Önceki gün yakın bir arkadaşın yemek davetine katıldım. Birkaç kişiydik. Hem bayram buluşması hem de gündemdeki problemler konuşulacaktı. Nispeten lüks bir resturanttı buluştuğumuz mekan. İstanbul’un kenar semtlerinden birinde bu denli konforlu bir yerin varlığı öncelikle dikkatimi çekti. Tabi konforlu dedimse görünüş olarak, fiyat olarak demek istiyorum. Çünkü içerisi tıklım tıklım insan dolu, sigara dumanı, gürültülü ve havasız. Bu insanlar / müşteriler bu semtte mi ikamet ediyor diye kendi kendime sormadan edemedim. Müşterilerin hareket tarzına, alışkanlıklarına, giyim kuşaklarına ve yiyip içtiklerine bakılırsa tuzu kuru, orta sınıf diyebileceğimiz bir sosyolojisi vardı. İyi de burası Beşiktaş değil, Şişli değil, Yeşilköy, Florya, Bebek, Boğaz değildi. Kadıköy, Yeşilyurt, Bakırköy – Sahil de değil. O halde nasıl açıklamak gerekir bunu? Bunları açıklamaya çalışırken biraz sonra, konuyu “çürük sucuktan tat almak” öyküsüne getireceğim.
Kenar bir ilçede pahalı bir mekanın varlığı, kapitalizmin, günümüzde aldığı yeni biçimlerle açıklanabilir. Her ortam, çevre ve mekan, kendi yapısına ve dokusuna uygun, hali vakti yerinde tabakalar yaratıyor. Kapitalizmin, bunları üretip çoğalttığı ve bu tabakalar sayesinde ayakta kaldığı da söylenebilir. Kapitalizm, eskiden beri, tekelci kapitalizm evresiyle birlikte, bilindiği üzere orta sınıfları hem eritip proleterleştiriyor hem de buna karşı bir direnç gösterme eğilimi içinde oluyor (çelişki). Bu durum, feodal yapıların kültürel planda devam etmesinin de koşullarını üretir. Böylesi, insan doğasına yabancı, boğucu kent kültürünün, eski kültürlere oranla ileri, modern, çağdaş olduğu ileri sürülür. Peki, gerçek öyle mi?
Kapitalizmde Eğlenme Biçimleri
Mecbur kalmadıkça sigara içilen ortamlarda bulunan birisi değilim. Birçok buluşmaya bu yüzden katılmadığım da söz konusu oluyor. Arkadaşlarla resturantın önüne geldiğimizde öncelikle mekanda sigara içilip içilmediği krizi doğdu aramızda. Çünkü içimizde sigara içen var, benim gibi içmeyen var. Ön kısımda, dışarıya bakan, üstü açık bir bölüm bulundu bizim için. Böylece kriz, birbakıma aşıldı. Masada pozisyon aldık. Yemekler içkiler söylendi. Ben de bir bardak bira söyledim. Rakı alanlar oldu, meşrubat içen de. Halkın beslenme alışkanlıkları, eğlenme biçimleri, sohbet konuları, bayramdan ne anladıkları, ekonomik ve sosyal durumları, entelektüel yaratıcılıkları, siyasi ve dini görüşleri üzerinde düşündüm sıklıkla.
Bu türden, mekanlar, yemekler, buluşmalar benim açımdan okuduklarımı, düşündüklerimi, tartıştıklarımı test etme ortamı oluyor çoğu zaman. Bazı durumlarda, okuduğum öyküler (Çürük sucuk öyküsü gibi), bazen ekonomik analizler, bazen felsefi kavramlar ile mekanda olup bitenler arasındaki ilişkileri ve bağları anlamaya çalışıyorum. Dolayısıyla benim için resturant, yalnızca karın doyurduğumuz bir mekan değil, yalnızca sosyolojik bir olay da değil, sadece bir “yığın” insanın gözlenmesi de değil. Daha fazlası.

Çağlara Göre Etik, Estetik…
Her toplumsal yaşam alanı, bana göre dünyanın, burjuva – feodal toplumun mikro bir kesitidir. Çünkü bu kurumlar, birer kapitalist evrendir yani. Mimarisiyle, estetiğiyle, gürültüsüyle, çalışanı ve çalıştıranıyla, estetik görüntüsüyle, hijyeniyle, kirli – temiz havasıyla, zengin hazırlanmış menüsüyle, emek – sermaye çatışmasıyla bir minimal dünyadır. İnsanların çoğu zaman, içkiyi fazla kaçırıp kendinden geçtiği bu mekanlar, çağa uygun kültürel alışkanlıkların hem üretildiği, hem meşrulaştırıldığı hem de, “genişletilmiş yeniden meta üretimi”ne paralel olarak tekrar tekrar üretildiği mekanlar oluyor.
Masamızdaki konuşmalar da “büyük anlatılar” türündendi. Kürt sorunu, Filistin hadisesi, ülkemizdeki siyasal iklim, felsefe tarihi, filozofların sefaleti, Alevi kurumlarındaki mevcut durum, Suriye’deki şeriat eğilimleri, emperyalizmin saldırganlığı, yolsuzluklar, faşist saldırılar, gençliğin şahlanışı, bunun peşinden gelmesi muhtemel yeni saldırı dalgaları… Asgari ücret, emekli maaşları… Konuşmalar devam ederken bir ara mekanın içine bakmak, ortamı ve müşterileri biraz daha yakından görmek için yerimden kalktım, iç kısımlara doğru ilerledim.
Görünüşte Zengin ve Canlı Masalar
İki katlı bir resturant. Alt üst kattan oluşuyor, ikisi de tıklık tıklım dolu. Genç yaşlı, kadın erkek birlikte. Bir kaç masada çocuklar da gördüm. Her iki katta da kesinlikle pis, dumanlı bir hava var. İnsanların yüzleri bile, çok açık seçilmiyor. Masaların zengin ve gösterişli olmasına bakmayın. Bunlar öze ilişkin değil. Çünkü mekanın özünü yansıtmıyor. Yine de neşe egemen resturanta. Gürültü de az değil. İnsanlar sanki bir doğal ortamdaki gibi mutlu, sanki deniz kenarındaki kadar güzel duygular içindeler. Hararetli konuşmalar, bizim masadakinden daha da iddialı bir tempoda yapılıyor. Ama ne konuştuklarını anlamak zor.
Garsona “havalandırma sistemi çalışmıyor mu” dedim. Çalışıyormuş ama yeterli olmuyormuş. Garsonun bildiği bu durumu, müşterilerin bilmediği anlaşılıyor. Çünkü kanaatim o ki, çürük sucuğa alışılmış gibi topluluk bunu kanıksamış. Böylesi bir estetiği, vakit geçirme tarzını, eğlenme ve beslenme alışkanlığını içselleştirmiş kuşakların “yeni bir dünya”ya geçiş yapması halinde, toplumun karşısına ne türden sorunlar çıkaracağını akılda tutmak gerekir.
Anything Goes Anlayışı Doğru mu?
Masaya döndüğümde bizimkiler, “büyük anlatıları” bırakıp konuyu kadın erkek ilişkilerine, aile, çocuk, geçim meselesine getirmişlerdi. Yani felsefeyi, Sokrates misali gökyüzünden yeryüzüne indirmişler. Ben “içeride hava çok kirli, bu insanlar burada nasıl oturuyor? gibisinden bir soruyla konuyu değiştirdim. Sigaracı dostlardan birisi, alışkanlıkların farklılığına, bunların “doğal” olduğuna, bana kirli görünen bir durumun gerçekte kirli olmayabileceğine işaret edince, buna da şaşırdım doğrusu. Savunulan, anything goes türünden bir yaklaşım anlayacağınız. Oysa bence konu bu kadar öznel değil, olamaz…
Her tarihsel moment, kendine özgü kültürel, psikolojik alışkanlıklar yaratıyor. Bu alışkanlıkları taşıyanları küçümseyecek değilim. Çünkü bana göre protesto, yalnızca devrimci tarzda olmuyor. Marx’ın belirlediği gibi dinsel tarzda, negatif olarak da gerçekleşebiliyor. Kirli hava içinde, konforlu bir resturant da olsa, hem ekonomik, hem biyolojik hem de kültürel olarak katlanmanın bir tür protesto olduğunu düşünmek yanlış olmaz.
Kır ve Kent Yaşamında Estetik İncelik
Bitmez tükenmez bir tartışmadır: Kırda mı yaşamak daha ileri bir durumdur yoksa kente mi yaşamak? Herhalde hiç bir köylü, mecbur kalmadıkça salt yemek yiyip içki içmek için bile olsa bizim bu resturantın kirli, kapalı, dumanlı, gürültülü ortamında beş dakika dahi durmak istemezdi. Bunu köy / kır tecrübemle ben de söylüyorum. Soğukta kalmak, çamurda yürümek, hayvan otlatmak, yük taşımak, süt sağmak, ağır işlerde çalışmak gibi tarımsal yaşamın bir çok zorluğu vardır, bilinir. Buna mukabil tarım toplumunun insanı, estetiği kent mekanlarındaki kapalı, kirli, havasız, kalabalık ortamında aramaz.
Kır insanı, çamur da olsa bağ – bahçede dolaşarak, ırmak veya göl kenarında bulunarak, gökyüzüne, yıldızlara bakarak, kuşları izleyerek, belki av yaparak, bazen de kedi / köpek gibi hayvanlarla vakit geçirmeyi tercih eder. Şimdi estetikten anlayan, yaşamını sanatsal ve yaratıcı kılan kimdir? Şehirli mi, köylü mü? Etik, estetik ve politik incelik olarak ileri olan hangisidir? Burjuvazinin, “yeni bir uygarlık yarattık” dediği değerlere biraz da bu sorular bağlamında bakalım derim. Burjuva toplumunda en konforlu tarzda yaşadığına inananların, estetikten, dostluktan, hoşça vakit geçirmekten anladıkları resturant içinden tasvir ettiğim gibidir. Kahvelere, birahanelere, nargile salonlarına vs şimdilik girmeyeyim.
Çürük Sucuğa Alışmak!
Gelelim “Çürük Sucuk” öyküsüne. Öyküyü sanıyorum Alman öykü yazarı Anna Segres yazmıştı. Emin değilim. Doğu Almanya’da sosyalistler iktidara gelir. Sucuk üretiminden sorumlu olmak üzere genç bir komünist görev alır. Komünist genç, hem de çiçeği burnunda bir gıda mühendisidir. Kasabada, kendinden evvelki üretimi görür, yardımcıları ile gerekli incelemeleri yapar. Sucuğun, hijyen koşullarda üretilmediğini tespit eder. Ayrıca birtakım kimyasallar da kullanılmıştır, halk sağlığına zararlı bir durum söz konusudur.
Gerekli önlemler alınır, halk sağlığı, damak tadı başta olmak üzere gerekli bütün kriterler gözetilerek yeni tipte bir sucuk üretimi başlar. Eski stoklar hızla eritilir. Yeni “nitelikli” sucuklar kasabaya sürülür. Ne var ki, sucuk tüketimi hızla düşer. Kasabada sucuk yiyenlerin sayısı azalır. Genç mühendis, buna şaşırır ve üzülür. Parti, durumu araştırmak üzere kasabaya bir heyet yollar. Heyet hızla gerekli incelemeyi yapar ve sonucu açıklar: Kasaba halkı, eski, çürük sucuğa alıştığı için yeni üretim, daha hijyen ve besleyici olduğu halde damak tadını değiştirmek istemiyor. Önceki alışkanlığını sürdürmek istiyor. Sonuçta Batı Almanya (kapitalizm), Doğu Almanya’ya (sosyalizme) galip geldi.
Not: Bir söylentiye göre Einstein, “insanların alışkanlıklarını değiştirmek, atomu parçalamaktan daha zordur” demiş.