Sıklıkla kendimi felsefe sunumları içinde buluyorum; sanat, roman ve şiir sunumları da eksik olmuyor. Katıldığım bir şiir toplantısına ilişkin yazmak istiyorum bu sefer. Sunumu, iki tane şiir kitabı olan, ayrıca İngilizce dil eğitimcisi olarak tanınan, bu konuda da kitapları, yayınları bulunan Sinan Akdağ yaptı. Akdağ konuşmasına yeni şiirimizin tarihini özetleyerek başladı ki, dinlerken ben de şiirimizin felsefi dayanaklarını, epistemolojik temellerini düşünmeden edemedim. Neyse ki konuşmacı felsefi köken açısından da bazı saptamalarda bulundu.
Sunumu, bazı açılardan bana ilginç gelse de katılmadığım noktalar da oldu. Daha doğrusu şiirin ve sanatın pek çok meselesini masaya yatırmasına karşın birçok noktada yeterince derinleşemedi. Belki de zaman darlığından kaynaklanmıştır. Sonuçta anlaşılır bir dille düşüncelerini sıralarken topluluğun da ilgiyle izlediğini gördüm. Sunumundaki yapıcılık ve yaratıcılıktan olsa gerek birçok noktada da tartışma yarattı. Tartışma yaratan her yazarı, düşünürü, sanatçıyı; “çok bilen”, “herkesi aydınlatan” konuşmacı tipine tercih ederim.
Sinan Akdağ’ın yayınlanmış şiir kitapları “Selam Ettin Yalnızlığında Ölümün” ve “Genele Açık Aşk” adlarını taşıyor. İlkinde geniş bir yelpazede insan ve toplum konuları yer alıyor. Eser, umutsuzluklara mütevazi bir umut olmayı arzulayan dizelerle başlıyor:
Bir umutsuzluk sabahının alacakaranlığında
Ulaşmak istercesine giden bir geminin ardından
Yırtınan yolcu kaygısında
Varoluş savaşının bir küçük serçesinin
Kanat çırpması sessizliğinde yüreğim
İkinci kitabı ise daha tematik sayılır. Çünkü kadın olgusu üzerinden yazılmış şiirler ağırlıkta. Sunumda şiirlerin de sergilendiğini söylemekle yetiniyorum. Tanzimat kuşağıyla şiirimizi başlatan Akdağ, cumhuriyet dönemine kadarki şairler kuşağını, anladığım kadarıyla önemsemedi ve hızlı geçti. Belki de kendi şiirine gelmek içindi bu hızlılık. Ne var ki zamanı iyi kullanmadığı için kendi şiirine de yeterince yoğunlaşamadı, örnekleri de yetersiz kaldı. Cumhuriyet dönemi şairlerinin resmi ideolojinin içinde kaldıklarını, kendilerine özgü bir burjuva gerçekçiliğini şiire taşıdıklarını belirtti. Garip Akımı ve İkinci Yeni üzerinden değerlendirmelere başvururken bence iddialı yargılarda bulunuldu. Akdağ’a göre bu dönem şiirlerinin epistemolojik temellerini varoluşçuluk (egzistansiyalizm) oluşturmaktadır. Konuşmacı seksen sonrası şiirleri değerlendirirken de postmodernizm olgusuna işaret etti. Ona göre şiirimiz bu iki felsefi akımın etkisinde kalıyor.
Akdağ, sunumunu yaparken sıklıkla biçim ve öz ilişkisi üzerinde durdu. Ona göre şiirimizin asıl sorunu öz meselesi yani gerçekçilik meselesi. Gerçekçilik meselesinde sınıf dinamiğini işaret ettiği için benzer düşündüğümüz aklıma geldi Sinan hoca ile. Gerçekçiliği haklı olarak toplumculuğa bağlıyor. Toplumcu gerçekçilik ifadesini kullanırken de iki terimden oluşan bu ifade de ilkine vurgu yapması gözlerden kaçmadı. Burada Akdağ’ın şiirlerinden birisini paylaşmak isterim. Çağrı adlı şiirinde şu dizeleri okuyoruz:
Bir çorak tepenin kendisi gibidir
Yalın ayaklı yürüyen çocuktur
Başlayan emekleme
Ağır ağır söylenen türküdür bazen
…
Kahır üretmek yok
Yolun sonuna geldik
Sabrı üreteceğiz sevdamıza
Özlem için
Kahır üretmek yok
Bu bir yol ayrımıdır
Ya hep,
Ya hiç
Akdağ’ın şiir sunumu, katı bir gerçekçi ve sosyalist olarak algılandığı için genç bir arkadaş tarafından da eleştirildi. İtiraz eden genç arkadaşa bakılırsa Ahmet Haşim, Cahit Sıtkı, Yahya Kemal gibi şairler hiç de toplumcu da gerçekçi de olmadıkları halde “güzel” şiir yazmışlardır. Akdağ, belli bir tutarlılık içinde soruyu yanıtlarken Garip ve İkinci Yeni’ye tekrar yöneldi. Konuşmacıya bakılırsa birçok şair biçimsel olarak, imge olarak ileri denilecek şiirler yazmış olsa bile bunlar içerikten yoksun oldukları için yeterli değildir.
Tartışmanın ve sunumun şiir, sınıf ve sınıf mücadelesi gibi kavramlar üzerinde yoğunlaşması, bana anlaşılmaz gelmedi. Şiirde sınıfsızlığı savunmanın da bir sınıf tavrı olduğu hatırlatıldı. Bu bağlamda Nazım Hikmet’e bir sayfa da ayrıldı. Akdağ, Nazım’ın bazı şiirlerinde estetiğin zayıf olduğuna inanıyor. Yine de ülkemiz şiir geleneğinde bireyselliği daha doğrusu bireyciliği yıkan şairin de Nazım olduğuna işaret edildi. Akdağ’a göre bu şiirimizin önündeki en büyük engellerden birisi de bireycilik sorunudur. Toplumdan kopan kesimlerin şiire yönelmesinin büyük bir sorun olduğuna inanan konuşmacıya göre bir de buna kültürel, entelektüel düzeysizlik eklenince şiirde estetik olan dibe vuruyor.
Sunumda bir tartışma da imge ve simge arasındaki fark ya da ilişki açıklanırken yaşandı. Yine genç bir arkadaştan geldi soru. Düpedüz ikisi arasındaki fark soruldu. Tartışmaya müdahil olmam da bu konuyla birlikte oldu. Akdağ, yalnızca imgenin şiirle ilgisini kurmak yanlısıydı. Bunun yetersin olduğunu düşündüm. Nihayetinde modern sanatın ve şiirin simgeyle yazıldığını düşünen C. Baudalaire gibi Fransız şairleri de var. Bana göre simge, imgenin daha somut hale, belirgin hale gelmiş biçimidir. Dilbilimden giderek biraz daha detay verdim ama, o detaya burada girmek istemiyorum.
Dil-şiir ilişkisi üzerinde durulduğu gibi düşünce – şiir ilişkisi üzerinde de durulan programda düşünceden yola çıkarak şiir yazanlar eleştirildi. Akdağ, “düşünceye estetik bir form veremiyorsanız düz yazı yazın” diyor.
Şiirdeki durumun diğer entelektüel disiplinlerdekinden daha da kötü olduğuna inanan şair Akdağ, giderek şiirden uzaklaştığını söylüyor. Kendisine bir soru daha soruldu: Şiir yazmadan nasıl duruyorsunuz? Bu soru üzerine de konuşmacı romana geçiş yaptığını, romanda niteliğin nispeten daha ileri olduğunu söyledi.
Kendi şiirlerinden çok az söz eden, ederken de kadın, emek, ezilen kesimler üzerinde duran Akdağ’ın iki şiir kitabından birisinin temasını, yukarıda da belirttiğim gibi kadın oluşturuyor. Ona göre kadın, çağın ezilen cinsini temsil ettiği için mücadelede öne çıkabiliyor. Verdiği örnekler de ilginçtir. Şimdi Akdağ’ın Savaş kadınları başlıklı şiirinden bir bölüm aktarıyorum:
Sen ey savaş çıplaklığının kadını
O çaresiz çığlığındaki keskinlik
Kadınlığında yok sayılan insanlığa
Bugünün değilse de yarının
Tanıklığında davettir
Bir toplumsal çürümenin
Güncelleri yazılı ölümlere
Yok oluş manzumesi dizmeye and olunan
Bir sabah parlaklığındaki umuttur.
Akdağ’ın dediğine bakılırsa pek çok örnek yanında Vietnam kadını daha da dikkat çekici sınavlar vermiştir. Fahişe kadınlar bile işgalci, emperyalist güçlere karşı mücadele etmiştir. Kadının mücadeleci kimliğinden hareket ederek şiirler yazdığını söyleyen konuşmacı bitirirken bir kez daha konuyu toplumcu gerçekçiliğe getirdi. Sanatın bu noktadan ilerlemesi gerektiğini söyledi. Sunum sırasında çok sayıda şair adı geçti, şiirler de okundu. Bunları özetlemeyi gerekli görmüyorum.