Temsil ile temsil edilen arasındaki ilişkide hangisine öncelik verileceği sorunu felsefenin en temel sorunu olarak canlılığını koyuyor. Bu ilişki değişik biçimlerde de söylenir: Özne-nesne ilişkisi, varlık-düşünce ilişkisi. Öz-biçim, teori-pratik diye de çoğaltabiliriz. Kültürel disiplinler içinde, bu tartışma sürekli kendisine ilgili bulmuştur. Çünkü kültürel, entelektüel olan son tahlilde sınıf ilişkileriyle, sınıf mücadelesi ve dolayısıyla onun teorisiyle ilgili bir realitedir. Bu seferki tartışmacı ise kamuoyunda “Barış Akademisyenleri” olarak bilinen hocalardan birisi: Prof. Dr. Atilla Güney. Siyaset biliminin ve sosyolojinin içinden bakışla yazdığı kitaba “Sosyolojinin Marksist Reddiyesi” adını vermiş. (Yordam Kitap, 2019). Kitapta Marksist teorinin gözüyle günümüz sosyal bilimlerine ve bilhassa da sosyolojiye bakılmış; onun tarihine, Weber gibi kurucu babalarına, dönemlerine değinilirken bir yandan da dünyayı, insanı ve toplumu kavrayış biçimi eleştiri konusu yapılmış.
Yazar daha da belirgin olarak tabir yerindeyse “akademik sosyoloji”nin insan ve dünya gerçekliğinden kopup etik, din, kültür türünden bir bakıma temsil diyebileceğimiz ikincil ögelerin sınırları içinde kaldığına dikkat çekiyor. Bunu da sınıf ve siyaset ile ilişkilendirerek bir burjuva ideolojisi olarak değerlendirdiği sosyolojizm terimiyle ilişkilendiriyor. Bu anlamaya göre sosyolojizm, gerçek yerine biçimden yola koyularak birtakım mistik kavramlar (“ideal tip” vb) icat etmek ve sonra da tüm bilme, açıklama, anlama ve yorumları bu verilerden hareketle izah etmeye çalışmak anlamına geliyor. Böyle bir yöntemle “bilim” yaptığını düşünen nesillerin toplumsal zenginliğin asıl özneleri olan emekçi sınıfları, dolayısıyla da üretim gerçekliğini görmeleri kolay olmayacaktır. Güney, çalışmasında ekonomik – sosyal gerçekliğe dikkat çekerken “Marksist reddiye” yazdığını söylüyor ve kitabını da bu yaklaşımla uyumlu olmak üzere Türkiye İşçi Sınıfı’na adamış. Bu politik tutum, Güney’i Perry Anderson’dan radikal bir alıntı yaptırmak durumunda bırakıyor:
“Weber, tipik bir 19. yüzyıl sonu küçük burjuva liberal düşünürüydü. Emperyalizm çağında, küçük burjuva entelektüeli, zorunlu olarak, büyük burjuvazinin ihtişamı karşısında sersemlemiş biçimde iktisadi anlamda bir liberal ve siyasal anlamda da aristokratik değerleri yücelten bir milliyetçidir. Nietzsche’den ilhamla, sonradan, ikinci paylaşım savaşında, Naziler tarafından uygulamaya geçirilecek olan politikalara ilham kaynağı olacak şu haykırışta bulunur: Bizden sonra geleceklere barışı ve insan mutluluğunu değil, ırkımızın korunmasına ve daha üstün bir şekilde yetiştirilmesine giden yolu göstermek zorundayız.” (Güney, 2019: 36).
Maddeci Tarih Anlayışı
Güney’in çalışmasına yakından bakıldığında ilk fark edilenin konu genişliği olduğu görülecektir. Pek çok konuda birçok detay da veriliyor. Teorik boyutun genişliği kadar aktüel boyut da kitabın içeriğinin havada kalacak yorumlar olmadığını gösterir nitelikte. Ele alınan konu felsefenin en spesifik noktalarına kadar temele inerken, örneğin egemen sosyolojinin ontolojik ve epistemolojik kaynaklarına kadar derinleşirken, bir yandan da konu akademideki mürit-mürşit ilişkilerine bağlanıyor. İdealist tarih ve toplum biliminin karşısına tarihsel maddeci bilim anlayışı ile çıkıyor ki, kitabının adı da bu açıdan enterasandır. Yazara bakılırsa egemen sosyoloji anlayışı, bir bilimden ziyade bir burjuva ideolojisine dönüşmüştür. Bu bilimin tarihinde ve eğitiminde Marx’a yer veriliyor oluşu ve Marksizmden de söz ediliyor oluşu, öyle masumane değildir. Sosyolojiye özgü uygulamaların Marksizme sızdırılması hedeflenmektedir ki, Marksizm bu açıdan bulanıklaştırılmaktadır. Bulanık bilincin gerçeklikle ilişkisi zayıflar. Tartışmalar en zinde bilinçler için bile kabul edilemez bir hal alır. Örneğin Osmanlı ve Türkiye’nin ekonomik açıdan ilerleyemediği için modernleşemediği tartışması, yerini modernleşemediği için ilerleyemediği tartışmasına bırakıverir.
Güney için denklem yanlış kurulduğundan dolayı doğru yanıt elde etme imkansızlaşmaktadır. Mesela bizde de Batıdaki gibi bir burjuvazi aranır. Modernitenin de kapitalizm dışı bir olgu olduğu yorumları öne çıkar. Bulanıklığın daha ileri düzeylerinde modernite ise laiklik, aydınlanma, dinde reform gibi uygulamalarla da birleştirilerek neredeyse sosyalizmin yerine ikame edilecek düzeye yükseltilir. Çarpıklık ya da bulanıklık betimlenirken şunlar söyleniyor: “Toplumsal sınıfları analitik olarak bertaraf ettikten sonra bu düşünce akımları dolayımıyla hareket eden yönetici/bürokrat veya siyasal seçkinleri, düşünsel öznenin nesnesi olarak toplum denilen arabanın önüne koşmak gerekti” (Güney, 2019: 28). Demek ki egemen sosyoloji için arabanın önüne koşulması gereken at, arkasına koşuyor.
Güney’e sorulacak olursa nihayetinde Marksizm ile uyum içinde olan “Tarihsel maddeci tarih anlayışı; din, felsefe, ahlak yani belirli zamanda hakim olan özgün düşünce akımları gibi bilinç biçimlerinin oluşum ve değişimini, maddi hayat üzerine etkilerini, gerçek üretim sürecinden hareketle izlemeyi önerir.” (Güney, 2019: 172). Oysa idealist tarih anlayışı bunun tersi bir yol izler; her kültürel kategorinin belli bir tarihsel dönemin ürünü olduğunu görmez. Fikirleri pratikten giderek açıklamak yerine pratiği fikirlerden giderek açıklar (Güney, 2019: 172). Durumu metaforlar ve analojilerle de anlatmayı sürdüren Güney’e göre sosyologun izlediği yöntem dünyayı gökyüzünden yola çıkarak açıklamaya çalışan teologun durumuna benzemektedir. Ne yapar egemen sosyoloji? İdeolojilerden, kültürden, değerlerden yola çıkarak sosyal gerçekliği açıklar. Bu unsurların sosyal gerçekliğin bir uzanımı olduğunu görmez, gördüğünde de gizler.
Sosyolojinin Ontolojik, Epistemolojik Kaynakları
Egemen sosyal bilimlerin ve bilhassa sosyolojinin, çağımızda kitleleri manipüle etmede büyük bir işlev gördüğüne inanan Güney, bu etkinliğin ontolojik ve epistemolojik kaynaklarına ilişkin açıklamalarda bulunurken de çarpıcı saptama ve yargılarda bulunuyor. Geney’in hücumlarından da güç alarak burjuva sosyolojisi diyeceğimiz bu disiplinin ontolojisi, maddi/fiziksel varlık dünyaya değil ideal dünyaya dayanmaktadır. Bu varlık anlayışının en eski savunucusu Platon’dur. Bilindiği gibi Platon’un varlık felsefesinde ideal olan real olanı öncelemektedir. Aynı Platon’un doxa (sanı) ve episteme (bilgi) ayrımı da yaptığını hatırlatan Güney’e bakılırsa Platon fizik bilimleri diyebileceğimiz alanı episteme olarak, sosyal bilimler diyebileceğimiz alanı da doxa alanı olarak betimlemiştir. Yani fizik bilimleri theori biçiminde düşünülmüş ve önemsenmiş, sosyal alanın bilgisi ise historia olarak düşünülmüş ve ikincil, hikayeden ya da önemsiz görünmüştür. Yazar açısından egemen sosyolojinin epistemolojik kaynağını da buradan hareketle açıklamak mümkündür.
Yazar daha yakın çağ filozoflarından örnekler veriyor. Ona göre burjuva sosyal bilimlerinin epistemolojik kaynakları arasında ünlü Alman filozofu Nietzsche de bulunmaktadır. Nietzsche, dikkatleri toplumsal sorunlardan dil, kültür, Tanrı, sanat gibi üstyapı unsurlarına çeken bir filozoftur. Burada izlenen yol, egemen Alman sosyolojisinin kurucusu olan Weber için çıkış noktası olmuştur. Bir yorumla söyleyebiliriz ki Weber, Marx’ın toplum anlayışını sınırlayan ya da “çürüten” bir disiplin kurmak üzere tüm mesaisini harcayan entelektüel olmuştur. “Tam tersidir” türünden yaklaşımlar abartılı sayılamaz, çünkü kurucu babası Weber olan egemen sosyal bilimlerde bağımlı değişken olarak işlev gören kültürel üst yapı kavramları bağımsız değişkenler haline gelir ve sosyal süreçlerin başına getirilir. Etik değerler, ekonomik sosyal gerçekliğe bağımlı olan değişkenler iken Weber’in sisteminde “tam tersi” bir durum vardır, zira bunlar dünyaya yöne veren unsurlara dönüşür. (Güney, 2019: 28, 29).
Temsil, Temsil Edilenin Yerini Alır
Gerek gündelik yaşamda tanık olduğumuz gerekse de ana akım medyayı izlerken sıklıkla Atatürkçülerle muhafazakarların tartıştığına tanık oluruz. Geniş kitleler, bu tartışmaları izler ve taraflardan birini destekleme eğilimi gösterir. Oysa kazanan her iki durumda da, geniş halk kitleleri değil burjuvazi olur. Bu olgu, kabaca iki kesimin de sermayeyi temsil etmeleriyle sınırlı değildir. Bu vardır elbette, ama Güney’in tartıştığı yön daha derindir. İdealist ya da burjuva bakış açısı, gündelik yaşama ve medyaya gelerek aktüel olmadan evvel akademide ete kemiğe büründürülür. Sosyolojizmin yöntemi, ekonomik unsurlar yerine kültürel unsurları koymayı önermektedir. Yine bu egemen sosyolojiye göre üretime ilişkin olgulardan hareket etmek yerine örneğin devletten hareket etmek gerekir. Bu düşünüş yöntemine göre devlet, din, modernite, laiklik, hukuk, ahlak gibi kavramlar üretilir ve devamında da akademi denilen dergahlarda, müritlerin de katkısıyla yüceltilerek gerçek objeye dönüşürler. Temsil, temsil edilenin yerini alır. Bu anlayışın ülkemizdeki serüvenine dair şunlar yazılıyor:
“Türkiye’de sosyolojinin seyrine bakıldığında, 20. yüzyıl, din, kültür gibi kurguların toplumsal ilişkileri belirlediğinden hareketle ikili açıklama modelleriyle değerler arası çatışma ve bunların taşıyıcıları olan seçkinler arası rekabeti toplumsal bilimlerin ve siyasetin merkezine koyan bir sosyolojik düşünme biçiminin hakimiyeti altında geçti” (Güney, 2019: 31).
Bu noktadan yola çıkan sosyal bilimciler için artık sorun saptamak kolaylaşır. Türkiye’deki sorunlardan birisi dinsellik olur, laiklik de büyük sorundur! Merkez-çevre düalizmi de bu sosyal bilimciler için çok mühim bir meseledir. Örneğin bir kısım seküler sosyal bilimci için çevre son on yıllardır sermaye biriktirmiş ve laik düzen için tehlikeli olmaya başlamıştır. Çevreden yana olan analiz ise din özgürlüğünün sınırlarını genişleterek sorunların üstesinden gelme düşüncesindedir. Keza bu çerçevedeki tartışmalara bakılırsa Osmanlı da, dinsel nedenlerle başarılı olmuş, dinsel nedenlerle yıkılmıştır. Kimilerine göre erken modernleşebilseydik yıkılmazdık vs. İşte Güney’i de hücuma yönelten anlayışlar bu realiten de kopuk, gerçekliği ters gören idealist anlayışlardır. Nihayetinde devlet, laiklik, din gibi kavramlar neden değil sonuçtur. Dolayısıyla bir toplumun gelişim seyri, dinden gidilerek değil ekonomik ilişkilerden gidilerek açıklanır. Dolayısıyla Avrupa’nın dinselliği gerilettiği de sınırlı bir dönem için ancak ileri sürülebilir. Sosyolojinin dinselliğe bu denli sarılmasının altında, Güney’in yaklaşımına yorum getirerek söyleyecek olursak Weber’in düşünme yöntemi yatmaktadır. Weber de analizlerinde modernleşmeyi savunmuş ve dinsel reformlar üzerinde dururken Protestan ahlakını önemsediğini söylemiştir.
Gerçeklerden Değil Kavramlardan Hareket etmek
Yazar, birçok bakımdan, haklı olarak felsefeci gibi hareket etmiştir. Bir ölçüde sosyal bilimlere bir felsefeci gözüyle bakmıştır. Bu yüzden olsa gerek kitabında sıklıkla kuramsal tartışmalara giriyor. Marx’ın ve Marksizmin birçok felsefi diyebileceğimiz kavramını, yöntemini anıyor. Dolayısıyla da egemen sosyoloji, ya da piyasa dediği akademik sosyoloji birçok bakımdan baş aşağı duruyor. Kültür, inanç, çevre, ethos, moralite bir kez çıkış noktası yapıldığında, bunlara temel teşkil eden altyapısal gerçeklikler tali plana düşüyor. Yabancılaşmanın bu alanda izini süren yazarın sunumuna bakılırsa bu bir yabancılaşma durumudur. Sorun burada bitmez. Anılan kavramlar Hegel’in geist’ı misali her şeyi kucaklayan terimler haline gelince artık onlardan da yeni kavramlar üretmek “meşru” hale gelir. Bununla da süreç tamamlanmıyor. Üçüncü olarak bunlar yüceltilerek fetiş niteliği kazanır. Analitik düşünüşün çıkmaz sokağı da burada karşımıza çıkar: Zihnin, ekonomik sosyal olgulardan hareketle bir soyutlaması olan kavramlar, sanki nesnesiyle özdeşmiş gibi kabul edilerek nesnesinin yerini alır, hatta bir adım ileri gider.
Yazar, eleştirdiği felsefi anlayışın kaynağını Kant’a kadar götürüyor ve Alman idealist felsefesinin eleştirisini yapıyor. Güney’in anlamasına bakılırsa Kant, bilgiyi son çözümlemede bir imalat olarak ele almıştır. Yani asıl olarak insanın bir kurgusudur bilgi. Bu durumda sosyal gerçeklik tali olur. Çünkü zihindeki a priorik yapılar bilginin temel kaynağını oluşturmaktadır. Demek ki kitapta Platon’dan Kant, Hegel ve Nietzsche’ye kadar çok sayıda ana akım filozoflar eleştirilerden üzerilerine düşeni almaktadırlar. Özellikle de sosyoloji alanında “burjuvazinin Marx”ı diye betimleyeceğimiz Weber hücumlara uğramaktadır. Liste ve mevzu daha da geniştir Güney’e göre. “Nasıl ki Alman rasyonalizmi Nietzsche ve Weber üzerinden Martin Heidegger ve Carl Schmith’le zirvesine ulaşmış ve Hitler faşizmine varmışsa; Weber’in kültürcü sosyoloji anlayışı da soğuk savaş döneminde özellikle üçüncü dünyanın akademik varoşlarında yankılanıp bugün postmodernizm ve post-yapısalcılıkla tahtını sağlamlaştıran uzun bir yol izlemiştir. Bu nedenle sosyoloji söz konusu olduğunda 20. yüzyıl bir Weber yüzyılıdır.” (Güney, 2019: 37).
Yapı Statik, İlişki Dinamiktir
Egemen sosyolojinin çıkmazları açıklanırken analitik-diyalektik bakış açıları söz konusu oluyor. Anladığım kadarıyla bu sosyolojiye iki yerden daha hücumlar yapılıyor. Birisi ana akım sosyoloji olgulara parçalı bakıyor ve bunun neticesinde varlıklar arasındaki ilişkiyi göz ardı ediyor. Bir nevi varlığı çevresinden izole olmuş bir “yapı” olarak ele alıyor. Bu noktada Güney’in yapısalcı, post-yapısalcı anlayışlarla polemiğe girdiğini görüyoruz. Eser boyunca bunlarla birlikte postmodernizmin eleştirisini okuyoruz. Çünkü bu anlayışlar varlığı bir “yapı” olarak görmelerinden dolayı, onların “ilişki” olabileceğini göz ardı ediyor. İlki statik, ikincisi dinamiktir. Bu çerçevede düşünüldüğünde sosyolojinin ikinci açmazı da karşımıza çıkıyor: Bir kez varlığın ilişki olduğu kabul edilmezse onun değişip dönüşmesini de düşünemeyiz. Çünkü kavramlar tarihsel olsa bile asıl olarak varlığın kendisidir tarihsel olan. Yani değişip dönüşecek olan varlık olması gerekirken hakim sosyolojide değişip dönüşmesi gereken kavramlar olur.
Yazarın sunumuna bakarak bu bağlamda bir noktaya daha değinmek gerekir. Varlığı bilmek de ancak onun ilişki olduğunu kabul etmekle mümkündür. Bireyi, toplumdan giderek açıkladığımız gibi, toplumu da bireyden hareketle açıklarız. Bir varlığın, var olduğundan söz edebiliyorsak diğer varlığın olmasından dolayıdır. Buna göre de “bir varlık” diye bir şey yoktur, varlık çokluktur ve her varlık diğerleriyle ilişki içindedir. Varlık dünyasının bu özelliği dikkate alınmadan ortaya konulacak epistemolojik sonuçların gerçekle ilişkisi de olmayacak, yanılsamalı sosyal tahliller gerçeğin yerine ikame olacaktır.
Yanılsamanın Kaynağını Üretimde Aramak
Yanılsamanın kaynağı için üretim alanına inilir. Bunu anlatmak üzere Marx’ın meta olgusuna bakışını örneklendiren yazar, metanın bir sonuç olduğunu, bir fenomen olduğunu söylerken egemen sosyolojinin, tüm meta sürecini bundan ibaret saydığını ileri sürüyor. Oysa Marx, metayı çıkış noktası yaparak öze, gerçeğe iniyor. Özü de üretimin merkezinde buluyor. Ancak o zaman metanın bir biçim olduğu anlaşılabilir. Çünkü meta, canlı emeğin form kazanmış halidir. Dinin, devletin, ethosun, kültürün, inanç unsurlarının, altında bulunan da üretimin biçimidir. Mesela sivil toplum-devlet ayrımında temel olan devlet değil sivil toplumdur. Sivil toplum popüler kültürdeki gibi anlaşılmamalı. Yazar haklı olarak Hegel’in Hukuk Felsefesinin İlkeleri ve Marx’ın buna verdiği yanıtlardaki anlamını kastediyor. Şimdi üretim alanının, sivil toplum ya da daha iddialı bir terimle ekonomik sosyal temelin üstyapıyı belirlediği, hukuk, bilgi, bilim, kavramsal yapı, ahlak, kültür türünden soyut varlık dünyasını koşulladığı iddiasına gelebiliriz.
Güney, bu anlayışı nesneleştirdiği kısımlarda ekonomik determinizmi kabul etmediğini, Marksizmin bundan farklı bir iddiaya dayandığını söylüyor. Bu dayanağı da “üretim” kavramında buluyor. Bu da, okura sanırım C. Cauldwell’in sanatı bir “üretim” olarak görmesini anımsatır. Cauldwell ne derece taraftar buldu, bilemiyorum. Buradan bakıldığında aynı bilinmezlik Atilla Hoca için de geçerlidir. Yazar “üretim” kavramını maddi anlamdaki üretim için kullanmadığını söylüyor ki, bu yüzden ben de tırnak işareti ile belirli hale getirmeyi tercih ettim. Güney’in yazdıklarına bakarak şu yorumu getirebiliriz: Ekonomik ilişkilerin üst yapıyı belirlemesi kaba ve inanılmaz görünüyor. İki yapı arasına insan pratiği girmektedir. Altyapının değil ama, oradan hareketle insan pratiğinin yansıması olan soyut varlıklara ürün, ürünün ortaya çıkmasına da üretim denilmelidir. Dolayısıyla Güney, yapısal işlevcileri eleştirdiği bir dipnotta şunları yazıyor: “Tarihsel maddeci yöntemin ideolojiyi bir yanılsama olarak gördüğüne dair bu duvar yazısı kıvamındaki iddia da tıpkı ‘iktisadi determinizm’ söylencesi gibi yapısal işlevselcilerin dillerine doladığı efsanelerden biridir.” (Güney, 2019: 176).
Kültürden Hareket Etmenin Neticesi:
İdeolojilerin Sonu
“Sosyolojinin Marksist Reddiyesi”, birçok abartılı açıklama ve yorum da yapıyor. Bunlardan birisi ekonomik determinizme karşı itiraz etmesine rağmen, yine onun içinde konuşmaya devam etmesidir. Buna bağlı olarak sosyal olguların yansıması olan kavramsal dünyayı, ısrarla ikincil öge olarak göstermesi de bazı zaaflar içermektedir. Üçüncü olarak daha kitabın başındaki bir dipnotta yansıttığı faşizm analizidir. Güney, faşizmin kapitalizme ilişkin içsel bir durum olduğu ve daimi olduğu kanaatindedir. Dolayısıyla burjuvazinin şiddet politikası bir kriter olmuyor. Sonuçta çağa damgasını vuran da faşizmdir. Yazarın söylediklerinde doğruluk payı yok mu? Var. Yeni bir şey söylediğini iddia edeceğim, belki de yenilere alışacağız! Analiz ve eleştirileri güçlü birisinden söz ediyorum; ama önerilerinin o denli güçlü olduğu söylenemez. Son olarak diyebilirim ki, kitap geniş bir okur kesimini hedefliyor. Öğrenciler, akademisyenler, sol yapılar, ezilen cins ve inanç grupları, belki daha da önemlisi eleştirinin, reddiyenin muhatabı olan sosyologlar, sosyal bilimciler, liberaller…
Kuram tartışmalarının epeyce zayıfladığı şu sıralar Atilla Hoca’nın, genel olarak entelektüel dünyaya özel olarak da Marksist teori ve uygulama içinde olanlara ufuk açan bu çalışması, umarım okumalara, eleştirilere, tartışmalara vesile olacaktır. Kuram sorunsalı eserin başından sonuna kadar kendini belli ediyor. Birazını yukarıda yansıttığım gibi nesnel gerçeklik, bütünlük, kavram-nesne ilişkisi, parça-bütün diyalektiği türünden konulara ağırlık veriliyor. (Güney, 2019: 226, 227). Varlığı kavramsala eşitleyen Hegel ve Spinoza gibi filozoflar da bu kuramsal tartışmalarda eleştiriden nasibini alıyor. Özellikle Marksizmin ya da diyalektik materyalizmin içinden konuştuğunu, yazdığını düşünen ve onun çizgisinde faaliyetlerde bulunduğunu sananların kendilerini test etmelerinde de işlevsel olacağını düşünebiliriz.
Nihayetinde pek çok seküler, modern, pozitif düşüncenin Marksizmle karıştırıldığı dikkate alındığında kitabın uyarıları çok daha önem kazanmaktadır. Bilimde, felsefede tarafsız olacağı iddiasıyla yola çıkarak “ideolojilerin sonu” veyahut da gerçekliği reddetme noktasına kadar giden ve “metin dışında hiçbir şey yoktur” diyebilen sosyal analizlere karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğinde de işlev görecek bir eserden söz ediyorum. Keza ekonomik sosyal gerçeklikten hareket ettiğini iddia ederek kültür, etik, estetik, hukuk, din, aydınlanma, laiklik gibi üstyapı kavramlarıyla başlayıp bunlardan yeni kavramlar üreterek adeta yanılsamayı yeniden üreterek ömür törpüleyen entelektüeller dikkate alındığında Atilla Hoca’nın kitabı ilginç bir seçenek olacaktır.