Toplumsal inşa ve kullandığı bütüncülleri bahar havasında kar topu yapan, filozof ya da felsefeci parantezini umursamayan, felsefeyi okulların taktığı gemden kurtarıp hitap ettiği kitleye suçun tamamını itham ederek dağıttı Mehmet Akkaya. Konuşmasını bitirirken dilin, felsefenin ve felsefecinin masum olmadığını söylüyordu. Bizler konuşmayı dinlerken bu masum olmayan suçu paylaşım hevesine kapılmadan hepimiz tamamını üstlendik. Katıldığım bir toplantıyı konu ediyorum (9 Kasım 2019). Akkaya konuşurken ben de kendi metnimi yazıyordum bu arada.
Antik Yunan’dan başlandı. Gorgias, varlığa da, bilgiye de, dile de rest çekmişti anlaşılan. Platon ve Aristoteles ise Yunan dilini yücelttiler Akkaya’ya göre. Bence toplumsal inşanın önemli bir öğesi olan “dil” sorular sormamız gereken koskoca bir sütun gibi düşüncemize odak maliyeti yüklemişti zaten. Demişti ve sormuştu Mehmet hocamız: Dil varlığın evi midir? Bu inşanın tanıkları Akkaya’nın tam önünde oturduğu sütuna bakarak: Toplumu düzeltme aracı olarak dil, ana dil ve ara dil, baskın dilin tahakkümü felsefe tarihinde var olan akım, kavram ve düşünce biçimlerini zihnimize hatırlattı ve aynı şekilde geçmiş, nostaljik olamayacak kadar masum değildi bu toplum fabrikasına dahil olan yegane öğenin içinde dil, varlık, öğrenmenin nasıl oluştuğu. Olmak olgusu, konuşmaya nasıl başlandığı varsayımları, nasıl oluştu sorularıyla semiyoloji bağlamında birkaç dakikayı masumane düşünerek geçirdiğimizi de merak edenlere söylemeliyim.
Dili Sınırlandıran İktidardır.
Ulus devleti suçlayan Mehmet hocamızın sözleri beni yeniden düşünmeye sevk etmişti. Dili sınırlandıran ulus devletin kendisidir. İktidar dilin önünde bir engeldir. Felsefe ve daha sonra sanat kapitalizmin endüstri inşaasına karşı nasıl korunmalıydı? Okullar toplumsal hassasiyeti felsefe yolu ile yayıyor, şiir ya da edebiyat ikincil olarak üstleneceği rolü bekliyordu. Frankfurt okulundan yükselen ses bozcaada perilerini düşünürken aklımdan insanlığın geçirdiği büyü, din ve bilim evreleri tren yolundan farksız ama ada bütününe uzaktı. İşlek olmayan adaya otorite denizaltından yol yapar mıydı? Dil ve diyolojik ilişki sembolik dil, linguistik kimlik, logos anlatıları bir an yine Marcuse’nin sesi ile bastırılıverdi. Aslında konuşulan konu temelinde bambaşka şeyler düşünüyordu. Aylak zihnim zaten masum değilse aylak olmuş çok mu? Bu kısımda Akkaya, Adorno’nun iktidar diline ve iktidar müziğine itirazını anmıştı.
Saussure, Wittgenstein ve Chomski
“Yaşam sanatı taklit etmeli, sanat yaşamı değil” diye parmak sallıyordu Marcuse: Bu hareketin dil ve tahakküm üzerindeki etkileri Akkaya’nın bahar havasındaki tümlüklü geleneksel konuşma yontusunu biran da değiştirdi, tekrar hayal etmeyi bırakıp odak noktamı bedenimin bulunduğu konuma hapsettiğimde. Akkaya, sıklıkla dinleyicilere söz verdi. Mehmet hocam sunumunu yaptıkça ben de kendi metnimi yazmaya devam ediyordum. Söz alan farklı meslek gruplarındaki suç ortakları ortak dil ütopyası, dil ve anlatıma gösterilen özenin ulus kimliğinin korunması ile doğrudan bağıntısını, savaş sanatının önemli bir silahı olduğunu ulusal dilin tahrip edilerek kimliğin bozulduğu ve ulusların ele geçirildiğini vurguladılar. Modern ulus devletler, kendilerine özgü dil filozları da ortaya çıkardırlar: Saussure, Wittgenstein ve Chomski. Üç dilcinin özetlenen görüşleri yerine kendi dünyama dönmek istiyorum.
Felsefe, dil ve düşünce; kimse masum değil. Kapitalizm, vahşi kapitalizm
ve onun torunu emperyalizme hak ettiği madalyalar verildi. Her zaman
olduğu gibi elif öğrenen kutsal kitap talebesi gibi hissettim kendimi:
Bu masumiyete yaklaşmamı sağlayabilirdi. Ancak Akkaya konuşmasının
sonunda “felsefe yapan masum değildir” ithamı ile dedelerimizin
Sokrates’i yok ettiği bağnazlığı mı vurgulamıştı da halen suç itham
ediyordu? Akkaya’yı arkasına yaslanırken fark ettim. Felsefe ve
sorgulama bütünlüğü sütun sandalyesinin arkasındaydı ve toplantı afişi
tam da bu sütunun üzerine yapıştırılmıştı. Bu ancak masum olmayan bir
diğer eylemdi. Sosyologların anlatımıyla hepimiz katillerin
torunlarıydık ve duyduğum ve karşısında durup savaşmamız gerektiği
söylenen baba, oğul ve torunu tekrar duymak bir kez daha arınmama olanak
vermedi. Felsefe ve sosyoloji sonrası bir toplum özleminin bu tohumun
filozofça habercisiydi: Ne ben, ne
siz, ne de felsefe masum değildir.
Dillerin Kendi Kaderini Tayin Hakkı
Tartışmaya döndüğümde, Mehmet hocamız toplumu düzelterek dilin düzeltileceğini, bazı dinleyiciler ise dili düzelterek toplumun düzeleceğini savunuyordu. Sonra yanlış anlaşıldı deniliyordu. Ben konuşulanlardan alacağımı alıp dünyama döndüm. Eski Çin’deki Maymun Antik Yunan hermes edasıyla hırsızı aramaya koyuldu, herkes o akşam üzeri: Mediokrasi bağımlılık kültürü her toplum inşa edilirken zerk edilmişti. Sanayi devrimi tahakkümü altındaki toplantımızda biat hat safhadaydı. Yaşam biçimimiz zaten makinanın merdanesi ya da ışık görmüş kalıbın emilsüyonuydu. Su değmeyen her yer boyanmış, karşı olduğumuzu zannettiğimiz her şey bizim açma kapama düğmemiz olmuştu bile.
Televizyon halen icat olmamıştı bu arada benim için bu görüntü: Her yıl benzer bir düşünce toplantısına katılmak suretiyle bütün bir yıl akşam haberleri özeti gibiydi. Aylak zihinler çalışmaya odaklanmadığı için yönetilmesi de pek o kadar mümkün olmamıştı. Bütün çağrışımları not almaya çalıştım konuşulanlardan ziyade tanı koydum kendimce, hayalleri yıkılmış insanlardı, siyasal koşullar heveslerini kırmıştı; neyse ki düşünmek en masum suçtu. Ben bunu söylerken Akkaya, diller birbirinden üstün değil, “dillerin kendi kaderini tayin hakkı”nı savunuyoruz diyordu. Anadilin hiçbir dilden üstünlüğü yoktur. Anadil daha zengin olduğu için değil, yerel diller üzerinde egemen olduğu için kabul görür. Linguistik kimlik ne bir ilk ne de bir sondur.
Dil ve Emek-Sermaye Çatışması
Dil ve İdeoloji, tartışmanın yan başlıklarından birisiydi. Her taraf Osmanlı-Türk resmi ideolojisini simgeleyen adlar ve terimlerle doludur. Akkaya’nın iddiaları devam ederken ikinci bölüme başlanmıştı. Son cümleler son çaylar ile monarşi intikamını alıyordu adeta. Emek sermaye çatışmasının anlaşılması dilin anlaşılmasından daha önemli diyordu Akkaya. Dinleyenleri bir kez daha yönlendirip “biri yer biri bakar dedi” ve o sırada “çocuklarıma bakıyorum” diyerek içeriye giren yoksul dilenci/kadın sattığı tespihlerin sabrını gösterdi ve dışarı çıkarıldı. İçeriye Marx’a benzeyen amca girdi diyeceğimi mi zannediyorsunuz? O başka türlü bir kıyamet beklentisiydi ama savaş hepimizindi ve elzemdi de.
Kutsal olduğu kadar, “biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar” dedi Akkaya. Yani dil yanlışıyla kıyamet kopmaz. Dil savunucuları ve dil kullanıcıları tekrar tekrar uyarılmıştı. Hele ki siz hiç masum değilsiniz hayalperestler olarak dendi. Dinleyici dostlar kendi aralarında tartışmaya durduğunda Akkaya, geriye yaslandı ve gülümseyerek tartışmacıları izlemeyi tercih etti. Konuşmaları dinleyen Akkaya bu son sözleri ile köşeyi dönüp görünmez olmayı denedi. Bir kez daha dil ve ulusal kimlik zarflarını şikayet kutusundan tekrar çıkardı ve yazar olduğunu ve yaşadığı coğrafyada konuşulan Türkçeyi zenginleştirdiğinin altını çizdi: “Ben yazarım dile özen gösteriyorum, kitaplarım yayınlanmadan önce redakte ediliyor; ama dil konusunda tutucu değilim.”
Dili soğurmak ne olabilirdi? “Sanatsal anlatım için devrik cümle kurmak” örneğini felsefe biçimlerini betimlerken örneklendirilmiş kopacak fırtınanın kokusunu almıştı belki de. Ve bu örnek dahası hassasiyet bireyi olduğu toplumun sorguladığı değerlerine gösterdiği özenin ta kendisiydi. Ama bu bir yazar karakterini yormuştu, üstelik bir düşünür/filozof yazar. Kitaplarında Türkçeye gösterdiği hassasiyeti hızlıca tekrarlayarak anlattı.
Özdeşlik ve Farklılık Teorileri
Eski ve yeni dil anlayışları dile getirildiğinde yeniden Akkaya’nın ağzına bakıldı topluca. Eskiler özdeşçi, yeniler ise farklılıkçı olarak kavramlaştırıldı. Yasadışı kamusallık mıydı düşünüp de söylenemeyen? Özdeşlik teorisine ithafen yeniden bağlamlandırma kavramı aklımıza geldi mi hiç? Başka bir isim buluruz değil mi? Mesela gün, saat, hafta, ay, yıl başka bir ismi kabul edilemez mi. Contex ve kortex süzgeci dolapta bekleyedursun. Hani cümlelerin sağında solundaki yan cümlecikler seslerin etrafında yakın sesler varmış ya. Bu yön bildiren anlatım masum olunamayacağını hatırlattı yine en azından parmakla gösterme nezaketsizliği yok kültür bilincimizde: Kimimize göre salsa ve habanera yalnızca bir müzik ve danstır. Hadi bir de coğrafya diyelim, gidelim bakalım Karayipler’e. İçinde barındırdığı anlam fenomen halinde mi? Bu retorik. Şiirsel bağlamda bir anlamı ifadesi hikayesi vardır dansların. Meta haline getirildiğinde içi boşalmış olur. Siz de dansçı değil al sat ehli görüverirsiniz. Sahnede ürün zaten reklam yalanıyla süslenir, burada bıraktığım bir meslek olan reklamcılık aracılığıyla paragraf ile sınırlı olarak kendi masumiyetimi ilan edebilirim.
Mehmet hocam, varlığa, bilgiye göz kırpsa da dile reddiye çıkarma niyetindeydi. Onun yerine toplumsal felsefeyi koyuyor Akkaya. Hegel ve Marx isimlerini anmayı ihmal etmemiştir. Bitirirken benim diyeceğim ise, ütopya ve distopia kelimelerini köleleştirmeyelim, onları rahat bırakalım. Kelimeleri köleleştirmeyelim onları rahat bırakalım. En sonunda harflerin rengi gözümüze görünecek olandır. Diplomasını yırttı o gün Akkaya, masum olmama suçunu felsefeye bile attı. Anlatılmak istenilen kapitalizmin otantik olanı alıp içini boşaltıp boş bir meta olarak insanlara sunduğudur. Bellidir ki yırtılmış bile olsa o diploma halen çerçevededir. Dili yaratanlar birdenbire bu vesile ile onu tüketenler oluverirler. Dil bu bağlamda fayda sağlanan bir hayvana benzetildiğinde onu evcilleştirmememiz gerekir.