoloji kavramıyla ilişkili olarak “meta fetişizmi” kavramını kullanır, ki bu kavram da Marksist felsefede yeterince açıklanmış değil.) Felsefenin Gözü’nün söz konusu zaafları da dikkate alarak program yapmasını diliyorum.
Kavramsal konuşma dili ve soyutlamaları dolayısıyla felsefenin sıradan insanın günlük hayatıyla ilişkili olarak felsefe etkinliklerinin yapabilmenin olanağı var mıdır diye sorarak, evet yanıtını vereceğim. J.Ranciere, Cahil Hoca kitabının temel tezi, “Ana dilini öğrenen herkes, her şeyi öğrenir.”di; öyledir, çünkü “anlamak, tercüme etmektir”. Herkes bir şeyler bildiğine göre, Cahil(miş) gibi yapan Hoca, herkesin bilgisiyle eşleşecek bir felsefe üretebilir. İnsanların deneyimleri, onların yeni şeyler öğrenmesini sağlar, ki herkes yaşamı boyunca sürekli yeni şeyler öğrenmektedir. Her şeyi açıklayarak veren Bilgili Hoca, karşısındakini tembelleştirir, kendi de tembelleşir; Hoca da karşındakine nasıl öğreteceğini öğrenmelidir. Devrim Kara ve Mehmet Akkaya arkadaşların bu bilinçle felsefeye yaklaştıklarını düşünüyorum.
Corona Günleri diyebileceğimiz pandemi sürecinde neredeyse bütün dünyada, eylemelerin standartlaşmasına şahit oluyoruz. Her ne kadar “sosyal mesafe” dense de fiziksel mesafelerin açık tutulması için daha çok evlere kapanma /kapatılma durumu bu. Bütün kısıtlara karşın insanların mevcut internet ağları aracılığıyla sosyal mesafeyi yakınlaştırmaya çalıştığı da ortada. Çok yeni olmasa da yaygın olmayan deneyimler, günlük hayatın içerisinde yer buluyor çoğunlukla. Artık istediğimiz ilgi alanıyla ilgili uzman, bilgili, deneyimli kişi/ler yayın yapıyor, interaktif diyaloga giriyor. Entelektüel gelişim adına olumlu sayılabilecek bir gelişme bu. Ancak bir ayarsızlığın da olduğu ortada. Takip ettiğim kadarıyla çok az yayın, süre konusunda hassas. Yüz yüze toplumsallıktan farklı olarak digital ortamın algı ve odaklanma verimi aynı olmaz; oysa birçok yayın bir saat hatta iki saate kadar uzuyor.