Yeni kitap “Bilgi Kuramı”nı tanıtmak ve “Felsefede Temel Sorunlar” başlıklı bir sunum yapmak üzere bir toplantıya katıldım. Toplantının ilginç bir konuğu daha vardı: Sultan Ana olarak tanınan, bilinen Sultan Karabulut. Kadının da yanında bir kitap var. Kitabın tanıtımının yapılacağı, Sultan Ana’nın söyleşi vereceği ve kitap imzalayacağı da zaten afişte ilan edilmişti. Bir pazar sabahı 11.00’de kahvaltı yapmayla başlayıp 17.00’ye dek süren etkinlikte pek çok dikkate değer uygulamaya tanıklık ettik. Toplantıyı Yaşam Ağacı Derneği Kadıköy Yakası düzenlemişti (22 Aralık 2019).
Kahvaltı dışında Sultan Karabulut’un etkisi, ayrı ayrı kitap tanıtımları, felsefe atölyesine dönen tartışmalar ve forum kısmı ayrıca benim sunumumla devam eden ve itirazlarla, eleştirilerle tamamlanan programın, burada detaylarını verme düşüncesinde değilim. Bilgi Kuramı’nın tanıtımını, kendi sunumumu ve genel değerlendirmeleri umarım ileri günlerde yapma imkanı olur. Toplantıyı Sultan Ana bağlamında ele alıp biraz da toplantının atölye formuna gönderme yaparak tasvir etmekle yetineceğim. Dolayısıyla idea, töz, monad, geist gibi felsefe terimlerine girmiyorum. Başlığı ise bir klişe olarak düşünmekten ziyade içeriğe dair bir buluş olarak değerlendirmek gerekiyor. Metnin sonlarına doğru bu buluş da açıklığa kavuşuyor.
Toplumsal Sorumluluk Bilinci Taşımak
Okumayı yazmayı ellisinden sonra öğrenmiş, bunu da yaşamında üstün körü yapabilen, yetmişli yaşını geride bırakan bir kadınla felsefe sunumunda panel bileşeni olmak aklıma gelmezdi doğrusu. Zira sosyal ve politik sorunlardan uzak olmadığım halde, daha önceki zamanlarda kendim yaşamadığım gibi bu türden bir manzara da görmüş ve duymuş değilim. Bunu benim eksikliğim, bilgisizliğim olarak da değerlendirmek mümkündür. Sultan Ana, 1997 yılında katledilen bir devrimcinin annesi. Aynı zamanda oturduğumuz masada bir yazar, bir konuşmacı. “Felsefenin Temel Sorunları” başlıklı bir toplantıda bu yaşlı kadın ne koşuşabilir ki diye düşünmek gerekmiyor. Çünkü o, kadın kimliğini de, anne kimliğini de “aşan” bir konumda görünüyor. Konuşma kürsüsüne/masasına oturduğumuzda benim ilk ilgimi çeken kadının gülümseyen duruşu, iyimser ve alçakgönüllü bakışları oldu. Konuşmaların ilerleyen zamanlarındaki tavrını da dikkate aldığımda, onun kendisini kısıtlayan birçok ideolojik giysileri atmış olduğunu düşündüm. Yani Bacon ve Husserl felsefelerinde olduğu gibi bilince eklenen gereksiz yükleri, ilaveleri paranteze almış bir kadın.
Kadın, “aşma” ifadesi kullanılacak ender kişilerden birisi gibi göründü bana. Analık duygusunu, kadınlık rolünü geride bırakmış. Aile kuşatmasını aşmış, hatta kendisini de aşmış gibi geldi. Bir yaşlı gibi değil, kadın gibi de değil bir devrimcinin annesi gibi de değil. Toplumsal sorumluluk bilinci taşıyan bir birey, bir devrimci demek daha doğru olur. Biliyorum ülkemiz bu bakımdan “zengin” bir ülke. Sultan Ana’nın konumunda binlerce anneden söz edebiliriz. Sosyal mücadeleler yanında Kürdistan’daki savaş binlerce Sultan Ana’nın görünüşe çıkmasına, mücadele arenasında yerini almasına imkan verdi. Bu annelerin varlığı, son yıllardaki kadın hareketliliği politik bakımdan olduğu kadar felsefi bakımdan da üzerinde durmayı gerektirir. Böyle bir genel analiz, bu yazının konusu değil elbette. Ben Sultan Ana bağlamında, toplantıdan biraz içerik vermekle sınırlanmak istiyorum.
Eserin Temel Motivasyonu
Özgür Kemal Karabulut
Yazarlık gibi kitap çalışmalarında da tek tarzdan, değişmez kurallardan söz edemeyiz. Dolayısıyla Karabulut’un kitabını da bu çerçevede ele alıp onu meslekten yazarlarla kıyaslamak haksızlık olur. Kendisi nasıl ki politik bir figür ise kitabı da politik bir içerikle yüklü. Bu yüzden kitabı, hedeflediği unsurlar çerçevesinde ele almak gerekir. Kitabın bazı metinleri yazarın kendi ağzından yazıldığı halde daha çoğu konuyla ilgili kişi, kesim ve çevrelerce yazılmış olanlardan oluşuyor. Kitabın konusu nedir, merkezinde kim var, diye sorulabilir. 1997 yılında katledilen devrimci gençliğin önderlerinden olan Özgür Kemal Karabulut eserin temel motivasyonunu oluşturuyor. Teknik Üniversite’de okurken 23 yaşında siyasal faaliyetlere katılıyor. İşte anne de oğlunun izini sürüyor. Filozof/felsefe yolda olmaktır denilir. Ana, bunu andırır tarzda yola çıkıyor; siyasal, hukuksal, etik bakımdan uğradığı zulmü sayfalara taşıyor. Kitabın adını da “Zulümden Ötesini Yaşamak” koyuyor.
Ne var ki kitabı dikkatlice okumuş değilim. Masada hızlı bir göz gezdirdim ve kitaptan edindiğim izlenimi Ana’nın söyledikleri ve hissettirdikleriyle birleştirerek yazdığım için içeriğe dair ayrıntı da veremiyorum. Yazarımız meslekten biri gibi değil, başlıbaşına bir kurgu da yapmadan, bir nevi derleyici olarak görülüyor. İnsan, herhangi bir sorunu yakından, içten duyumsarsa o alanda başarılı ve yaratıcı oluyor. İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle dolu. Aksi halde ellisinden sonra bir parça okuma yazma öğrenmek ve bir süre sonra da kitlenin karşısına yazar olarak çıkmak kolay olmazdı. Dillendirdiğim tezlerden birisini gördüm o toplantıda: Bilginin kaynağı halktır, motoru ise insan ihtiyaçları ve toplumsal gereksinimlerdir. Örnek ise Sultan Ana, onu çalışmaya iten motivasyonlar ve eldeki kitaptır.
Her Yönüyle Doğal ve Cesaretli Olmak
Toplantıyı başlatırken sözü öncelikle Sultan Karabulut’a verdim… Söze nereden başlayacağını bilemedi. Buna rağmen bir telaş yok, heyecan yok. Her şeyiyle doğal biri… Bana bakıyor. Benim de saflığım tuttu, sanki önünde metin var, profesyonel bir sunum yapacak kadın… Ana’nın bakışından mesajı aldım. Soru sormam gerektiğini düşündüm. Kitap hangi süreçte ortaya çıktı, çocuğuyla ilgili anıları, kendi mücadele sürecini anlatsın istedim… Bir iki cümle söyledi, birden önüne yarım sayfalık bir yazı koydu. Yazıya göz ucuyla baktım. Okunaklı bir şey değil. Belli ki, kendi yazısı. Yine kendinden emin bir ruh haliyle kısa notu okumaya başladı. Okuyamadı! Ne yapılabilir?
Anlık bir inisiyatifle Ana’yı uyarıp “ben okuyabilir miyim?” dedim, ama üzerime zor bir iş aldığımı anlamam uzun sürmedi. Sevinçle elime uzattı. Ben kelimeleri ve cümleleri uzatarak, bazen de düzelterek okumaya çalıştım. Topluluğu devrimci duygularla selamlıyordu. Özgür Karabulut’u anıyor, devrimci önderlere gönderme yapan propagandist birkaç cümleden ibaretti yazdıkları. Yani Özgür katledileli 20-25 yıl olmuş ama kadın, olayın canlılığını koruması için büyük bir gayret içindeydi. Olay nispeten eskide kalsa da, kadın tüm belleğiyle, zihniyetiyle, ideolojik duruşuyla, cesaretiyle aynı kadındı. Yumruk sıkıyor, parmak sallıyor, zafer işareti yapıyordu.
Felsefeyi Anlamanın Kolay Bir Yolu ve Dili Var mı?
Konuşması bitmişti, benim konuşmam ve sunumum başlayacaktı, “yorulduysanız siz masadan kalkabilirsiniz” dedim, daha rahat oturabilirsiniz diye de ekledim. “Hayır, yorulmadım, oturmaya devam edebilirim” dedi. Bir an önerimin yersiz olup olmadığı aklıma geldi. Nihayetinde nezaket gösterdiğimi, herkesin yaşını, yeteneğini dikkate almak gerektiğini düşününce rahatladım. Toplantı “felsefe atölyesi” formu kazandığında da Sultan Ana, ortamdan izole olmadı. Bazen beni uyardı, bazen tartışmacılara söz verdi, bazen de kendisi sorular sordu. Hatta bazen benimle polemiğe girmeye de çalıştı.
“Felsefe atölyesi”nde konu felsefenin dili ve benim kitaplarımdaki dilin yalın olup olmayacağı noktasında yoğunlaştı. Sözün kısası ve doğrusu, tartışma “felsefenin dili” konusuna kilitlendi desek daha uygun olur. Özetle söylersek, ben sorunun felsefe dilinde değil insanların gayretiyle ilgili olduğuna dikkat çektim ve örnek olarak da Sultan Ana’yı verdim. Topluluğun belki de büyükçe bir kesimi ise felsefenin, dolayısıyla benim kitaplarımdaki dilin yalın olması durumunda daha çok okunabileceği kanaatindeydi. İki farklı eğilim arasında kalan tartışmacılar da az değildi.
Tartışmalar sırasında Ana ile birlikte kitaplarımızı da imzalama imkanı bulduk. Bu nokta da önemliydi; zira zaten kadın yazarımız Ankara’dan kalkıp gelirken kitaplarını da getirmişti. Bunların okurla buluşması gerekiyordu. İmza sırasında da Ana’nın benim kitapları izlediğini fark ettim. Kitaplarımdan hediye/protokol vermek aklıma geldi. Yine bir acemiliğim ortaya çıkmasın, pot kırmak olmasın diye de düşündüm. Çünkü Sultan Karabulut’un okuması, benim felsefe kitaplarım için yeterli olmayabilirdi. Beni yine şaşırttı! Kitapları aralıkla eline alıp bakıyor sonra yerine bırakıyordu. Bir an “Dil Felsefesi” adlı kitabımı eline aldı ve biraz uzunca baktığını fark ettim. Sanırım kitabın adını okudu ve bir kanaate vardı. Ne de olsa dil ile ilgili, bunu okumak bana dil açısından da katkı yapar diye düşündü. Kendisi için imzalamamı istedi. Memnuniyetle imzaladım.
Detay Felsefenin Önünde Engeldir
Bunlar olurken Hakan Kizir de, Slovoj Zizek üzerinden bir soru sormuştu: Ben bir filmi izlemeden de üzerine yazabilirim, demiş filozofumuz. Hakan bunu eleştiriyor, bana da “bu mümkün müdür?” diye soruyordu. Mümkün olduğunu söyledim, herkes şaşırdı. “Detay felsefenin önünde bir engeldir, zira felsefe kavramlarla yapılır, detay ise kavramsal bakışı yok eder” deyince şaşkınlık ve itirazlar daha da arttı. Zizek belki de filmin fragmanlarından bir parça görmüştür diyerek tartışmayı yumuşatmaya çalıştım. Tartışma böyle sürerken aslında Sultan Ana’nın bir çırpıda benim “Dil Felsefesi “kitabımı keşfetmiş olması da sevgili Hakan’a bir yanıttı. Keza toplantı öncesi hiç tanımıyor olmama rağmen Sultan Ana’ya dair takdim konuşmam olsun, keza “Zulümden Ötesini Yaşamak” adlı kitabı yalnızca sayfalarını taramış olmama rağmen kısa da olsa kitap üzerine konuşuyor ve yazıyor olmam da Hakan’ın sorusunu yeterince aydınlatıyor değil midir? Filozofça bakışın böyle bir ayrıcalığı olduğunu düşünür ve inanırım.
Diyeceğim şu ki, “Felsefede Temel Sorunlar” başlıklı sunumuma oranla “felsefe atölyesi” ve özellikle de Sultan Ana’nın varlığından ve tecrübesinden edindiklerim daha değerli oldu. Felsefi antropolojinin izlemesi gereken insan ve kadın tipi işte burada diye düşündüm. Kant ve Feuerbach gibi felsefi antropoloji yapan filozofları bu masaya davet edip Sultan Ana ile tanıştırmak isterdim. Genel ve gevşek bir insan varlığı yerine insanın ve kadının en dinamik türüne yönelmek gerekmez mi? Ana akım için gerekmez. Ona genel ve gevşek olan yeter. Sermayenin ve onun yörüngesindeki bilim ve felsefenin böyle bir gerçekliği görmesi doğasına uygun değil anlaşılan. Ana akım için bilim ve felsefe denilenler, burjuva hümanizmasından ve burjuva antropolojisinden başka bir şey değil. Tüm potansiyelini gösteren, açığa çıkaran zengin kadın örneği yanı başımızda dururken pek çok soyut kavramlar aleminden hareketle bilim yapmak niye?
Niyesi belli aslında. İnsanın ve toplumun ihtiyaçları değil sermayenin ihtiyaçları her zaman belirleyici olmaktadır. Bu belirleyicilikte tüm potansiyelini açığa çıkararak Sultan Karabulut misali vardım, varım, var olacağım diyen kadın dinamiğine yer yoktur. Buna bir de “yönetilen değil yöneten ben olacağım, sermayenin saltanatını yerle bir edip devrimleri başlatacağım” diyen kadın tipi eklenince, gericilik, saldırı ve zulüm kaçınılmaz olur. Sultan Ana, bu saldırı ve zulüm düzenine karşı fiziksel olarak mücadele yürüttü şüphesiz. Birçok kez faşizmin saldırılarına maruz kaldığı anlaşılıyor. Bu saldırılara şiirlerle, ağıtlarla yanıt verdiğini de kitaptaki örneklerden anlayabiliyoruz. Kardeşlerinin ve diğer yakınlarının yazdıkları da düşünüldüğünde sanatçı bir aileyi tanıdığımız ortaya çıkıyor. Nitekim kitabın sonundaki Özgür ile ilgili fotoğraf albümüne baktığımızda Özgür’ü şiir okurken, tiyatro yaparken, saz çalarken görüyoruz.
Her Şey Filozofça ve Özgürce
Sultan Ana’ya son olarak dönecek olursak, kitapları imzaladığı sıradaki durumuna bir kez daha vurgu yapmak ilginç olabilir. Kitap okumak gibi felsefe ve felsefe tarihi bilmek de, insanı ve mücadele içindeki kadının yerini, ruh halini bilmeye yetmiyor. Ana’nın da benim gibi kitap imzalamada tecrübeli olduğunu sanıyorum, oysa demin de söylediğim gibi okuması yazması sınırlı olan birisi Ana. Birkaç cümle ezberden de olsa yazması ve imzalaması kolay değil. Bunu düşünmediğim için bir kez daha kendimle hesaplaşmaya girmeden edemedim.
Ana’nın yakın dostlarının da katkısıyla bir çözüm bulundu: Kitaba gerekli sözler yazılacak, okurun adı da eklendikten sonra Ana yalnızca imzalayacak. Sultan Ana ise bunu kabul edecek gibi değil. Haklı da. Çünkü kitap Ana’dan çok Özgür Karabulut’un. İmza yerinde Özgür’ünde adı geçmesi lazım. Yaratıcı öneri Ana’dan geldi: Yazar, önceden öğrendiği Özgür’ün adını sıfata çevirerek “Özgürce” diyecek ve imzalayacak. Öyle de yapıldı. Ben kitaplarımın üst başlığına uyup “filozofça” diyerek imzalarken onun da “Özgürce” ifadesini yazarak imzalaması beni değişik duygulara taşıdı. Sanırım filozofça ve özgürce’nin bu buluşmadan dolayı başlığa taşındığı anlaşılmıştır.
Sultan Karabulut imza sırasında da, tanıdığı birçok kişinin hem sorularını yanıtladı, hem de okurlarla sohbet etti, bazen bana da söz söyledi. Gülümsedi, hep iyimserdi. Başka ne diyebilirim? Moral verdi topluluğa. Birçok konuda ufkumu açtı, sanırım topluluğun da fazlasıyla dikkatini çeken tavırlar sergiledi. Hep “yoldaş” diye hitap etti. Sanki kişilerde kendini buluyordu. Özgür’ü görüyor, Özgür’ü dinliyor, Özgür’e konuşuyor gibiydi. Yeniden görüşme talebinde bulunmadığımı, adeta yüzüme vurarak beni Ankara’ya davet etmesi de son anda bana attığı bir taştı sanki. “Yoldaş” yanında bazen de “Hocam” diye hitap eden sıcak sesi kaldı belleğimde. Sultan Ana’nın yazarı ve derleyeni olduğu “Zulmün Ötesini Yaşamak” adlı çalışmayı, umarım daha sonraki günlerde okuyup başlı başına bir değerlendirme yapma imkanı bulurum.