Daha önceki yazılarımdan birinde roman olmamış bir çalışmadan söz etmiş ve neden roman olmadığı ya da kötü roman (çirkin) olduğuna ilişkin bazı görüşlerimi nakletmiştim. Yine romancı adayı bir kadın yazar arkadaşımın çalışması üzerinde kısaca durmak istiyorum. Ayşe Güler arkadaşın çalışmasında da birçok roman olmayan eserde olduğu gibi gerçekleri anlatma ya da olay ve konu anlatma sorunu görülüyor. Gerçeğin, gerçekçiliğin ne olduğu üzerinde daha önceki yazılarda, Gorki ve Fischer bağlamında yeterince durmuştum. Burada ayrıntı verme niyetinde değilim. Ayşe arkadaş “gerçekleri anlatıyorum” diye olup biteni anlatıyor ki buna illa gerçekçilik denilecekse kaba gerçekçilik denilebilir. Kabalık ise estetiğin olsa olsa mezar kazıcısı olabilir.
Tekrar ediyorum, roman olay anlatmak değildir, bu olaylar yaşamın gerçekleri olsa bile. Olayları ya da gerçekleri anlatmak roman olmadığı gibi, öykü de değildir. Gerçekçiliğin kendisi burjuva sınıfının uydurduğu bir hurafedir. Gerçekçilik birtakım ilkel anlayışlara, teolojiye ve dine karşı bir değermiş ve önemliymiş gibi görünse de emekçi sınıflar açısından, nesnel dünyayı, sınıfsal ilişkileri görmenin önünde bir kara/kalın perdedir. Gerçekçilik araştırmasına ilişkin detaylı düşüncülerim için yazılarıma ve kitaplarıma bakılabilir.
Ayşe Güler, geleneksel bir aile içinde dünyaya gelen genç bir kadının (Yağmur) yaşam serüvenini romanlaştırmayı denemiş. Çalışma, romanın birçok unsurunu taşımakla birlikte edebi bir metne dönüşmüş değil. Yağmur’un hayat hikayesinin dramatik bir tarzda sunulması, eserin bir başarısı gibi görünse de kahramanın başına gelenlerin adım adım, harfi harfine işlenmesi de bir o kadar gereksizdir. Sanat eseri olay, kişi ve konuların anlatımı olarak tanımlanacak olsa bile bunların soyutlanıp estetize edilerek yapılması gerekir. Stendhal, romanı “sokaklarda gezdirilen bir ayna”ya benzetirken haklıdır. Bununla birlikte sanatçı aynaya takılan her veriyi çalışmasına yansıttığında ortaya sanat eseri değil verimsiz bir yığın çıkar. Sanatçı, yığından abideler inşa eden kişidir. Mermerin yongasını atan, öze ulaşan, anlatmaktan çok göstermeye çalışan, daha doğrusu anlatırken göstermeyi hedefleyen biridir.
Çağın bir özelliğidir çok konuşmak ve yazmak. Sanat olmamış metinlerde bununla sıklıkla karşılaşıyoruz. Amatör yazarlarda, sanatçı adaylarında bu durum daha da önemli bir sorun olarak kendini gösteriyor. Ayşe arkadaşın çalışmasında da aynı sorunu görüyoruz. İşlevli işlevsiz pek çok konu, replik ve tasvir yer alıyor. Bu tasvirlerde belli bir derinlik ve anlamın söz konusu olduğunu inkar edemeyiz elbette. Yine de her olgu, kişi ve mekanı, neredeyse benzer bir yöntemle betimlemeye çalışmış olması, sıkıcı duygular yaratmaktadır. Üstelik betimlemeler daha çok fiziksel betimlemeler çerçevesinde kalıyor. Bazı durumlarda ruhsal betimlemelerin daha belirleyici olduğunu biliyoruz. Yine de ruhsal ve fiziksel betimlemeler arasındaki korelasyonu zorunlu sayıyoruz. Gerek ana karakter Yağmur ve gerekse diğer karakterlerdeki ruhsal derinlikleri yeterince hissettiremiyor yazar.
Sanat eseriyle bilgi verme sorununa Ayşe arkadaşın çalışmasında da rastlıyoruz. Bilgi verme ve toplumu bilgiyle aydınlatma anlayışı, 18. yüzyıl Fransız Aydınlanmasından kalma bir hastalıktır diyeceğim. Toplumun değişmesi, dönüşüp ilerlemesi elbette bilgiyle, sanatla ilgilidir. Oysa bu tartışma bizi asıl olarak sınıf mücadelesi teorisine ve Marksist siyaset felsefesine götürür ki, şimdi o konuya girecek olsak konumuzun dışına düşeriz. Sanatla toplumu aydınlatacağım derken pek çok sanat insanının, halkı küçümseyen kendisini de bir yerlere koyan ve dünyaya adeta gökyüzünden bakan bilgiçler türettiğini biliyoruz, görüyoruz. Ayşe’nin daha kitabının adında halkı küçümseyen bir tavrın izlerini görüyoruz. Kitap adları, dolayısıyla sanat ürünlerinin adları son derece önemlidir. Ayrıntısı bir yana bir defa içerikle örtüşmesi zorunludur demesek de, içerikle eser adı arasında bir bağ olması zorunludur.
Ayşe arkadaşın kendisi seküler biri olmasına rağmen İslami bir dil ve jargonla roman yazmasını da anlamış değilim. Yağmur’u yerli yersiz İslami gelenekler içinde tasvir etmesi, olaylara dinsel, mistik bir hava katması; cami, ezan sesi, hacı, hoca, imam gibi kurum, olay ve kişilere yer vermesi sadece acemilik olarak ele alınabilir mi, emin değilim. Bir edebi metinde seküler veya dinsel bir dil ve üslubun kullanılması doğaldır. Metnin gerektirdiği bir ihtiyaç ise bu normaldir. Oysa bu bilhassa yazar tarafından, örneğin ideolojik nedenlerle başvurulan bir uygulama ise bu tavır, edebi metni roman olmaktan çıkarır. Ayşe’nin çalışması bu noktadan bakılırsa, estetik metinden ziyade politik bir metin ya da dinsel bir metin olarak okunabilir. Dinsel ve politik metin meşrudur; ama estetik metin değildir.