Sorunları yoğun olan toplumların felsefeye ilgisi, gelişmiş toplumlara oranla daha yüksek olabiliyor. Böylesi toplumlarda felsefe teorik bir etkinlik olarak pratiğe yaklaşırken gelişkin toplumlarda da büyük felsefeler kurulmasına rağmen bu felsefeler teoriden pratiğe geçmekte çoğu zaman yetersiz kalıyor. Mesela 20. yüzyılda felsefe, maddi içeriğini, olanaklarını Doğu dünyasında (Rusya, Çin vs) bularak devrimler formuna bürünmesine rağmen, bu forma bürünme Batı’da gerçekleşemedi. Denilebilir ki felsefe Batı dünyasında ortaya çıkarken yürüyüş yolunu ve yönünü Doğu’ya çevirerek var olmuştur.
Felsefi teori, tabir yerindeyse Doğu’da kendisini pratik olarak var etmiş ve sürdürmüştür. Bu da Doğu dünyasının sorunlarının Batı’ya oranla daha köklü, çoklu ve karmaşık olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden de Anadolu-Mezopotamya toplum geleneği içerisinde var olan ülkemizde felsefeye ilgi, her zaman kesitinde kendisine ilgili kişi ve kurumlar bulmuştur. Hafta sonu, birçok arkadaş ve çevreyle birlikte böyle bir kurumun (Yaşam Ağacı Derneği/KADIKÖY) etkinliğindeydik. Kısa bir konuşma yapmam için bana da söz verilince, felsefe üzerine bazı uğraklardan söz ederken dikkatleri bir kez daha düşüncenin derinliklerine çekmek istedim. Bu uğraklardan kısaca söz etmek istiyorum.
Felsefe anlama, öğrenme ve bilme faaliyeti olduğu kadar bir değiştirme kültürü olarak da ilgimizi çekmektedir. Buna göre bir sorgulama etkinliğidir de diyebiliriz. Dolayısıyla bir felsefe övgüsünden söz etmediğimiz gibi filozofların yüceltilmesi de söz konusu olamaz. Kutsal, mutlak ve değişmez hiçbir değer tanımıyoruz! Savunduğumuz felsefede, materyalist felsefelerin dediği gibi “meydana gelen meydandan gider” ilkesi geçerlidir. Değişen ve değişecek olan bir değeri ya da değerler sistemini gözümüzde büyütmemiz gerekmiyor. Ana akım felsefeyi yeniden yeniden üretmek niyetinde de olamayız. Felsefe mitos olarak bir aygıta dönüşmediği gibi mevcut felsefe de tersine çevrilmelidir.
Yani teorinin, felsefe tarzı da dahil olmak üzere, toplumu ve kitleleri baskı altına almasına izin veremeyiz. Ana akım felsefe, felsefe ile toplum arasında bir yabancılaşma yaratmıştır, yaratmaktadır. Önerdiğimiz felsefe bu yabancılaşmanın ortadan kalmasına felsefenin yaşam, yaşamın felsefe olduğu iddiasına dayanmaktadır. Bu anlama, diyalektik felsefede teori pratiktir, pratik teoridir biçiminde ifade edilir.
Felsefe çalışmalarını, felsefe ile başlatıp onunla bitirmek sorunlu görülüyor. Bu türden entelektüel çalışmaların bilim, politika ve sanat ile birlikte sürdürülmesi gerekir. Teorinin en soyut formunu felsefe temsil ediyor denilebilir. Buna göre bilim, sanat ve politika bir ölçüde teorinin içeriğini doldurmak durumunda olacaktır, olmaktadır. Kanaatimce felsefenin dışındaki alanlara kapalı bir çalışmaya ve çalışmanın öznesi olan insana felsefe ve filozof denilmesi zordur. Tersine felsefeye kapalı bir bilim adamı, sanatçı ve politik kuramcı ya da aktivist de düşünemeyiz. “Benim uzmanlık alanın felsefedir, diğer disiplinlerden anlamam” diyen birisini felsefeci/filozof saymak mümkün görünmüyor. Keza “ben bilim insanıyım, politik aktörüm, sanatçıyım felsefe bilmem” diyen birisini de bu alanlarda yeterli birisiymiş gibi değerlendirmek bana sorunlu görünmektedir.
Felsefi çalışmalar ister istemez felsefe tarihine yönelmeyi gerektirir. Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi üç büyükler dahil olmak üzere Ortaçağ’ın nominalist, realist ve konseptüalist felsefelerini bilmeyi gerektirir. Keza Yeniçağ’ın felsefeleri, felsefe tarihinin zirvelerini oluşturmaktadır. Empirist gelenek (Locke, Hume, Berkeley) ile rasyonel geleneğin (Descartes, Leibniz, Spinoza) karşılaştırılması ilginç olacaktır. Kant’ı, diyalektik felsefeye geçiş ya da köprü olarak değerlendirmek olasıdır.
Bize göre felsefenin zirvesi Hegel ve özellikle de Marx’tır. Öncü Hegel’dir. Felsefede epistemolojik kopuş ise Marx’a ve Marksizme içseldir. Felsefede zenginlik ise 20. yüzyıl ile birlikte mümkün hale gelmiştir. Varoluşçuluk (eksiztansiyalizm), Hermeneotik (yorum felsefesi), yapısalcılık, dilbilim, modern ve postmodern felsefeler ortaya çıkmıştır. Marksizm ise kendini pratik planda sürdürmüştür: Sovyetik devrimler çağı buna örnektir.
Felsefe tarihindeki uğraklardan birisi de Aydınlanmadır. Aydınlanma teolojiyle çatışırken makul bir çizgiyi temsil etse de son çözümlemede bir burjuva ideolojisi olarak işlev görmektedir. Aydınlanmaya çeşitli tepkiler olmuştur. Bunlardan birisi teolojidir, ilk karşıtlıktır. İkinci olarak romantizmin tepkisi söz konusudur. Üçüncüsü Marksizmdir. Dördüncüsü ile posmodernizmdir.
Marksist ekoller içinde Frankfurt Okulu’nun Aydınlanma ile bir hesaplaşmaya girdiğini görüyoruz. Bize gelince Türkiye sol hareketinin bu hesaplaşmayı henüz yaptığı kanaatinde değilim. Bu hesaplaşma olmadığı için 1968 devrimcileri ulus devlet ideolojisine karşı epistemolojik bir kopuş ortaya koyamadı. Bir istisnası olabildi: İbrahim Kaypakkaya. O da felsefeden hareketle değil yakın tarih araştırması yaparak sistemin, modern-demokratik-ilerici görünümüne rağmen faşizmle ilintili olduğu kanaatine varıyor.