Kazdağları da, birçok doğal ortam gibi kapitalizmin kar hırsına maruz bırakılmış durumda. Günümüzde teknik ve mekanik olan ne kadar güç varsa dağın, doğanın adeta ciğerlerine hançer saplıyor. Hançer aynı zamanda doğa felsefesinin de ruhunda eşi benzeri görülmemiş yaralar açıyor. Sermaye doğa felsefesine karşı bilimi ve bilhassa doğa bilimlerini yücelttikçe yüceltiyor.
Nice genç insan üniversite tercihlerinin yapıldığı şu günlerde teknik alanlara, atom mühendisliğinden, uçak mühendisliğine, inşaattan endüstriye dek geniş bir alana adeta “yatırım” yapıyor. Elverişli puan alamayanlar, demoralize oluyor, ailelerin uykuları kaçıyor. Hatta intiharlara bile rastlamak mümkün oluyor. Öte yandan ise Kazdağları’ından Dersim’e; İçanadolu’dan Karadeniz’e ve Artvin’e dek birçok coğrafya, sermayeye karşı direniş hakkını kullanıyor. Dünyada da durumun farklı olduğu söylenemez. Neticede sermaye ve doğa arasındaki ilişkiye bakılırsa keçi can derdindeyken kasap et derdinde diyebiliriz.
Thales, Anaksimenes, Empedokles
SU… Hava… Toprak…
Felsefeyle bilim arasındaki gerilim, tarihte hiçbir dönem günümüzdeki kadar gerilim ve çatışma halinde olmadı. Aslolan felsefe olması gerekirken, sermaye giderek önceliği ve otoriteyi bilime teslim etmeyi tercih ediyor ve giderek de bilimin felsefeye kumanda ettiğini görüyoruz. Filozoflar gerek doğanın felsefesini yaparken gerekse de doğadan hareketle felsefelerini kurarken, kendilerini kuşkusuz ki doğanın bir parçası olarak gördüler ve bilgi nesnelerine karşı dostluğu ihmal etmediler. Thales su’dan geldiğimizi söylerken doğayı yücelmekten geri kalmadı, keza Anaksimenes hava’dan geldiğimizi ifade ederken, Empedokles ise toprak’ın önemine vurgu yaparken doğanın dostu oldular. Doğa felsefesi, sanatçıların ve şairlerin eserlerinde de içkindir. Aşık Veysel’in toprağı, “sadık bir yar” olarak görmesi, yerel düzeyde örneklerden yalnızca birisi sayılabilir.
Antik filozoflar, suyun da, havanın da, toprağın da kirlenmesini, talan edilmesini düşünmedikleri gibi bunların parsellenmesini, paylaşılmasını, satılmasını, kapitalizme peşkeş çekilmesini de kuşkusuz ki düşünmediler. Onlara göre doğa, yalnızca doğa değildi! Çünkü insan da fiziksel bakımdan doğa anlamına geliyordu bu kuşak filozoflar için. Doğa ve fizik de eş anlamlıdır. İlki latince (natura) olarak biliniyor. İkincisi Grekçedir. Bu dönemin filozoflarına doğacı veya doğacı anlamında fizikçi demek de mümkündür. Demek ki doğayla insanın dostluğu eski zamanlarda dostluk, dayanışma ve destek biçimindeydi. Peki felaket ne zaman geldi?
Doğa Katliamları Endüstri Devrimleri ile Geldi
Felaket endüstri ve sermaye sınıfı (kapitalizm) ile birlikte geldi. Endüstri kendi filozoflarını da çıkarmakta gecikmedi: Francis Bacon (Yeniçağ başı) bunlardan birisiydi ve en ilgincini temsil etmişti. Deneyciliğin geliştiği İngiltere’de ortaya çıkması manidardır. Bacon’a göre bilim adına doğada dahil olmak üzere her şeyi bölüp, parçalamak, bilgisine egemen olmak meşru idi. Bilimin tiranlığında bir beis görmeyen endüstri filozofu Bacon gibileri Kazdağları’nın darmaduman edilmesine de şaşırmayacaktır. Bu parçalı bakış, Cerrahpaşa örneğinde olduğu gibi üniversite kürsülerinin birbirinden ayrılarak uzaklaştırılmasında da bir sorun görmez. Bu anlayış 18. yüzyılın liberal felsefelerinde de yankısını bulmada gecikmemiştir. Burjuva ekonomi bilimi, Adam Smith öncülüğünde bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler (laissez faire, laissz passer) görüşünü geliştirdi. Bu yapıp geçmeler burjuvazi için “yakıp, yıkıp geçsinler” anlamına gelmiştir. Bu yakıp yıkmaların adına da, toplumla alay edilircesine, “tam özgürlük”, “doğal özgürlük” deniliyor.
Antik dönemde Parmenides ve Zenon’un bütünden ibaret gördüğü varlık ve dolayısıyla doğa Bacon’ın gözünde ve bilgi anlayışında tamamen parçalı hale gelmişti. Bunun felsefesini yapan ise Descartes olmuştur. Descartes’ın modern felsefenin kurucusu sayılması boşuna değildir. İnsanın doğaya yabancılaşmasının da fitili Yeniçağ başlarında (17. yüzyıl) atılmıştır. Aynı yüzyıl için bilimin şahlandığı, felsefeninse kendi sınırlarına çekildiği çağdır diyebiliriz. Bilimin günü kurtaran buluşları ve pratik yararları tek tek insanlara sempatik geldiği gibi “yıldızı parlayan burjuva sınıfı” için de vazgeçilmez etkinlik olarak sahiplenilmiştir. Bilim, bu sınıf tarafından giderek de manipüle edilmiştir/edilmektedir.
Doğa Kendini Seveni Sever
Modern bilim, doğayı yalnızca doğa olarak değerlendirmiş, insanı da insandan ibaret saymıştır. Varlık parçalanmıştır! Doğaya bağlı olarak tüm eski ve hatta ortaçağlar boyunca hayvanı da kendisine dost sayan uygulama ve alışkanlıklar modern dönemle birlikte değişmiştir. Hayvanları yalnızca beslenme nedeniyle kendisine yakın bulan ve onun yaşadığı mekanda (ahır, ağıl vs) yaşamını sürdüren insan tipinin yerini, hızla kar amaçlı hayvan besleme yöntemi almıştır.
Eski toplumlarda da doğa, yalnızca doğa değildi. Doğa, anaydı, yaratandı, koruyup kollayandı. Ezilen ve sömürülen halkların, sınıf mücadelesinde sığındıkları mekandı. Bu yüzden dağlar, ovalar, ormanlar, ırmaklar, kendini seveni sever denilmiştir. HES’ler ve benzer nedenlerle parçalanan, yağmalanan doğanın, örneğimizde Kazdağları’nın kitleler tarafından sahiplenilmesi de bu sevginin gerçekliğine işaret etmektedir.
Doğayla olduğu gibi hayvanla da bir duygu yakınlığı olmayan insan tipi egemen olmaya başlamıştır kapitalizmle birlikte. Genel bir varlık felsefesi bize dört katmanlı bir varlık dünyasını söyler: Cansızlar katmanı, bitkiler katmanı, hayvanlar katmanı ve biz insanların yaşadığı varlık katmanı. Katmanlar birbirini gerektirir. Bir bütünlükten hatta kardeşlikten söz ediyoruz. Soru şudur: Doğayı, bitkileri, hayvanları, tıpkı insanlar gibi kendi kardeşi olarak görmeyen bir insana insan demek doğru mudur?
Günümüzde de doğa düşmanı, hayvan düşmanı bir insanlığın varlığı düşünülürse bu düşünceye ruhunu verenin sermaye olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ne yazık ki Marx ve Marksizm bu tür bir yabancılaşmaya vurgu yapmamıştır. Marksist teoride, iktisadi üretim ilişkilerinden doğan ürünlere yabancılaşma, merkezi bir sorun olarak belirlenmiştir, ötesine gidilmemiştir.
Doğa, Doğada Var olanlara Aittir
İlkel kabileler için de doğa, yalnızca doğa değildi. Üstelik doğa cansız da değildi: Animizm. Eskinin komünal toplumlarında insanlar, kendi gibi varlıklar yanında doğayı olduğu gibi taşı toprağı bile canlı varlıklar olarak algılamışlardır. Onları kendilerinden birer parça saymışlardır. Taşı toprağı ötekileştirme, ormanı yakıp yok ederek yerine binalar inşa etme, suyu öteleyip kazanılan (hırsızlık) toprak parçalarına beton yığınlar yanında türlü savaş sanayileri inşa etmek oldukça yenidir. Sorun insan merkezli (antroposantrik) bakışın sakatlığındadır. Kapitalist insan tipi ve insan aklı, kendisini doğanın kralı, imparatoru, tiranı ve nihayet Tanrısı sayıyor. Oysa doğa, yalnız insanların, dahası sermayenin değil doğadaki tüm var olanlarındır.
Birçok uygulamada görüyoruz ki doğa, kendisinden çalınanı misliyle geri almaktadır. Betonlaşmayı, nükleer patlamaları ve depremleri düşünün! O halde doğadan çalmayacaksın! Tabir yerindeyse bu uygulamalar “ikinci dünya”nın hüneridir. Marx, içinden geldiğimiz yani insanı önceleyen doğaya “birinci dünya”, insan ilişkilerinin inşa olduğu sosyal dünyaya da “ikinci dünya” der. Dünya ve doğayı eş anlamlı kullanıyorum. Dolayısıyla “birinci doğa” ile “ikinci doğa” arasındaki çatışmaya dikkat çekiyoruz.
Birinci doğanın, örneğimizde Kazdağları’nın dili olsa ve konuşsa bize diyeceği şudur: Siz dağdan geldiniz bağdakini kovuyorsunuz! Ayrıca şu soruları da soracaktır: Sizin suyu ötelemeye, kirletmeye, satmaya hakkınız var mı? Dağı taşı, toprağı istediğiniz gibi örselemeye hakkınız var mı? Geçmiş ve gelecekteki insanın hakkı olan bu doğayı kendi çıkarlarınıza göre kullanma, horlama ve tüketme hakkını nereden alıyorsunuz? Yağmaladığınız ormanlardan, yakıp yıktığınız dağlardan, tepelerden, öldürdüğünüz ceylanlardan, yılanlardan, çıyanlardan, börtü böceklerden ne üstünlüğünüz var? Tüm bu varlıkların haklarını gasp etme yetkisini kimden alıyorsunuz?
Doğa Felsefesinin Gerekliliği
İnsanın hakları gibi doğanın haklarını savunmak ne anlama gelir? Doğa felsefesinin merkezi görevlerinden birisi de bu olmalıdır. Doğa tek yapılı değildir, ona bakma biçimleri de muhteliftir. Doğa hareketlidir, yapan, yaşatan, doyuran, büyüten, yeşerten ve ileriye taşıyan yanları olduğu gibi yakan, yıkan, yok eden yanları da vardır. Depremler başta olmak üzere her türden doğal felaket bunlara örnektir. Engels “Doğanın Diyalektiği” adlı kitabında bu karşıtlıkların detaylarını vermektedir. Kuşku yok ki doğanın verimli ve yaratıcı yanı negatif özellikleri yanında baskındır. Onunla barış içinde yaşayan toplumlar, doğadan beklenen desteği görmüşlerdir. Halk ozanı Aşık Veysel toprağa seslenirken ne de güzel söylemiş:
Koyun verdi, kuzu verdi, süt verdi,
Yemek verdi, ekmek verdi, et verdi,
Kazma ile dövmeyince kıt verdi,
Benim sadık yarim kara topraktır,
Altın Yumurtlayan Tavuğu Kesmek
Gelmiş geçmiş en asalak ve bencil sınıfın burjuvazi olduğunu göstermek için bin tane kanıt ileri sürülebilir. Bunlardan birisi de onun “doğa düşmanı” olmasıdır. Doğayla sömürü ilişkisi dışında bir ilişki kurmayı asla düşünmeyen sermaye, birçok kez bindiği dalı kestiğinin bile farkında olmuyor. Doğaya vahşice yaklaşırken adeta altın yumurtlayan tavuğu kestiğinin de farkında değil. Farkında olsa da kar dürtüsü ve tutkusu onu yolundan alıkoymaya yetmeyecektir. Altın yumurtlayan tavuğu kesip Kazdağları’nda altın aramak arasında bir benzerlik kurmak zor değil. Sermaye dağlardan, ovalardan, derelerden, ormanlardan daha yaratıcı bir tarzda ve uzun vadede etkili olacak biçimde destek görmek ve yararlanmak mümkünken günü kurtarırcasına, onlara saldırılar tarzında yöneliyor, ilişkiyi adeta bir savaşa dönüştürüyor.
Tavuktan uzun vadede yararlanmak varken onu kesmek misali, doğadan uzun zamanlar içinde destek görmek varken onu bir ölçüde yok etmek ancak burjuvazi gibi asalak sınıfların işi olabilir. Kaldı ki doğadaki zenginlik insan kaynaklarına da benzemez. Yaşlanmış bir inanın sermaye gözünde bir değerli yoktur, bunu anlıyoruz! Üstelik yarın öbür gün ölen bir insanın eski yetenekleri de yok olup gider. Oysa doğadaki yeraltı ve yerüstü zenginlikleri olduğu gibi kalır, kalmaktadır. Bu yüzden de onda gelecek insanın da hakkı vardır dememiz boşuna değil. Sonuçta doğayla mücadele barışçıl mücadele olacaktır, olmalıdır. Doğayla barış içinde yürütülecek bir diyalektik ilişkinin kazanımlarını Veysel, doğa felsefesi yaparken şöyle açıklıyor:
İşkence yaptıkça bana gülerdi,
Bunda yalan yoktur herkes de gördü,
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi,
Benim sadık yarim kara topraktır.
Doğanın Parçalanması, Aklın Ayrışması
İşkence ve gülme zıtlığı diyalektiği işaret eden ince bir noktadır. Beri yandan doğaya bir çekirdek verip dört bostan almak mümkündür. Bu yaklaşımlara bakıldığında tarım toplumlarındaki doğa felsefesinin yerini endüstri toplumlarında doğa bilimleri aldı denilebilir. Yalnız insana değil doğaya, bitkiye, hayvana, hatta toprağa bile işkence yapmayı suç sayan doğa felsefelerine ihtiyacımız olduğu besbelli. Sermayenin varlığı, dolayısıyla doğayı yüzyıllardır parçaladığı sır değil. Aklın, akılcılığın, akıl felsefelerinin buna alet edildiğini de biliyoruz. Demek ki doğanın parçalılığı ile aklın parçalılığı arasında bağ kurmak zor olmuyor.
Felsefeyi bütünde kuran varlık felsefeleri büyük bir ihtiyaç olarak kendini dayatmışken, günümüz ana akım felsefeleri, bir cümleden hareket ederek laf kalabalığı üretmekte ve buna da felsefe demektedir. Halbuki buna felsefe yapmak değil ‘bir damla suda fırtınalar koparmak’ denir. Sonuçta, günümüzün ana akım felsefesi varlıkla, doğayla, insanla ve daha da önemlisi toplumla bağlantıyı kesmiş durumdadır. Onun Hasankeyf’i, Dersim’i, Artvin’i, Kazdağları’nı vs. görme yeteneği de körelmiş durumdadır.
Doğanın Bize Uzattığı Barış Eli
Şimdiye kadarki toplumlar içinde en paradoksal karaktere sahip olanı kapitalist toplumdur. Kendi mezar taşıyıcısını kendinde taşıması doğaldır. Sömürü ağını yaygınlaştırdıkça kendisine karşı düşmanlarını çoğaltır. Öyle ki bu düşmanlar arasında doğa da vardır. Bir yandan organik ürünlerle beslenmek ister diğer yandan organik ürünlerin yetişmesini engelleyecek tarzda doğayı adeta zehirler. Yüksek fiyatlarla organik ürünler, mekanlar satıp yüksek karlar elde etmek ister ama bunun mümkün olmadığını gördükçe tasalanır, panikler.
Toplum içinse kapitalizm, esasında varlık içinde yokluk çekmektir. Çok üretildiğinde de, az üretildiğinde de emekçi sınıflar için durum değişmez: Açlık, yoksulluk, işsizlik kapıdadır. “Doğa, yalnızca doğa değildir” dediğimizde kastımızı biraz da bu noktalarda aramak gerekiyor. Doğanın insana gösterdiği merhameti insanın da doğaya göstermesi gerekmez mi? Doğanın bize her koşulda barış eli uzattığını yine Veysel’in sözlerinden anlıyoruz:
Karnın yardım kazma ile bel ile,
Yüzün yırttım tırnak ile el ile,
Yine beni karşıladı gül ile,
Benim sadık yarim kara topraktır.
İnsan ve Doğa Dostluğunu Burjuvazi Bozdu
Spinoza’nın doğa felsefesine göre doğa iki türlüdür: Doğuran doğa (natura naturans), doğurulan doğa (natura naturata). Bunlarda birbirini meydana getirir. Doğa ya da varlık felsefesinin Anadolu ve Mezopotamya topraklarındaki savunucusu ise Şeyh Bedreddin olmuştur. Filozof Şey Bedreddin ve yoldaşlarının bir dönemler tüm ezilenler olarak komünler kurduğu topraklara şimdi, Türk egemen sınıflarının yönlendirmesiyle emperyalist şantiyeler kuruluyor. Ne acı!
Bedreddin’in ve Spinoza’nın izini sürdüğü felsefelere Marksist teoride “içsel ilişkiler felsefesi” denilmektedir. Sanayi çağı, bir ölçüde bu içsel ilişkileri koparmanın adı olmuştur. Bu yüzden de insan ve doğa dostluğunu burjuvazinin bozduğu iddiasını ileri sürüyoruz. Burjuvazinin varlığı da ister istemez sınıf mücadelesi teorisini gündeme getiriyor.
Bugün Kazdağları hadisesinde yaşananlar da, savaş olgusunda burjuvazinin rolünü kanıtlamaktadır. Çevreciler başta olmak üzere, yöre halkı, doğa severler, emekçi sınıflar, sanatçılar, aydınlar, kadınlar, gençler, komünistler altın aranmasına, siyanür kullanımına, ormanın kesilip yok edilmesine tüm insanlığı temsilen karşı çıkıyor, mücadele ediyor. Bu da sınıf mücadelesinin bir parçasıdır.
Sınıf mücadelesinin tek tarzı yoktur. Her dönemde ve konjonktürde değişik biçimlerde kendisini gösterir. 2013’te de, kendisini “halk ayaklanması” tarzında gösterirken, kaynağında yine çevre sorunu bulunuyordu. Bu tarzlar, günümüzde de çeşitlenerek varlığını sürdürüyor. Her sınıf varlığını ve konumunu, kendi sınıf çıkarına göre belirliyor. Bu konumlanışta denilebilir ki, burjuvazinin kar optiğinden bakarak bozduğu doğa-insan dostluğunu, konumlanışını doğal ihtiyaçlarına göre belirleyen proletarya sağlayabilir.
Doğa, Yalnızca Doğa değildir!
Doğa Yalnız da Değildir!
“Birinci doğa”ya altyapı dersek “ikinci doğa”ya da üstyapı diyebiliriz. Altyapının değişmesini hedeflemeyen hiçbir mücadele kalıcı ve devrimci sonuçlar elde edemez. Buna göre doğal durumda hakkın ve adaletin geçerli olmasını arzulayan güçler, öncelikle sosyal dünyada hakkın ve adaletin sağlanması gerektiğinin bilincinde olmalıdır. Kısaca söylemek gerekirse kapitalizm aşılmadığı müddetçe, insanlığın da, doğanın da dolayısıyla börtü böceğin de barış içinde yaşama şansı olmayacaktır.
Öncelikle “ikinci doğa”ya (sosyal dünyaya) müdahale edilmesi gerekir. Buradan bakıldığında Marksist sınıf teorisinin de son yıllarda sınırlarının genişlediği ileri sürülebilir. Emek ve sermaye arasındaki çelişkide çevrecilerin, yeşillerin, ezilen inanç gruplarının, baskılanan ulusların ve cinslerin talepleri de teoride içerilmektedir. Teorinin yeni biçimine bakarak “doğa, yalnızca doğa değildir”; halkın doğayı sahiplenmesine bakarak da “doğa, yalnız değildir”, “Kazdağları yalnız değildir” sloganlarını dillendirebiliriz.