DİNİN HAYATIMIZDAKİ YERİ NEDİR?
DİNSİZ YAŞANILABİLİR Mİ?
Kitap okumaları, eleştiri yapma türünden öneriler yanında sorular da geliyor. Bu defa değerli dost-ağabey Abuzer Kiraz, bir grup arkadaşıyla tartışırken konu din, inanç, Tanrı ve teoloji konularına geliyor. Abuzer hocam benim de bu konudaki görüşlerimi almak istemiş. Mersin gezilerimin entelektüel miraslarından birisi olan Kiraz’ın sorusunu birazcık biçimlendirerek yazıya başlık yaptım. Şimdi bu başlıktaki soruların yanıtını din felsefesi bağlamında vermeye çalışayım. Önce bu soruları biraz genişletmek gerekir. Mesela dinden ne anlıyoruz? Yalnızca tek Tanrılı üç dini mi anlıyoruz? Ayrıca Tanrı deyince kafamızda ne canlanıyor? Herkes bu kavram ve konulardan aynı şeyi mi çıkarıyor? Halktan birisinin, bir cami imamının veya bir filozofun bu dinsel dediğimiz konu ve kavramlardan anladığı aynı mıdır? Mesela uyuşturucu, Marx’ın söylediği gibi afyon, futbol ya da marka tutkunluğu, moda düşkünlüğü, sigara bağımlılığı, milliyetçilik, Engels’in uyardığı gibi ateizm…
‘Hayatımızda tek din yok, dinler var’ demek daha doğru değil midir? Din ve Tanrı ya da teoloji tartışmalarına tüm bunlar dahil edilmeli midir? Bu konularda herkesle hemfikir olmak kolay görünmüyor. İddiaya girmek, ısrarcı da olmak istemem. Yalnız bir konudaki iddiamın arkasında olduğumun da bilinmesini isterim: Din meselesi, bir üst yapı meselesi olarak ekonomik sosyal temelin yansımasıyla ilgilidir. Üstyapıyı pasif görmemek için “ilgilidir” ifadesini kullanıyorum. Konuyu açarken şunu da belirtmem gerekir ki, din deyince bu metin bağlamında tek Tanrılı dinlerle sınırlı kalacağım. Yeniçağ’ın/modern çağın dinlerine (ki Yeniçağ’ın kendisinin de bir din olduğu ileri sürülebilir) yalnızca atıf yapmakla yetinmek uygun görünüyor.
Din, Devlet, Mülk ve Nikah Lüzumsuzdur
Son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim ki, din ve dinler hayatımızı kuşatmış durumdadır. Peki gerekli midir, gerekliler midir? Bilhassa tek Tanrılı dinler denilen Hıristiyanlık, İslam ve Yahudilik dinlerinin gereksiz olduğuna dair sayısız neden ileri sürebiliriz. Günümüzde bile birçok toplum, bu büyük de denilen dinlere uymadan çağdaş düzeyde yaşamını sürdürebiliyor. Tek tek bireylerin de büyük dinlere inanmadan, ibadet yapmadan yaşamlarını sürdürdüğünü biliyoruz, tanık oluyoruz. Bunun mümkün olduğunu dış dünyayı izleyerek de, kendimizi izleyerek de görebiliyoruz.
Günümüzde insanların ihtiyaçlarını üç kümede toplamak mümkündür. Birisi fiziksel-maddi ihtiyaçlar. Yeme-içme türünden gereksinimleri kastediyorum. İkincisi kültürel ya da entelektüel gereksinimlerdir. Sanat-edebiyat uğraşıları, estetik hazlar, düşün ve bilim faaliyetleri. Üçüncü olarak da gerçek ihtiyaçmış gibi görünen “sahte” ihtiyaçlardır. Bunlar din, profesyonel spor, moda, modernlik iddiası, teknoloji, telefon, medya, diziler, kahvelerdeki oyunlar…Saymakla bitmez… Bunlar da sistem tarafından gerçek ihtiyaçlarmış gibi sürekli yeniden üretilirler. Sigara paketleri, allanıp pullanır, stadyumlar modernize edilir; cami, kilise gibi yapılarla yarıştırılır.
İnsan Dinsiz, Afyonsuz Yaşayabilir
Maddi ve Kültürel Besinsiz Yaşayamaz
Modern toplumda herkese göre bir din icat edilmiştir. Gerek Engels olsun gerekse Kızılbaş geleneğinin devrimci damarları (Şeyh Bedreddin, Şah Kulu), üç uygulamanın gereksizliğine dikkat çekmişlerdir. Sırayla söylersek devlet gereksizdir, feodal ve burjuva mülkiyeti gereksizdir, üçüncü olarak da aile ya da nikah lüzumsuzdur. Peki büyük denilen klasik dinler? Klasik dinler zaten diğer üç kuruma bağımlı olarak işlev gördüğü için gereksizliğine en küçük bir kuşku bulunamaz. Oysa maddi ihtiyaçlar için gereksizdir denilemez; çünkü başka türlü yaşamda kalma imkanı yoktur. Entelektüel ihtiyaçlar karşılanmazsa da insan, hayvanla arasına mesafe koyamaz.
İnsana etik-estetik incelik kazandıran da kültürel etkinliklerdir. İnsan onsuz da edemez. Nihayet Dostoyevski, insan sanattaki güzelle ilişki kurmadan yaşayamaz demiştir. Kısacası ilk ikisi gerekli ve zorunlu olduğu halde dinin gerekli olduğu kanaatinde değilim. Bu, basitçe din karşıtlığı ve dinci düşmanlığı olarak algılanmamalı. Sonuçta içinden düşündüğüm Marksist teori açısından düşman olan din değil onu ortaya çıkaran ve manipüle eden kapitalist sistemin kendisidir. Dinin lüzumsuz olduğunu söylemekte de bir sakınca görmemek lazım. Din icat edilmeseydi, yaşamın pozitif yönleri daha da güçlü olabilirdi. Peki neden hala varlığını sürdürüyor?
Din, Sınıflı Toplumların İmalatıdır
Bu sorunun yanıtını ararken, yoksul kişi ve toplumların ona daha fazla sarılmış olmaları bize bir yol gösterebilir. Neden orta ve üst sınıflarda dindar denilen kişi ve kesimler daha az çıkıyor da yoksul emekçi kesimlerde dinselliğe daha fazla ilgi oluyor? Şu yanıt ilginç olabilir: Orta ve üst sınıflar sinemaya, tiyatroya giderek, edebiyatla ilgilenerek, felsefe, siyaset okumaları yaparak, sergilere katılarak bu “ibadeti” zaten yapıyor. Geriye ne zaman kalıyor ne de dine uygun ruh hali. O halde toplumun dinden uzaklaşabilmesi için sorunun kaynağında ekonomik ve sosyal sorunların bulunduğu ileri sürülemez mi? Bu anlayışa yakın olanlar açısından sorun dinde veya dindar kitlelerde değil yoksulluk ve yoksunluk üreten sermaye sisteminin kendisindedir.
Dinsellik ancak bu sistem değiştiği sürece ve değiştiği oranda farklılık gösterir. Zaten toplumların tarihi de bize onu gösteriyor. Nihayetinde de günümüzde deveyle dolaşan Müslüman yoktur. Feodal, kapitalist ve emperyalist sistemde din ile mücadele etmek, bataklığı kurutmak yerine sinekleri imha etmeye benzer. Bataklık dindarların (bazen dinci gericilik biçimini de alıyor) icadı ve sistemi değildir tersine din, sınıflı toplumların bir imalatıdır. Burada devletli dinden söz ediyoruz. Çünkü din her çağda yeni formlara bürünmüştür.
Gölgesiyle Nesnesini Karıştırmak!
Din olgusuna felsefi ve/veya sosyolojik ya da bilimsel açıklamalar getirirken materyalist yöntemin rolünü hep dikkate almak gerekiyor. Aksi halde sınıflı toplum ve din ilişkisinde gölgeyi nesnesiyle karıştırma yanılgısı doğabilir. Toplumsal süreçler, üretim ilişkileri dini belirlediği halde, devletlerin de bunu manipüle ettiği açıkken tersine bir düşünme yöntemiyle (idealizm) tahlil yapıldığında halklarla, geniş insan kitleleriyle aranıza mesafe koymak zorunda kalırsınız. Peki geniş halk kitleleri dinsellikten memnun mu? Görünüşte memnundur, gerçekte değil. Neden? Sermayeci sistem dinin taşıyıcısı olan emekçilere orta ve üst sınıflara sağladığı olanakları sağlamaktan uzak bir sistemdir ve bu durum onun doğası gereğidir. Bu yüzden Marx’ın dinselliği, bir protesto biçimi olarak görmesi, onu afyon metaforuyla ilişkilendirmesi son derece önemlidir.
Protesto gerilim, gerginlik ve çatışma getirirken afyonla insan rahatlar. Geniş halk kitleleri, İslam literatüründe geçen asr-i saadet zamanına dönmek istiyor. Bunun imkanını sosyal/gerçek dünyada bulamayınca cennette bulmanın hayalini kuruyor. Konu sınıf mücadelesine gelmektedir. Eşitlik ve özgürlük için mücadele ederken insanlık çeşitli eğilimlerle, sonuçlarla karşılaştı, karşılaşıyor. Halen de durum değişmiş değil. Kimi kişi ve toplumlarSpartaküs, Bedreddin ve benzeri gibi devrimci yolu seçerken, bazıları da negatif diyeceğimiz mücadele yolunu seçti, seçiyor.
Yenilgi Dönemlerinde Dine İlgi Artar
Üç klasik ve devletli dinin çıkış zamanlarına bakıldığında eşitlikçi, demokratik taleplerin baskın olduğunu görürsünüz: Komşusu açken tok yatan bizden değildir! Demek oluyor ki, toplumlar eşitlikçi bir dünya için mücadele ederken yenildiklerinde dinselliğe sarılma eğilimi taşırlar. Bu yüzdendir onun protesto olması. Modern dinler de öyledir. Türkiye toplumunun, kadınların, gençlerin, yetişkin emekçilerin televizyon dizilerine, stadyumlara, barlara, alkol ve sigaraya, markaya, teknolojiye, modaya, milliyetçiliğe eğilim göstermesinin motivasyonu da öz itibariyle aynıdır. Bu türden alışkanlıklar bir kez insan ruhsallığını fethettikten sonra koparılıp atılması zorlaşır. Toplumlar tarihine yakından baraksak, sınıflar mücadelesinde “yenilgi dönemlerinde” klasik ve modern dinlere ilginin büyüyüp tüm topluma yayıldığını görürüz.Salazar’ın ya da Franko’nun “ben toplumu futbolla uyuttum/yönettim” dediği söylenir. Döneme baktığınızda emekçilerin yenilgi sürecine denk geldiğini görürsünüz. Ülkemizde de 12 Eylül yenilgisinden sonra hem İslam’a hem de modern dinlere ilginin arttığı gözlenmektedir.
İnsan Merkezli Din Açıklamaları
Dinsellik sorunu filozofların da gündeminden düşmemiştir. Üç yaklaşımdan söz edebiliriz. Birisi her şeyi Tanrı yaratısı yapan yaklaşımdır. 4. yüzyıl filozofu olan Saint Augustinus’tur. Tanrı merkezli bir açıklamadır, teolojik bir bakışı temsil eder. İkinci bakış ise insan merkezlidir. Buna göre Tanrı’yı ve dini insan yaratmıştır. Bu yaklaşım için de iki filozofun adını anmak gerekir. Birisi M. Ö 5. yüzyıl Yunan filozofu Ksenophanes, birisi de Feuerbahc’tır. Ksenophanes, açıklamasında Homeros ve Hesiodos’un da adını geçirerek Tanrı’yı insanların yarattığını söylüyor. Yorumlayarak söylersek, insan yapısında Tanrı ve dinsellik içkindir. Eninde sonunda içtekini çıkartacaktır. Öyle de olmuştur. Ksenophanes bunu kanıtlamak içinde Tanrı’nın nasıl formalize olduğuna bakıyor ve görüyor ki, Tanrı, insana benzetilerek tasvir ediliyor. Bilhassa eski Tanrılar insana çok benziyordu. Hatta mekanları vardı, örneğin tanrı Zeus evlenebiliyor, dünya işlerine katılabiliyordu. Ksenophona’göre mesela atların da Tanrısı olsaydı muhtemelen ata benzeyecekti.
Hümanizm ve Antropomormik Bakış
Süreç içinde çok Tanrılı dinler döneminden tek Tanrılı dinler dönemine geçildi. Tanrı teke inince, formu da değişti. Daha doğrusu formsuz, zaman ve mekan dışı bir varlığa dönüştü. Bu anlamaya insan merkezli diyerek hümanizm kavramıyla ilişkisini kurabiliriz. Hümanizmin, buna felsefi antropoloji de demek mümkün, modern temsilcisi ise Marx’ın da ilham aldığı Feuerbach’tır. O da Tanrı’yı ve dini insanın yarattığını söylüyor. Feuerbahc, bunu yaparken Hegel’in idealizmine karşı insan faaliyetlerini geçirerek materyalist bir açıklama getiriyor. Her şey insan başarısı ve icadıdır. O halde din, Tanrı ve benzeri konular, olgular, varlıklar da insanın icadıdır. Tanrı’nın insana benzetilerek açıklanmasına insanbiçimci anlamında antropomorfik denilir. Demek ki teolojinin Tanrı açıklaması, ‘Tanrı kendi suretinde insanlar yaratmıştır’ tezine dayanırken hümanizmin, eş deyişle felsefi antropolojinin ya da ontroposantrik bakışın tezi ise ‘insan kendi suretinde Tanrılar yarattı’ biçimindedir.
Toplum Merkezli Tanrı Tahlili
Feuerbahc’a göre din ve benzer unsurlar Hegel’in zannettiği gibi tinden doğmuş değillerdir. Marx’ın aldığı miras işte bu madde ve insan merkezliliktir. Kanaatimce din ve Tanrısallık sorununda üçüncü ve etkili vurguyu Marx yapmıştır. Marx’a göre Tanrı’yı insanın yarattığı, tüm dinselliklerin insan ürünü olduğu doğrudur. İyi ama insan neyin ürünüdür. Doğuştan insan var mıdır? Marx ve Marksizm din ve Tanrı gibi insanın temelinde de toplumu, üretim ilişkilerini ve tarihselliği görmektedir. Toplumsal yapı, üretim ilişkileri değişip dönüştükçe insan ve insanın icadı olan değerler de değişir dönüşür. Din ve Tanrı gibi değerler de süreç içinde müzelik olarak tarihe karışır.