Özne kavramı, nesne kavramıyla mümkün hale gelen merkezi bir terim olarak felsefi tartışmaların başında gelir. Filozofları özneye ve nesneye verdikleri önem bakımından, kaba bir ayrım olmakla birlikte, iki kümeye ayırmak yanlış olmaz. Öznelciliğin olduğu gibi nesnelciliğin de tek tarzından söz edemeyiz ayrıca. Kaldı ki filozoflar, ele aldıkları konulara ilişkin kendilerine özgü bağlamlar oluşturdukları gibi kavramlara da kendilerini, benzer anlamlar yüklemek zorunda hissetmezler.
Platon’da özne filozof iken, Ortaçağ’da filozofun yerini Tanrı alır. Yeniçağ’da genel bir insan kavramı özne statüsüne yükselmişken Hegel’de metafizik bir geist, tarihin ve toplumun yapıcısı anlamında özne haline gelir. Oysa Marx ve Marksizm için tarihin öznesi, çağımız itibariyle proletaryadan başkası değildir. Marksist teori, insan merkezli (antroposantrik) bir felsefe olmakla birlikte buradaki insanı ekonomik ve sosyal koşullarla bağlantılı olarak ele almaktadır. Marx’ın ve Marksizmin sözünü ettiği “insan teki” özü itibariyle toplumdur. İnsan ve toplum, Hegel’in jargonuyla söylenirse “ayrımda özdeş” kavramlardır.
Modern Felsefenin Sorunu: Özne-Nesne İlişkisi
Özne-nesne ilişkisi üzerinden kurmaya çalıştığımız metnin konusu, kuşkusuz ki yalnızca bize ve günümüze özgü değildir. Bu problem felsefenin vazgeçilmez sorunsallarının başında gelir. Engels de sorunu koyarken “modern felsefenin sorunu varlık ile düşünce arasındaki sorundur” derken aynı gerçekliği farklı kavramlarla dile getirmiş oluyor. Ana akım felsefe tarihinde olduğu gibi Marksizm de varlık ile düşünce arasındaki sorunu tamamen çözmüş değilse de, konuya ilişkin en kapsamlı ve devrimci diyebileceğimiz açıklama ve izahları getirmiştir. Özne, klasik ve ana akım felsefelerde epistemolojinin (bilgi felsefesi) çarkları içine sıkıştırılmışken, Marx ve Marksizm, özneyi tarih ve toplum felsefesi açısından ele almış, dolayısıyla da yeni doğan ve gelişmekte olan sınıflar bakımından operasyonel diyebileceğimiz bir varlık olarak betimlemiştir.
Antik dönemin Aristoteles gibi büyük filozofları tarihin öznesini, emekçi sınıflarda değil Yunan egemen sınıflarında bulmuştur. Yine ana akım içinde pek çok felsefe özneyi doğada aramıştır. Stoa filozofları buna örnektir. Yakın zamanda da J. J. Rousseau gibi romantik düşünürler bu anlayışın temsilcisi oldular. Rousseau insanın, doğuştan özgür olduğunu düşündü. Montaigne ve Erasmus türünden düşünürlerle gündeme gelen insan da bundan farklı değildi: Hümanizm. Oysa hümanizm bir burjuva ideolojisidir. Tarihi, toplumu olmayan, ayakları yere basmayan bir insanın özne olduğu düşünüldü ki, bunun da sorunlu bir bakış olduğu ortadadır. Günümüzde de burjuva antropolojisi diyebileceğimiz çalışmalar bu türden “insan-özne” anlayışının izini sürmektedir.
Üretici Güç İşçi Sınıfıdır
Marx ve Marksizm sonrası egemen felsefeler, Marx ve Marksizmi insanı ihmal etmekle, öznenin rolünü küçümsemekle itham etmiştir. Anarşizm gibi politik akımlar ise onun, “üretici güçler teorisi” düzeyinde kaldığını savunmuştur. Gerçekte bu türden yaklaşımları haklı çıkartacak anlayışların Marksizmde içkin olduğu ileri sürülebilir. Bu durum asıl olarak sorunun büyüklüğünden ileri gelmektedir. Nihayetinde Marksizm de bu konuda bir öngörüde bulunmaktadır. Bu öngörünün zayıf yanları olmakla birlikte, birazdan detaylarının da verileceği gibi özne sorununa en kapsamlı açıklamanın Marksist teoriden geldiği düşüncesindeyiz. Bunu biraz açmak istiyoruz.
Marx, insanı özne olarak değerlendirirken ona bir temel kurmayı ihmal etmez. Bilhassa Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz’de (1859) ekonomik sosyal temelin üzerinde, temele bağımlı, onun üzerinde inşa olan bir üstyapıdan söz eder. Buna göre belirleyen insan-birey-özne olmaktan çıkar, onun yerini ekonomik sosyal temel alır. Marx’ı ve Marksizmi “üretici güçler teorisi” olarak okuyan anlayışların kaynağı da bu eserdeki, Önsöz’den kaynaklanmaktadır. Üretici güçler denilirken de, Marksizmin makineler başta olmak üzere muhtelif üretim araçlarını, örneğin binaları, teknolojik ürünleri kastettiği dillendirilmiştir, dillendirilmektedir.
Üretici güçler meselesinde Marx’a yapılan eleştiri haksızdır. Çünkü Marx, Proudhon ile girdiği polemikte ‘en devrimci üretici gücün işçi sınıfı’ olduğunu bizzat belirtme ihtiyacı duymuştur. Engels de üst yapının küçümsendiği anlamına gelecek düşüncelere ilişkin özeleştiri diyeceğimiz bir mektup yazmıştır. Bu mektupta ekonomik temelin son çözümlemede belirleyici olduğunu söylemekle birlikte, üstyapıyı oluşturan politika, bilim, sanat ve bunların yaratıcısı olan insanın da etkisi üzerinde durmuştur. Marx ve Marksizmde özne araştırması yaparken biraz daha eskiye gitmek gerekecek.
Diyalektik Felsefe: Maddi Dünya ve İradecilik
Liberal Felsefe: Antropolojizm, Biyolojizm, Psikolojizm
Marx’ın birinci dönemi diyebileceğimiz ve Katkı’ya kadarki entelektüel faaliyetlerinde birey-insan-öznenin rolü büyüktür. Hegel ve bilhassa Ficthe’nin öznel idealizmine yakın durduğu bir süreçtir. Daha da önemlisi doktora tezi olan Demokritos ve Epikuros’un karşılaştırılmasında da bu öznelciliği görüyoruz. İki filozofun da materyalist (atomcu) olduğu biliniyor. Marx’ın, tez konusunu bu türden filozoflardan seçmesi tesadüfi değildir. Bunlardan Demokritos’un atomculuğu zorunluluk üzerinde kurulmuştur. Atomların şaşmaz hareketleri var ve belirleyen durumdadır. Epikuros da katı atomcu olmasına rağmen onun atomları rastlantıya, öznelliği ve hatta özgürlüğe imkan vermektedir. Marx’ın bu çalışmada Epikuros’u kendisine yakın gördüğünü biliyoruz. Zaten ileri sürdüğü tez de budur: Demokritos’un atomlarında zorunluluk ilkesi geçerli, Epikuros’un atomlarında rastlantısallık geçerlidir. Birincisini maddi dünyanın belirleyiciliğine ikincisini ise öznenin rolünü kabul etme anlamında iradeciliğe benzetebiliriz.
Marksist teori için üretim ilişkileri, toplumsal yaşam, her türden olup bitenin merkezini ya da temelini teşkil eder. Buna göre geleneksel felsefeler, burjuva/liberal felsefelerin asıl olanı ihmal ettikleri anlaşılıyor. Toplumsal ilişkileri çıkış noktası yapacaklarına hümanizmde olduğu gibi işi adeta ontropolojizme vardırdıkları, insan ruhsallığından hareketle psikolojizme ve moda felsefelerde olduğu üzere –Bergson, Deleuze misali- biyolojizme vardırdıkları görülüyor. Bu tartışmalar içinde düşünüldüğünde Marksizmin özneyi, toplumsal ilişkiler içinde kurması, bunu da işçi/emekçilerden müteşekkil sayması ve ona yeni bir dünyanın kurulmasında merkezi bir görev atfetmesi özgündür ve manidardır.
Feuerbach Üzerine Tezler ve Özne Arayışı
Batı Marksizmi’nin Praksis Katkısı
Özne-nesne gerilimi klasik, geleneksel felsefelerde olduğu gibi Marx’ın felsefesinde de kendisini belli etmiştir. Nasıl ki nesneye veya özneye verdikleri değer bakımından filozoflar kamplara ayrıldıysa aynı durum benzer katılıkta olmamakla beraber Marksizm için de geçerli olmuştur. Erken metinlerinde daha baskın olmak üzere özneye sürekli bir yer arayan Marx, ‘toplumsal varlığımız toplumsal bilincimizi belirler’ diyerek de adeta kendini tekzip eder. Alman İdeolojisi’nde varlığa vurgu yapan Marx, Feurebach Üzerine Tezler’de yeniden özneye yönelir. Üstelik Birinci Tez’de “idea”nın altını çizerek öznelciliği değerli kılar.
Tezler yakından incelendiğinde, tümünde ortak olan bir tema vardır: Praksis. Praksis, Marx’ı ve Marksizmi özne yönünden okumak isteyenlere de adeta ilham vermiştir. İlk kuşak Batı Marksizmini temsil eden Gramsci, Lukacs ve Korsch bu özneci ya da öznelcilere örnek olarak verilebilir. Tezler’in detayı bir yana yalnızca ilk ve son Tezler, Marx’ın ide’ye ne denli eğilimli olduğunu göstermektedir. Birinci Tez’de Feuerbach gibi materyalistler yerilerek Alman idealizmine övgüler dizilir. On Birinci Tez’de de anlama, yorum, analiz, öğrenme –adeta- reddedilerek değiştirmeye vurgu yapıldığı görülür. Bu vurguya, metni bitirirken tekrar döneceğim.
Marx ile birlikte felsefenin bir bilme’den ziyade değiştirme kültürü olduğu iddiası yabana atılamaz. Ona “praksis felsefesi” denilmesi de bu nedenledir. Praksis ile birlikte özne-nesne, varlık-düşünce, determinizm-volüntarizm düalizmi ya da karşıtlığı aşılmak istenmiştir. Batı Marksizmi (Gramsci, Lukacs, Korsch) gerilimi aştıkları kanaatindedir. Gramsci bir de açıklama yapıyor: Sovyet Devrimi, Kapital’e karşı bir devrimdir. Kapital ve kapitalizm ile birlikte asıl olarak Marx’ın Kapital adlı eseri kastedildiği söylenir.
Batı Marksizmi’ne bakılırsa Kapital, materyalizm eşliğinde ilerlerken ekonomik sosyal olgular anlamında nesneye dikkat çeken bir eserdir. Tarihsel, toplumsal gelişmişlik açısından Devrimin Batı’da beklenildiği halde Rusya gibi “geri” bir toplumda ortaya çıkması, öznenin gücünü göstermektedir. Bu anlamda işçi sınıfına ve komünist partisine gönderme yapmak zorunlu hale geliyor. Çünkü hem Marx hem de Batı Marksizmi, Sovyet Devrimi’ndeki aykırılık dışta tutulursa özneyi işçi sınıfında ve komünist partisinde bulmuştur, bulmaktadır.
İnanan Özne’den Epistemik Özne’ye;
Cogito Ergo Sum
Marx’ın ve Marksizmin özneden ne anladığını doğru kavrayabilmek için önemli olan temalardan birisi de eski felsefelerin özneyi nasıl kurduğunun göz önünde bulundurulmasıdır. Eski felsefeler, yukarıda da belirtildiği gibi terimin pejoratif anlamında sıklıkla idealizme düşmüşlerdir. Aristoteles misali en seküler denilenleri bile evrene, sosyal yaşama, bilme süreçlerine metafizik terimler eklemiştir. Bu terim bazen töz olmuştur, bazen ilk hareket ettirici olmuştur. İlk hareket ettirici kendisi hareket etmez denilmiştir. Dahası Antik felsefelerde bilmenin kendisi, özne olarak problem yapılmamıştır.
Ortaçağ’da ise yine aynı durum geçerli olmakla birlikte ideanın, tözün yerini doğrudan her şeyin yaratıcısı olan Tanrı almıştır: Homo credens. ‘Saçınızdan bir kıl düşse bunun nedeni Tanrı’dır’ diyen Augustinus, bu anlayışın temsilcileri arasındadır. Onu, ‘anlamak için inanıyorum’ diyen Anselmus ve ardılları izlemiştir. Tartıştığımız anlamda bir özne sorununun gündeme gelmesi 17. yüzyıl Fransız düşünürü olan Descartes ile mümkün olmuştur: Homo cogitans. Demek ki Ortaçağ’da egemen olan “inanan özne”nin yerini bilen yani “epistemik özne” alıyor. Eski özneler gibi, belirtmeye bile gerek yok ki “epistemik” özne de erkektir. Platon ve Aristoteles’in “antropos”u nasıl ki erkek ise burjuva felsefesinin insan-öznesi de erkektir. Kadının insan-özne sayılması, onun ezilen bir cins olması ve emekçi kimliğinden dolayı Marksizmin katkısıyla mümkün olmuştur.
Epistemolojik çalışmalarda 17. yüzyıla dek ayrıştırılma sorunsalı söz konusu değilken Descartes ile birlikte deyim yerindeyse “modern özne” ortaya çıkmış oldu. Bu özne aklı olan ve düşünen bir varlık olması bakımından bir dönüm noktası sayılır. Filozofun şiarı, günümüzde de oldukça popülerdir: “Düşünüyorum, öyleyse varım” (“Cogito ergo sum”) . Descartes düşünmenin karşısına da varlığı koyar. Kendi, terminolojisiyle söylemek daha ilginç olabilir: res cogitans, res extancia. Yer kaplayan varlık ile düşünen varlık demek istiyor. Fakat metnimizde de hissettirdiğimiz üzere bu öznenin tarihi yoktur, bu öznenin toplumla ilişkisi de yoktur. Bu bakış, yani bireyden hareket eden düşünce, modern burjuva felsefesinin de temellerini atmıştır.
Descartes ve devam eden ana akım felsefe, sanki toplumdan yalıtık bir insan teki mümkünmüş gibi hareket etmiştir, etmektedir. Oysa insan, hayvan dünyasından farklı olarak toplum halinde yaşamış ve yaşayan bir varlıktır. Hayvan türü, olduğu gibi devam ederken insan türü gelişerek, yeni çevreler, toplumlar ve dünyalar kurarak ilerler, zikzaklar çizse de. Marksizme göre işte bu kurulan evrenler, toplumlar geri döner insanı biçimlendirir. Bir kez daha görüyoruz ki insan tarihsel evrim içinde kurularak dinamik bir görünüm kazanıyor. Tarihsel evrimin altını çizmemiz gerekir; çünkü Marx’ın edebi dilinden hareketle söylersek tarih insanın üzerine bir kabus gibi çöker.
İnsan, Kendi Tarihini Kendisi mi Yapar?
Ana akım felsefe özne-nesne düalizmini, asıl olarak Hegel ile çözmeye çalışmıştır. Aynı Hegel, Marx için de bir dönün noktasıdır. Tarih felsefesi, toplum görüşü yanında madde-düşünce arasındaki ikiliğin de Hegel ile çözüleceği düşünülmüştür. Hegel, Marx için bir hocadır başlangıçta. Peki gerek Marx, gerekse de mesai arkadaşı Engels Hegel’de umduğunu bulabilmiş midir? Hızla “Feuerbahcı oldukları” dikkate alınırsa umulan bulunamamıştır diyebiliriz. Hegel idealizmi, Feuerbahc ise materyalizmi temsil ettiğine göre çatışma devam ediyor demektir.
Hegel, öznenin yaratıcılığını maddi olana yaklaştırdığı oranda Marx’ın ilgisini çekmiştir. Hegel’de düşünce (geist) adeta bir özneye dönüşür ve tarihte (maddi dünyada) yolculuğa çıkar. Buraya kadarki anlayış Marx’a da ters gelmez. Çünkü ona göre de özne-nesne ayrımından değil bunların diyalektiğinden söz etmek gerekir. Oysa Hegel’in iki kategoriyi birbirinin özdeşi sayması, Marx ile yollarının ayrılmasına neden olur. Çünkü Marx’a göre özdeşlik tali, ayrım (çatışma) esas olmalıdır. Bu ayrım ya da çatışma ise yaşamın dinamizmine gönderme yapıyor.
Buraya kadarki tartışmalardan da görüldüğü gibi Marx’ın ve Marksizmin, özne konusunda “kesin” bir tezi söz konusu değildir. Bununla beraber özne tartışması en derin ve geniş anlamını Marx ve Marksizmle kazanmıştır denilebilir. Çünkü özne tartışması, üretim ilişkileri açısından ilk defa Marx ile birlikte gündeme gelmiştir. Özne en genel ve gevşek anlamıyla insandır. Öte taraftan bakıldığında sınırları çizilmiş bir insan yoktur. İnsan kurgulanır, biçimlenir. Toplumsal ortamın bir ürünü olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla ana akım felsefelerin iddia ettiği gibi tarihsiz, geleneksiz değildir insan. Bu anlamadan hareketle Marx, “insan kendi tarihini kendisi yapar” der. Özneye vurgu yapılan bir noktadır. Oysa Marx aynı yerde bir cümlecik daha kullanır ki oldukça provokatiftir: ‘Verili koşullarda’.
İnsan kendi tarihini ancak verili koşullarda yazabiliyor. İdealizmle materyalizmin sentezlendiği nokta diyeceğim buraya. Bu çerçevede bir paradoksa değinmek yararlı olacak: Materyalist olunca süjeye/özneye alan kalmıyor; her şey değişmezmiş gibi algılanıyor. Bu anlamaya örnek olarak Marx öncesi Spinoza verilebilir. Öte yandan özne/süje ön plana çıkınca idealizme düşülüyor, Platon’dan Hegel’e dek birçok filozof da buna örnek verilebilir. Üstelik öznenin fazlaca ön plana çıkması birçok filozofta Tanrı ve teolojik olana kapı açılmasına neden olmuştur.
Özne İşçi Sınıfı, Emekçiler ve Komünist Partisidir
Hegel’in özdeşlik kuramı olarak kullandığı ve Marksizmin bir yöntem olarak değerlendirdiği diyalektik, eskiden beri gelen özne-nesne karşıtlığını nispeten yumuşatmıştır. Marx’ın kendi felsefi serüvenine bakıldığında da bu durumun devam ettiği görülür. Konuyla doğrudan ilgili birçok sözünü ve yaklaşımını burada andığımız gibi dolaylı yaklaşımlarını aynı paralelde ele almak yanlış olmaz. Manifesto’nun yazılışı, Birinci Enternasyonal’in kuruluşu ve bunlara benzer politik çalışmalar, Marksizmin öznelci bir teori olduğu biçiminde okunabilir. Öznelcilik idealizmle anlamdaş düşünüldüğünde Marx’a uzakmış gibi görülse de burada idealizmi, ana akım felsefedekilerden farklı anlamda kullandığımız açıktır. Ana akımın idealizmi bizi doğrudan metafizik konu ve kavramlar dünyasına götürür ki sözü edilen asıl olarak somut veya somutla ilişkili olan varlıklardır: İnsan, işçi sınıfı, komünist partisi vs.
Marx’ın, özneyi içeren bir materyalist teori kurduğu düşüncesi, şimdiye kadar söylediklerimizle çelişmez. Bu durumda öznenin nasıl kurulduğu asıl sorundur. Bu teoride ontolojik veya epistemolojik türden ne varsa tüm varlıklar hareket halindedir. Ana akım bilgi felsefelerinde olduğu gibi bir yerde özne bir yerde de durmakta olan bir nesne söz konusu değil. Özne, nesneyle ilişkiye geçtiğinde, henüz ilk andan itibaren tüm bilme süreci boyunca özne de nesne de değişmektedir. Toplum da böyledir, dünya da.
Marksist teoride değişme genel bir yasadır, bu genel yasaya Marksizm de dahildir. Bu koşullarda özne nasıl oluşur? Bu soruyu yanıtlarken görüyoruz ki, Marx’ın Altıncı Tez’de dile getirdiği ‘insanın doğası, onun toplumsal ilişkilerinin toplamıdır’ deyişi son derece önemlidir. Demek ki egemen, klasik felsefelerin düşündüğü gibi sabit özne söz konusu değil. Yani Marx’ta ilişki (üretim ilişkileri) ilişkiye girenleri (özne/nesne) öncelemektedir. Burada ilişkinin ekonomik temele mi, yoksa üstyapıya mı ait olduğu sorulabilir. Asıl olarak ekonomik temeldir diyeceğiz.
Özne Kurulan Olduğu Kadar Kurandır
Üstyapı-altyapı diyalektiğini, özne-nesne diyalektiğine benzetmek olasıdır. Peki, altyapıyı yani nesnel olanı belirleyen saydığımızda üstyapıyı pasif bir yansıma ya da temsil olarak değerlendirmek mümkün mü? Buna “evet” diyecek olsaydık, Marksizmin, özneyi nesnel olanın içinde buharlaştırdığını ileri sürmüş olurduk. Üstyapı, yani özne yapılan ya da üretilen olduğu kadar yapan ve üretendir de. Bunun zamanlaması için bir genelleme yapılması doğru olmaz. Bununla birlikte tarihsel süreçlerde bazen nesnel olanın bazen de öznel olanın ortaya çıktığı ve belli bir yana ağırlığını koyduğu görülmüştür.
Marx için eğer özne, önemsiz ya da gereksiz olsaydı, felsefe yapmaya da, politika yapmaya da, kitaplar yazıp teoriler üretmeye de, sınıf mücadelesini canlı bir şekilde yürütmeye de gerek kalmazdı. Dolayısıyla insan ve toplum sorunlarında kadercilik geçerli olamaz. Süreç sosyal koşulların insafına bırakılamaz. Özneyi geri plana itip koşulları mutlaklaştıran okumalar, Marksizmi, ekonomik determinizme dolayısıyla da kaderciliğe mahkum ederler. En iyi terimle söylersek, devrim yerine evrimi önerirler.
Her şeyi ekonomik ilişkilerin insafına bırakan dönemlerden ve olaylardan birisi İkinci Enternasyonal olmuştur. Bernstein, Plakhanov ve Kaustky (Rosa Luksemburg da başlangıçta bu çizgidedir) başta olmak üzere, Engels’in bilimsel sosyalizm kavramıyla birlikte Marksizm ekonomik determinizme indirgenmiştir. Pek çok pozitivist görüş de bu sayede Marksizmin içine sızmıştır diyebiliriz. Bu çizginin Batı Marksizmi ile birlikte Lenin, Stalin, Mao, Troçki gibi isimlerle dengelendiğini iddia edeceğim. Sorun politik jargonla söylenirse, materyalizme aşırı vurgu sağ sapma olarak, özneye aşırı vurgu ise sol sapma olarak kendini göstermiştir.
Özne: İmparatorluk İçinde İmparator
Koşulların belirlediği bir öznenin özgür olacağı düşünülebilir mi? İlişkiler toplumun gözüne ters göründüğü sürece bilinçli insan veya sınıf bilinçli özne haline gelebilir mi? Olup bitenin ne olduğunu anlamamış yığınlar için özne terimi kullanılabilir mi? Dahası devrimci bir rol oynamayan bireylere özne diyebilir miyiz? Öznenin yalnızca emekçi sınıflardan ibaret olduğu düşünülebilir mi? Ezilen cinsler, uluslar, baskı altındaki inanç grupları günümüzün özneleri olarak değerlendirilebilir mi? Marksizmde özne başlıklı muhtelif sorular akla gelebilir. Bunlara ilişkin detaylı bir tartışmaya girme niyetinde değiliz. Kısaca söylemek gerekiyor.
Gerek Kaustky’nin gerekse Lenin’in “yanlış bilinç” ve “işçi sınıfına dışarıdan bilinç taşıma” biçiminde literatüre giren tartışmaların da özne sorunu ile ilgili olduğu açıktır. Öte yandan Marx, insanların ancak çözecekleri sorunları gündemleştireceklerine inanıyordu. Demek oluyor ki her halükarda, ilişkileri aşıp gerçekleri gören ve Lenin ile özelikle Gramsci’nin düşündüğü anlamda “aydınlar kümesi” oluşacaktır. Marx’ın ve Marksizmin bu noktada Spinoza’ya bağlandığını düşünmemiz gerekir. Spinoza da kuşatılmışlık içinde özneye bir kapı açmakla tanınır: ‘İmparatorluk içinde imparator’ (“imperium in imperio”).
Dünyayı Filozoflar mı Lanetliler mi Yönetecek?
Nesnel durum gibi özne de ana akım felsefenin sandığı gibi yerinde durmaz. Her çağın özelliklerine göre nitelikler, formlar kazanır. Marx, Hegel’in efendi-köle diyalektiğinde emeğe vurgu yapılmasını da referans alarak özne ile emek arasında bir bağ düşünmüştür. Emekle doğaya ve her türden üretime temas edilir. Ortaya çıkan ürün ise emekçinin değil sermayenin olur. Özne, kendisinden alınanı almak üzere harekete geçendir.
Çağımızda ise sömürülen sınıfların yanında bir de ezilen toplumsal gruplar ortaya çıkmıştır. Bunları da çağın yeni özneleri olarak ele almak, Marx’a ve Marksizmin özne anlayışına katkı olarak değerlendirmek anlamlıdır. Çağımızda emek sermaye çelişkisi temel çelişki olarak odak noktasında yer alsa da özne çokluğundan söz etmek kaçınılmaz görünüyor. Sorun işçi sınıfının, kendisinden alınanı alması da değil. İktidarı alması ve toplumun yönetilmesi sorununa dönüşmüştür çağın meselesi: Üretenin yönetmesi gerekir.
İktidar mücadelesinde öznenin yalnızca işçi sınıfı olduğunu söylemek kanaatimce tartışmalıdır. Marksizm bu noktada Platon’dan da epistemolojik bir kopuş yapar. Zira Platon, toplumu ve dünyayı filozoflar yönetsin derken özneyi de bir bakıma aristokraside buluyordu. Marx ise F. Fanon’un deyişiyle özneyi “dünyanın lanetlileri”nde buluyor.
Teoride Materyalist Politikada İradeci Olmak
Marx’ta özne sorununu incelerken son olarak Althusser ile de kısa bir yolculuk yapmak öğretici olabilir. Marksist teori, felsefenin yanı sıra, bilim, estetik ve politika türünden disiplinlere gönderme yapar. Konumuz açısından Marksist teori denildiğinde özne teorisinden ziyade materyalist bir teori görüyoruz. Daha doğrusu öznenin materyalizme içkin olduğunu görüyoruz. Bu teoride sonuç itibariyle ontolojik düzlem epistemolojik düzlemi önceliyor. Oysa politikanın penceresinden baktığımızda her Marksist, öznenin rolünü hemen fark edecektir. Teoride materyalist politikada iradeci olmak dediğimiz de budur. Bu yönüyle konuyu Althusser’in de gündemine aldığını biliyoruz. Althusser ise bilim-felsefe geriliminden söz ederek Kapital ve Kapital öncesi dönem arasında “epistemolojik bir kopuş” olduğu iddiasında bulundu.
Bazı noktalarda bizim de katıldığımız bir yorum olarak Althusser’e göre de Marx’ın gençlik eserleri, yabancılaşma, özne, insan ve felsefi bakışın belirginliği nedeniyle tipik bir Hegelci’dir. Bu yoruma bakılırsa Marx gençlik yıllarında hümanist bir filozoftu diyebiliriz. Özneye de merkezi bir yer veriyordu. Bu dönem felsefeci/filozof olduğu yılladır. Kapital ile birlikte asıl olarak Marx olmuştur, bu dönem de bilim adamı olduğu dönemdir. Althusser Marx’ın artık “anti hümanist” olduğunu ileri sürüyor. Gerçi bu insan karşıtlığının “teoride” olduğunu da bilhassa hatırlatıyor. Görüldüğü gibi Althusser’in yaklaşımlarında isabetli yanlar görmekle birlikte onun “bilim ve felsefe” biçiminde yaptığı ayrımı biz “teori ve politika” olarak yapıyoruz.
Marksizm İçi Özne Tartışmaları
Marx’ın Önerisi: Devrimci, Pratik Eleştiri
Özne-nesne arasındaki sorun, felsefenin gündeminde olmayı sürdüreceğe benziyor. Dünya gerçekliğinde radikal bir değişiklik olmadıkça bunlar arasındaki ilişkide hangi koşullarda özneye ve nesneye ağırlık verileceği Marx’ın ve Marksizmin önerdiği istikamette olacaktır. Marksist teorinin materyalizm üzerinden kurulan bir teori olduğunu açıkladık. Burada kalsaydı tek yanlı, kaba materyalizm söz konusu olurdu. Marx’ın bu tek yanlılığı, üretim ilişkilerini teoriye ekleyip insanı bu ilişkiler içinde özneye dönüştürmüş olması son derece devrimci bir özelliktir.
Materyalizm ve özne ya da iradecilik tartışması aynı zamanda Marksizm içi bir tartışma olarak da dikkat çeker. Dolayısıyla Gramsci’nin praksise vurgusunu bir kez daha kendi ifadeleriyle anmak yararlı olacaktır. Ona göre “Ortodoks” Marksist Plekhanov’un sorunu koyuş tarzı yanlıştır. Çünkü “Praxis felsefesi, çağdaş kültürün bir aşamasıydı; bu felsefe yeterli bir ölçüde bir kültürün içinde bazı akımların doğmasına yol açtı ve onu verimlendirdi… Praxis felsefesiyle çeşitli idealist eğilimler arasında çok ilgiye değer birleştirmeler yapıldı.”
Materyalizmi, kuru ve kaba bir görünümden çıkaracak, ona politik bir ruh verecek katkılar Lenin ve Mao Zedung gibi devrimcilerce de sürdürülmüştür. Lenin’e bakılırsa “Siyasal sınıf bilinci, işçilere, ancak dışarıdan verilebilir, yani ancak iktisadi savaşımın dışından, işçilerle işverenler arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir.” Mao’nun “Pratik Üzerine” başlıklı makalesi de anılmaya değerdir. Varlık, doğa ve her türden ilişkiler durağan değildir; hareket halindedir. Düşünceler de bu pratik süreçlerde denenir, eleştirilir, sınanır. Lenin ve Mao’nun tavrı, revizyonist geleneğin devrime mesafe koyan materyalizmine karşıdır.
Özne-nesne meselesi, Marx’ın pek çok eserinde kendisine yer bulur. Nesnel yana çok ağırlık verildiğinde onun özneye rol biçtiğini görüyoruz. Özne yüceltmelerine karşı da tersi bir tutum aldığı anlaşılıyor. Revizyonist geleneğin günümüzde de etkili olduğunu düşünürsek onun Tezler’deki Birinci argümanına, bilhassa son cümleciğine dikkat çekmemiz kaçınılmaz oluyor. Devrimci, pratik eleştiri. Yine tezlerin sonuncusu ise bu temayı adeta taçlandırır: “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir.”