“Turn To Linguistic Philosophy” !
Maddi olsun düşünsel olsun ele alınan ya da çıkış noktası yapılan kategorilere nasıl bakılacağıdır. Felsefenin ya da felsefi bakışın bu bağlamdaki bitmez tükenmez sorunu ise konuya analitik yöntemle mi diyalektik yöntemle mi bakılması gerektiğidir.
Dil felsefesi; siyaset felsefesi ile birlikte pratik felsefenin bir altdalı olarak düşünülebilir; ancak onun siyaset felsefesinden daha siyasi bir disiplin olduğuna kuşku yoktur. Tarihsel süreçte 19. ve 20. yüzyıllarda ön plana çıkmasının da elbette siyasal-toplumsal nedenleri var. İmparatorluklardan ulus-devletlere geçildiği bir momentte gündeme gelmesi düşündürücüdür. Şu kadarı söylenebilir ki, ulus-devlet teorisi yapan düşünürlerin birçoğu dille ilgilenme gereğini düşünmüş ve onu, bir topluluğu ulus yapan unsurlardan biri olarak görme gereği duymuştur. Giderek sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi hatta felsefi antropoloji, dil psikolojisi, dil fizyolojisi, dil sosyolojisi dille ilgilerini sürdürmüşlerdir. Ancak bu bilgi dalları dilin yalnızca bir yönünü ele alma eğilimi göstermişlerdir.
Denilebilir ki anılan disiplinler bütünlüklü bakma görevini, kavramsal bakış açısına ya da felsefeye bırakmışlardır. Bu görevi devralan faaliyetin başında da dil felsefesi gelmiştir. Kanaatimiz odur ki, ülkemizde dile olan ilginin nedenleri, Batıda dile olan ilginin nedenleriyle aynı olmuştur. Modern devletlerin kurulmaya başlaması, dile olan ilgiyi kışkırttığı gibi, çoğu zaman da bu devletler dili ve dilsel gelişmeleri, ona olan merakı koşullamışlardır. Batıda 19. yüzyılda başlayan dil felsefesine dair çalışmalar, ülkemizde ise Cumhuriyet yıllarıyla birlikte başlamıştır. Dil felsefesinin disiplin olarak kurumlaşması da 20. Yüzyılın başlarına tekabül ediyor. Öyle ki felsefenin, bir ölçüde dil merkezli hale gelmesi R. Rorty gibi dilbilimcilere “felsefede dilsel dönüş” (turn to linguistic philosophy) ifadesini kullanma imkanı vermiştir.
Analitik Yöntemle Diyalektik Yöntem
Felsefenin, özellikle epistemoloji bağlamında, bitmez tükenmez tartışmalarından birisi, bilgi sorununda, düşünceden mi yoksa maddi dünyadan mı hareket edileceğidir; bunların birine karar verildikten sonra da sıra diğer yana ne oranda ağırlık verilmesi gerektiğine gelir. Bu, felsefenin konusunu ve kaynaklarını göstermesi bakımından felsefenin, eskiden olduğu gibi günümüzde de en temel sorunudur. İkinci sorun ise yönteme ilişkindir. Maddi olsun düşünsel olsun ele alınan ya da çıkış noktası yapılan kategorilere nasıl bakılacağıdır. Felsefenin ya da felsefi bakışın bu bağlamdaki bitmez tükenmez sorunu ise konuya analitik yöntemle mi diyalektik yöntemle mi bakılması gerektiğidir. Metnimizde analitik yöntemden yararlansak da diyalektik yöntemde karar kıldığımız sanırım hissedilecektir.
Felsefe çalışmaları, dünyada olsun ülkemizde olsun, incelendiğinde bakış biçimlerinin genellikle bu çerçevede oluştukları görülecektir. Analitik derken; bilinmek üzere nesne kılınan her olay ve olgu kendisini çevreleyen olay ve olgulardan yalıtılarak ele alınır; bu yalıtılarak ele alma çoğu zaman nesnede derinleşme adına yapılır, kastedilen budur. Dil felsefesinde Saussurecü (Sasörcü) bakış, bu anlayışın ta kendisidir. Bu anlayışın felsefi referansı ise res cogitans (düşünce) ve res extensia (madde) ayrımı yapan Descartes’tır.
Analitik bakışta, analiz etme adına bütünün parçalandığı ve her parçanın diğer unsurlardan izole edilerek ele alındığı gözlerden kaçmaz. Dolayısıyla “nesnenin özü” yerine birtakım ayrıntılar içinde hareket edilir ve varlığa dokunmak bir yana ona yaklaşmak bile gerçekte mümkün olmaz. Analitik anlayışın içindeki göz bir yanılsama olarak gerçeğe dokunduğunu iddia eder. Diyalektik yöntem bunun tersidir. Bütünü diğer bütünlerle ele alma eğilimindedir; analitiğin sergilediği verimli ögeleri ise dışlamaz. Diyalektik, varlığı dinamik bir olgu olarak görür, onu çevresiyle ilişkisi içinde ele almayı tercih eder. Dolayısıyla diyalektik yöntem de analitik gibi, bilmek üzere nesne kıldığı olay ve olguları parçalarına ayırır; ancak bu ayrıştırılan kategorileri birbirleriyle korelasyon halinde görür. Bu çalışmada görüşleri değerlendirilip yorumlanan dil filozofu V. Voloşinov, bu bakışın tipik temsilcisi olarak görülmelidir. Bu yöntemin tarihsel bağlamda felsefi referansı ise Hegel’dir. Bu referansın etkisi Dil Felsefesi’nin İkinci Baskısı’nda daha da belirgin kılınmaktadır.
Genişletilmiş İkinci Baskı
Filozofça serisinin yeni kitabı olan Bilgi Felsefesi kitabını hazırlamakta olduğum günlerde yayınevimden yeni bir haber geldi. Dil Felsefesi’nin ikinci baskısının yapılması önerilince, kitabı yeni görüşler ışığında tekrar değerlendirme ve genişletme ihtiyacı olduğuna kanaat getirdim. Çünkü Birinci Baskı’nın, ana akım dil felsefesinin bazı hatalı yanlarını da taşıdığını dikkate alarak bu sorunu, aşma ve bu yüzden de kitabı genişletme ihtiyacı ortaya çıktı. Dolayısıyla bu baskı ilkinin bir tekrarı olarak ele alınamaz; zira genişçe bir metin daha yeni bölüm olarak kitaba girmiş oldu. Bu eklenen metnin, dil felsefesi anlayışımdaki, ana akım etkiyi belli bir oranda gerilettiğini düşünebiliriz. Yeni bölüm’le birlikte kitapta Saussure, Wittgenstein ve Chomsky başta olmak üzere ülkemiz felsefesinde Macit Gökberk ve Bedia Akarsu’dan Nermi Uygur, Naci Soykan ve Betül Çotuksöken’e dek dil felsefesine mesai harcamış pek çok değer, detaylar da verilerek sergileniyor. Bununla birlikte önceki çalışmanın içeriğinde -yüzeysel bile olsa- bir değişikliğe gidilmediği gibi düzeltiye (ekleme, çıkarma) başvurulmadığını da hatırlatmak isterim.
İkinci Baskı’ya müdahale etmemde bir başka neden de, konuya dair yayınlanan yeni kitapların içeriği olmuştur. Son beş altı yıldır hem telif hem de çeviri diyeceğimiz pek çok dil felsefesi kitabı raflardaki yerini aldı. Bu nedenle yeni kitap içeriklerini de genişletme çalışmasında dikkate alma ihtiyacı olmuştur. Dolayısıyla dil meselesiyle ilgilenenlerin yakından tanıdığı üzere, temel kaynak niteliğindeki birçok çalışmaya kimi zaman ayrıntılı da sayılacak biçimde yer verilmiştir. Bu yer vermelerin de etkisiyle üç bölümden oluşan eser şimdi dört bölüm olarak yayınlanmaktadır.
Birinci Baskı Kültür Bakanlığı yanında pek çok okurun, değişik mesleklerden kişi ve çevrelerin ilgisini çekmişti, umarım elinizdeki metin daha olmasını önerir da ilgi çekici, ufuk açıcı, bakışları genişletici bir etki bırakacaktır. Kitabın şimdiki haline eleştirel bir ruhun egemen olduğu gözlerden kaçmayacaktır; buna benzeterek Dil Felsefesi’ne bakışın da eleştirel, iyi okumalar dilerim.