Prens, Modern Prens, Postmodern Prens
Bilindiği üzere felsefede temel sorun nesnel dünyayla düşünce arasındaki ilişki sorunudur. Felsefede tüm düşünce faaliyetleri özne-nesne ilişkisi üzerinden yürüdüğü halde Marksçı felsefede buna teori-pratik ilişkisi de eklenmiştir.
Teori olmadan ona uygun pratik olmaz veya ‘pratik teoriden daha üstündür’ gibi yaklaşımlar özellikle uygulamacı Marksistler için çok önemlidir. Aslında kuramlar pratiğin gerisine düştüğünde kurama önem verildiği, pratiğin geride kaldığı koşullarda da pratiğin önem kazandığı açıktır. Bugün için de Marksistler açısından sorunun pratikte olduğu ileri sürülebilir. Siyaset felsefesi, siyaset bilimi, siyaset sosyolojisi içerikli eserlerdeki artış bunu imler niteliktedir.
Kuşkusuz ki bu entelektüel çalışmalar pratik sürecin önünü açmaya yöneliktir. Bu yazıda üzerine konuşacağım “Postmodern Prens” adlı kitap da (Bağlam Yayınları, 2007) bu çerçevede anılmaya değerdir. Siyaset bilimcisi John Sanbonmatsu tarafından kaleme alınan ve Antonio Gramsci’nin anısına adanmış çalışmayı çevirense Emre Ergüven. Kitap, Machiavelli’den Gramsci’ye uzanan süreci ele alıyor. Üzerinde durulan daha çok Gramsci olsa da her iki düşünürün görüşlerinden hareket eden yazar, süreci günümüze doğru getirerek kendi Postmodern Prens’ine bağlanıyor. Böylece prens’in klasik biçimini, modern biçimini ve postmodern biçimini birlikte ele alınırken görüyoruz.
Genel İradeyi Kim temsil Ediyor?
“Postmodern Prens” adlı bu çalışma anlaşıldığı kadarıyla adını günümüzün postmodern olarak tabir edilen özelliklerinden hareket ederek, Machiavelli’nin Prens’inden ve A.Gramsci’nin “modern prens” kavramlarından alıyor. (Yalnız, kitapta da üzerinde durulduğu gibi, konuyla ilgili okur, Stephan Gill’in de “postmodern prens kuramı”nı biliyor.) Sanbonmatsu, kitabında özellikle Yeniçağ başlarından itibaren ortaya konan siyaset kuramlarını irdeliyor. Ona göre modern dönemden önce, siyasi “biçim” Asya’da olsun Avrupa’da olsun büyük oranda monarkların ve despotların yönettiği koşullarda oluşmuştur. Bu monarklar egemenliklerini krallardan almaktaydılar.
Birinci İngiliz Devrimi yıllarında (1649) Thomas Hobbes “biçim”in ilk bilinen liberal anlayışını getirdi. Böylece devletler Tanrı’nın iradesine bağlı olmaktan uzaklaşıyordu. Yazara göre bu anlayış tüm modern dönem boyunca sürmüştür. Bu modern “biçim”, uzlaşmaya dayalı bir dev’e (Leviathan) dönüşmüştü. “İnsan, insanın kurdudur” (homo homini lupus) diyen Hobbes’a göre toplumdaki bireyler öbür bireylerden korktukları için iradelerini bir dev’e teslim etmelilerdir. Fakat Leviathan’ın kapağındaki resme bakıldığında tüm toplum birlik halinde bir önderin, prensin şahsında bir bütünlük olarak görülmektedir. Ne var ki günümüze kadar etkili olan bu “genel irade”lerin “biçimleri”nin bütünlük arz etmesi görünüşten öte gitmemiş, her prens “genel irade”yi kendisinin temsil ettiğini düşünerek gerçekte iktisaden güçlü olan sınıfların temsilcisi olmuştur.
Liberalizm Deyince Locke Akla Gelir
İrade Erildir ve Beyazdır
Sanbonmatsu, Leviathan’ın kapağındaki görüntü için şunları yazıyor: “Bu klasik görüntüde bir manzaranın üzerinde yükselen devasa ve merhametli bir monark mutlak otoritenin kılıcını elinde tutmakla birlikte, ona daha yakından bakıldığında monarkın kendi bedeni ve kollarının bizzat kralın uyruklarından oluştuğu görülüyor” (s.231). Bu değerlendirme de, monarkın eski “biçim”den tam olarak kopmadığını gösterir niteliktedir. Yazara göre yine de bu, ilk liberal “biçim”di. Genellikle liberalizm deyince Locke akla gelir, bu yüzden yazar onu da anmadan geçmiyor. Gerek Locke gerekse Rousseau gibi liberal ve cumhuriyetçi kuramcılar siyasi otoriteyi, kadınları dışlayarak bir toplumsal sözleşmeye dayandırmışlardır. Sanbonmatsu’nun gözlemiyle bu sözleşmeler ırksal ve cinsel niteliklidir. Sonuç itibariyle irade, erildir ve beyazdır. Özellikle Roussea’nun “genel irade”den hareket ederek oluşturduğu toplum sözleşmesi kuramının Fransız Devrimi’nin felsefi, siyasi temelini oluşturduğu düşünülse de yazar, bu kanaate katılmıyor. Ona göre Fransız Devrimi’nin temelinde Machiavelli’nin Prens’te yazdıkları vardır. Bunu Robespierre yazılarında açıkça söylemektedir. Gramsci de bunu doğrularcasına Machiavelli için, vaktinden önce ortaya çıkmış bir jakoben, sözlerini kullanmıştı.
Machiavelli, bir yandan gerilemekte olan değerlerin durumunu dikkate alıyordu. Çünkü onun yaşadığı zaman diliminde siyasi otoritenin geleneksel kaynakları çözülmeye başlamıştı; bir yandan da ilerlemekte olan durumun farkına varıyordu. Belki de ulusların temelleri çok yüzeysel de olsa yavaş yavaş ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla Machiavelli, soyut bir “anlaşma”ya da “leviathan” yerine somut bir prensten söz ediyordu. Bu prens tüm İtalyan halkını temsil edebilecek, toplum onu kendi yansıları olarak görecekti. Bu yeni “biçim”, toplum önderi, iradesini halka kabul ettirecekti. O, halkı ortak zafere ulaşmak için çaba gösteren bir fenomen olarak tasarımlandı. Bu yüzden “Prensin kişiliği, ortak iradenin simgesini ve İtalya’daki bir dolu dağınık iradeyi birleştiren tarihsel şahsiyeti fiziksel olarak ve insan biçiminde temsil ediyor”du (s.236).
Anlaşıldığı kadarıyla yazar mevcut durumu bir dağınıklık ortamının hüküm sürdüğü alan olarak görüyor. Buna göre Machiavelli, oldukça dağınık bir yapıdaki İtalya birliğini, prens kuramıyla aşmaya çalışmıştır. Keza Gill ve Gramsci de prens kuramlarını önermişlerdir. Ona göre Gramsci, İtalya’daki hapishane yıllarında yazdığı “modern prens” çalışmasında, modern prens’le “parti”yi kastetmektedir. Parti de başta işçi sınıfı olmak üzere onunla ittifak halindeki sınıf ve katmanların temsilcisidir.
Prensten Modern Prense:
Machiavelli’den Gramsci’ye
Aslında yazarın izini sürdüğü ve önemsediği anlayışa göre, farklı olanların bir araya getirilmesiyle dünyanın temel sorunlarının çözülmesi mümkündür. Çünkü yazarın, kendi çözümünü de bu paralelde oluşturmak istediği anlaşılmaktadır. Şöyle diyor yazar: “Gramsci Machiavelli’nin Prens’ini, İtalya ulusunun ‘ortak iradesini’ dile getirecek ve simgeleyecek ‘insan biçiminde’ bir şeklin ‘somut miti’ olarak tanımlıyordu. Modern Prens de benzer bir biçimde, proletaryanın ve onun müttefik sınıflarının ortak iradesini meydana getirecek olan yeni bir tarihsel biçime dair Gramsci’nin somut ‘miti’ ya da simgesiydi” (s.250).
Gramsci’ye göre emekçilerin, burjuva mülkiyeti karşısındaki durumları dışındaki farklılıkları gerçekte onların doğasını bozucu bir duruma yol açıyordu. Örneğin milliyetçiliğe ve öbür kültürel farklara özenme ve tapma duygusu kitleleri gerçeğin asıl özünü anlamaktan alıkoyuyordu. Sonuçta proletarya görmesi gerekeni göremiyordu. Bu yüzden dikkatleri insanın ekonomik ilişkiler içindeki yerine çekmeliydi. Gramsci için sorun farklılıkların gizlediği ortaklıkları saptamaktı.
Emekçilerin ortak noktaları ise sömürü ilişkileri içinde bir hapishane yaşamı sürmeleriydi. Şimdi bu ortak nokta, bir parti ya da modern prens “biçim”ine dönüşmeliydi. Sanbonmatsu ise Gramsci’nin bu birlik ve farklılık diyalektiğinin iki yapı arasındaki gerilimi çözemediğine inanmakla birlikte, Gramsci’nin kuramını radikal toplumsal düşüncede bir devrim olarak görüyor.
Yazar eldeki çalışmasında kimi kuramcıların “modern prens” yorumlarına da yer veriyor. Bu yorumculara göre Gramsci merkeze işçi sınıfını koysa da aslında modern prens, “Bir sürü dağınık iradenin ve heterojen amacın dünyanın eşit ve ortak bir tasavvuru temelinde tek bir amaç altında birleşmesine yönelik çabayı temsil ediyordu” (s.254). Gerçekten de Lenin ile Gramsci, işçi sınıfının her türlü çıkarını ve onun müttefiklerinin çıkarlarını komünist partisinin temsil edeceği konusunda hem fikirdiler. Bu anlamda “modern prens” halkın entelektüel önderi ve ahlaki lideri olmaktadır. Yazarın optiğinde Machiavelli ve Gramsci’nin prens’i modern dönemin biçim’leri olarak görünmektedir. Yani Gramsci, modern prens’i yazarken Machiavelli’nin Prens’ini model almıştı.
Kapitalizm Yalnızca Sömürü Yapmıyor
Yeni Ortak Özne
Yazara göre bir geçiş dönemi olarak düşünülen Postmodern dönemin biçim’i ise “Postmodern Prens” olmalıdır. Yazarın görüşlerini yorumlayarak söylersek, 1950’lere kadar bu kurama, “prens” ve “modern prens” kuramına diyecek yoktu. Fakat günümüzde postmodernlerin iddia ettiği üzere yeni durumlar ortaya çıktı. Baudrillard’ın dediği gibi “tüketim toplumu” hakim durum haline geldi. Foucault’un belirlediği üzere dünya hapishaneye çevrildi, özne önemini yitirdi vb. Sonuçta merkezi olan, bütünsel olan, tek olana ilişkin olgular değişince buna denk düşen analizler de değişti. Bu yüzden Sanbonmatsu için, bu aşamada kapitalizm yalnızca sömürünün kaynağı değil. Kapitalizm, yalnızca işçi sınıfının sınıf temelli mücadelesiyle aşılacak gibi de görünmüyor. Bu nedenle yazara göre yeni bir siyasal öznenin oluşumuna ihtiyaç var.
Bu noktada bir tıkanıklık olduğu başka Marksist kuramcılar gibi Sanbonmatsu için de geçerli. Sanbonmatsu, bu sürecin postmodern prens’le aşılacağını düşünen bir siyaset kuramcısı. Ona göre “modern prens” emekçi kesimlerin tüm entelektüel ve sosyal enerjisini kendi etrafında birleştirmeyi hedeflemişti. “Aynı şekilde ‘postmodern prens’ de” diyor Sanbonmantu, “muhalif pratiğin ve kültürün dağınık durumdaki sayısız hareketini tek bir hareket biçiminde bir araya getirmek zorunda olan yeni ortak öznenin adıdır” (s.23).
Sayısız hareketten kasıt, çevrecilerin, küreselleşme karşıtlarının, sosyalistlerin, anarşistlerin, eşcinsellerin, lezbiyenlerin, etnik grupların, marjinal grupların… mücadeleleridir. “Postmodern Prens”, bu grupların bir bakıma grup kimliklerini geçersiz saymadan birleşik bir kimlikte ve dünya görüşünde, bir empati ilişkisi kurarak yaşamın meta tarafından kuşatılmasına karşı bir tutum alabilecektir.