Aydınlanma felsefesini ve Fransız Devrimi’ni, önceki programlarda Avrupa / Fransa üzerinden konuşmuştuk. Bu hafta benzer temaları Osmanlı – Türkiye üzerinden konuşmak üzere Komün TV ekranlarında buluşuyoruz. Batı’yı ve Osmanlı’yı karşılaştırıp ikisinden birini tercih edeceğimiz düşünülebilir. Öyle olacağını sanmıyorum. Batı aydınlanmasının karşısına komünizm düşüncesini koymak en doğru seçenek olur. Keza Osmanlı – Türkiye aydınlanmasının karşısına da komünizmi koymak kaçınılmaz görünüyor. Bu yüzden de ana akım felsefelerden, geleneksel bakış açılarından farklı bir pozisyonda durarak özgün bir aydınlanma programı yapma niyetindeyiz.
Osmanlı – Türkiye tarihinde Aydınlanma felsefesi gibi bir konu açınca sanırım bazı itirazlar olacaktır. Hemen seküler / cumhuriyetçi kesim diyecektir ki “Osmanlıda aydınlanma mı olur?” Muhafazakar kesim de “Türkiye’de aydınlanmacılık mı olur?” diyerek ayrı telden çalacaktır. Osmanlı yanlısı ideoloji için de Türk resmi ideolojisi için de bir burjuva felsefesi ve ideolojisi olan Aydınlanmacılık, toplumlar ve insanlık için pozitif bir rol oynadığı varsayıldığı için bu sorular soruluyor. Oysa Marksist teori ve proletarya ideolojisi açısından burjuva aydınlanması türünden akım ve ekollere karşı devrimci, sosyalist bir mücadele yürütmek elzemdir.
Osmanlı despotizmi ile cumhuriyetle gelen faşizm arasında öz itibariyle bir fark bulunmuyor. İkisinde de kurulu düzene hizmet edecek türden Aydınlanma felsefeleri vardır. Burjuva aydınlanmacılığı olarak var olan bu felsefede bir sömürücü sınıfın yerini bir başka sömürücü sınıf alıyor. Dolayısıyla çözümü Voltaire, Diderot ve Rousseau’nun felsefesinde görmediğimiz gibi Katip Çelebi, Yanyalı Mehmet Efendi veya Lale devrinin reformlarında da görmüyoruz. Çözümü, sömürücü sınıfların düşün, bilim ve felsefi aydınlanmasında da değil, Marksist aydınlanmada ve/veya ezilenlerin ve emekçilerin aydınlanmasında görüyoruz.

Programda konuşulması muhtemel bir iki noktayı daha belirterek devam edeyim. Üzerinde durulması ve aydınlığa kavuşturulması icap eden problemler neler olabilir?
1-Sömürücülerin yaptığı toplumsal hamleleri devrim olarak değil karşı devrim olarak ifade etmek yanlış olmaz. Aydınlanma felsefesi ve Fransız Devrimi, Fransız proletaryası ve ezilenler için değil Fransız egemen sınıfları için işlev görmüştür. Bu yüzden bir “karşı devrim” özelliği taşıyor.
2 -Sınıflı toplumların birbirinden kopuş yapması da devrim değildir. Kölelikten feodalizme geçişi, oradan da kapitalizme geçişi devrim olarak görmek yanıltıcı olur. Bunlar da ancak “karşı devrim” olabilirler. Nitekim Lenin, emekçilerin feodal ve kölecilere karşı mücadelesine “haklı savaş”, tersine ise “haksız savaş” der.
3 -Tarihsel olarak ileride olmak, yani daha sonra gerçekleşmiş olmak bir üstünlük değildir. Yani tarihsel olarak ileride olmak, etik, politik, insani ve estetik açıdan da ileri olmak anlamına gelmez. Misal Hitler, Bismark dönemine ve sosyal demokrasiye göre ileri bir momentte gerçekleşmiştir ama politik açıdan faşisttir. Türkiye cumhuriyeti, tarihsel olarak Osmanlıdan ileri bir momentte tesis edilmiştir ama ülkemizde yüz yıldır faşizm yürürlüktedir.
4 -Uygar dünyada toplumlar arasındaki farklar niteliksel değil nicelikseldir. Osmanlı – Türkiye ile Avrupa arasındaki fark nitel değil niceldir. İkisinde de emek – sermaye çatışması temel çatışma biçimidir. İkisi de faşizm konusunda hemfikirdir. Ama birinde faşizm potansiyel düzeydedir. Türkiye gibi ülkelerde ise sürekli faşizm vardır. Son olarak eklemek gerekir ki imparatorluk ile cumhuriyet arasındaki kopuş da devrimsel değil evrimseldir.
Osmanlıyı tek yapılı, monolitik olarak düşünmek yanlış olur. Bilim, felsefe olduğu gibi zulüm de söz konusu olmuştur. İmparatorluk süresince nice aydınlanmış despot / monark yetişmiştir. Fatih, 3. Ahmet, 3. Selim vs. Osmanlı ünlü halk ayaklanmaları ile bilinir. Hukuk da var ama katliamlar da vardır. Din var ama din dışılık da var. Bozoklu Şeyh Celal ayaklanması unutulur gibi değil. Bedreddin Devrimi var. Türkiye de öyledir. Osmanlıya benzer. Mustafa Kemal var ama karşısında komünist Mustafa Suphi de var. Faşist diktatörlük var ama sosyalizm mücadelesi de eksik olmuyor. Milli zulüm var ama Kürt direnişi ve ayaklanmaları da var… Dincilik var ama laiklik de var.
Aydınlanma düşüncesinin, bilim, felsefe, sanat ile ilgisini mutlaka kurmak gerekiyor. Kitap, kağıt, eğitim kurumları ve matbaa da son derece kritik bir tekniktir. Osmanlının bunlarla sınavını bilmek gerekiyor. Matbaacılık, İbrahim Müteferrika ve Aydınlanma felsefesini akla getirir. Müteferrika, Mehmet Said efendi ile birlikte matbaayı kuruyor. Ama matbaa ilk defa 1718’de kurulmuyor. Öncesi de var. Osmanlıda yaşayan Yahudi, Rum ve Ermeniler 1500 yıllarından itibaren kitap basımına başlıyor.
Türk ve Müslümanlar, fetvadan dolayı, Türkçe, Arapça kitap basılmıyor. Yani Osmanlıya matbaa 300 yıl sonra geldi tezi boşa düşüyor. Zaten her gelişmenin bir doğası var. Engellenemez. Özellikle din, teoloji gibi güçsüz değerler güçlü değerlerin, doğal süreçlerin önüne geçemez. Çarşaflı, türbanlı kadınlar, durmasında muhafazakar olsun, internette neler izlediklerini herkes biliyor. Bunu, insanları küçümsemek için söylemiyorum. Herşey doğasına uygun varolur ve hareket eder. Anlatılan senin hikayen olacak. Kendi hikayesini merak edenleri salı akşamı Felsefenin Gözü’ne bekleriz.