DİLLERİN KENDİ KADERİNİ TAYIN HAKKI!
Düşünme ve felsefe yapma söz konusu olduğunda dile başvurmak zorunludur. Dil deyince anlaşılması gereken anadildir. Anadil anadan gelmek zorunda değil. Düşündüğümüz, şiir yazdığımız, felsefe yaptığımız, rüya gördüğümüz ve aşık duğumuz dildir. İki tane anadil olmaz. Birisi mutlaka ön plandadır ya da zamanla ön plana geçer.
Toplumlar arasındaki dil farklılığı ile toplumları oluşturan sınıflar arasında da bir dil farklılığının olup olmadığını tartışmak gerekir. Yine de tartışılmayan bir boyut var ki, o da ezen ve ezilen sınıfların dili kullanış amacı, onu üretme şekli ve dili ele alış tarzlarının farklı olmasıdır. Bu yüzden J. Stalin, “burjuva grameri”, “proletarya grameri” ifadelerinin yanlış olduğuna dikkat çekmekte -belki de- haklıdır.
Fakat her sınıf, dili kendi sınıf çıkarlarına göre biçimlendirmektedir. Her dil, belli bir sınıfın kendi değerlerini, geleneklerini, çıkarlarını, teorilerini taşıyan birer bellek oldukları için vazgeçilmez dinamiklerdir. Toplumlar, sınıflar ve halklar kendilerine dair bilgiyi dil yoluyla taşıdıkları için dili yitirmediği müddetçe varlıklarını sürdürürler. Amerikan yerli halklarının varlığını sürdürmesinin nedeni, pek çok araştırmacıya göre dili korumuş olmalarıdır. Tarihin, üzerimize bir kabus gibi çökmesinde dilin rolü belirleyicidir. Dilin farklı kullanımı, sınıfların farklılığına dayanır. Bu farklılık ise son çözümlemede sınıf mücadelesinden ayrı olarak ele alınamaz.
Egemen dil anlayışı, “sömürücü” yerine işadamı; “kapitalist” yerine girişimci demeyi tercih eder, önerir ve daha da önemlisi bunu emekçilere de kabul ettirir. Egemen ya da baskın diller ulusal düzeyde ya da halklar düzleminde zayıf dilleri asimile etmenin politikasını üretmeyi asla ihmal etmezler. Buna karşı dillerin direndiğini gösteren pek çok örnek vardır insanlık tarihinde. Dolayısıyla emekçi sınıfların dili gibi ezilen ulus ve halkların dili de sınıf mücadelesinin bir parçası olarak bu arenada her zaman var olmuşlardır. “Dillerin kendi kaderini tayin hakkı” sorununun “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” sorunundan izole edilerek ele alınamayacağı açıktır. Dolayısıyla feodal, kapitalist ve emperyalist sistemlere karşı ulusların direnişi gibi dillerin direnişi de meşrudur.
Çok uluslu bir toplum olan ülkemiz gerçekliğine bakıldığında dillerin çeşitliliği hemen fark edilecektir. Antik dönemden beri dile dair düşüncelerin sürekli gündemde olması gibi bu sorun günümüzde ve ülkemizde de üzerinde düşünülmesi gereken bir sorun olarak orta yerde durmaktadır. Türkçe, felsefe yapmaya uygun bir dil midir? Kürtçede felsefe yapılabilir mi? Osmanlıca veya Arapça daha gelişmiş bir kültür dili midir? Anadolu dilleri, emperyalizmin işgali altında mıdır? Bu türden sorular çoğaltılabilir. Daha spesifik sorular da vardır: Dil, düşünceyi yansıtır mı? Felsefeyi dil mi, insanlar mı yapıyor? Dil eril midir, ideolojik midir, üst yapı kurumu mudur? Tüm bu soruların yanıtını bulmak, kapsamlı bir dil felsefesi yapmayı gerektirir.
Sarayda Yaşayan ile Kulübede Yaşayan Farklı Konuşur
Felsefe yapma tarzını ikiye ayırabiliriz: Felsefesini üretim alanından hareket ederek kuranlar ve üretim dışı alanlardan hareketle kuranlar. İlki materyalist düşünceye ikincisi idealist düşünceye tekabül ediyor. Mesela M. Ö. 5. yüzyıl filozofu Gorgias, üretimden değil varlıktan hareket ediyordu, varlığın olmadığını, olsa da bilemeyeceğimizi bilsek de başkalarına –dil yoluyla- anlatamayacağımızı ileri sürüyordu. Filozofun, inkarcı (hiççi) ya da bilinemezci bir noktaya çakılıp kalmış olması bir yana; dil felsefesinin bu denli gerilere gittiğini saptayabiliyoruz. Yine de dilin olup biteni, varlığa (olgu durumuna) uygun bir biçimde yansıtıp yansıtmayacağını aklımıza getirdiği için filozofu ne denli ansak ve onurlandırsak azdır.
Amerika’nın Ortadoğu ve Irak’ta on yıllardan beri yaptığı uygulamaları düşünelim. Olgu durumuna bakılırsa bölgede sömürü, baskı ve katliamlara imza atılıyor. Oysa bu olgu durumunun şöyle dile getirildiğini sıklıkla duymaktayız: “Amerika Irak’a demokrasi götürüyor!” Aynı durumu yansıtan ülkemizden ve dünyadan pek çok örnek vermek de olasıdır. Burada saldırı olarak dile getirilen olgu durumu (somut durum) ana akım ideoloji açısından “demokrasi, güven ve kardeşlik” olarak lanse edilebiliyor. Dolayısıyla insan dili, “kültürel uzlaşım”a dayandığı için gerçekliği tersyüz edebilen, çarpıtabilen bu olanağı yapısında barındıran bir mekanizma olarak ele alınmak zorundadır. Hayvan dilinin ise “doğal uzlaşım”a dayandığı için böyle bir “olanağa” sahip olmadığını hatırlatmak isterim.
Aynı olgu durumunu, iktisaden egemen olan sınıfların kendi çıkarlarına göre dillendirdikleri, ezilenlerin ise bu duruma kendi sınıf konumlarına göre anlam verdikleri anlaşılmaktadır. Dilin, düşünceyi ya da kavramları yansıttığını veya düşüncenin ya da kavramın sesle, yazıyla ve benzeri yollarla simgeleştirildiğini düşünmemiz yanlış değildir. Ana akım dil felsefesi de dili düşünceye eşitler: “Sözcüğün düşüncenin göstergesi olduğunu söylemek de düşüncenin sözcüğün göstergesi olduğunu söylemek kadar doğrudur; düşünce her an sözcüğün ta kendisidir, çünkü düşünce olmadan cümle içinde bir sözcüğü maddi olarak saptamak ve sınırlandırmak bile mümkün değildir.”
Zihindeki düşünce kümelerini dile yakın bir olgu olarak görmek gerekir. Bu imge öbekleri dil değilse, bu alana girdiğimizde dile ramak kaldı diyebiliriz. Yani tam bir cümle yapısına ancak dil yoluyla kavuşuyoruz. Düşünce ve kavram sorunsalı, bizi zorunlu olarak bilinç düzeneğini incelemeye götürür. Bilinç düzeneği, her sınıfın çıkarına göre farklı kurulur. Bu yüzdendir ki “sarayda yaşayan başka kulübede yaşayan başka düşünür/konuşur” denmiştir (Feuerbach). Saraydakinin düşüncesiyle kulübedekinin düşüncesindeki farklılık dilin farklılığıyla benzerdir. Dil dediğimiz anadildir.
Her dil, farklı ekonomik, sosyal ve tarihsel süreçlerin ürünü olduğu için; ayrıca farklı coğrafi ve iklim kuşaklarının ürünü oldukları için kendilerine özgü düşünceleri, felsefeleri ve dünya görüşlerini içerirler. Mesela dişi ağrıyan bir Türk, “dişim ağrıyor” dediği halde, bir İngiliz “ağrıyan bir dişe sahibim” ifadesini kullanır. Başka bir örnekte de “ayağını yorganına göre uzat” denir. Yorganın, sıcak iklim toplumlarında değil de soğuk iklimlerin egemen olduğu ülkelerde türemiş olduğunu anlamak zor değildir. Fakat bu demek değildir ki felsefeyi dil yapar!
Felsefeyi yapan öznedir; yani sanatçı, bilim adamı, politikacı ve filozoftur. Demek ki her dilin bir felsefesi olduğuna göre her dilde felsefe yapılabilir. Buradan hareketle her dille edebiyat da yapılabilir, şiir de yazılabilir dememiz gerçekle örtüşüyor. İlgili özneler olduğu sürece bilimsel çalışmalar, makaleler yanında siyasi teoriler kurulabilir, büyük felsefi kuramlar geliştirilebilir. Tabii sözü edilen dilin iletişim kurmaya yeterli olacak kadar gelişkin olması şarttır. Ölü dillerle ya da ölmeye yüz tutmuş dillerin düşünce ya da kültürel çalışmalara belli bir zorluk çıkaracağı açıktır.