Hangisi Önceldir?
FELSEFE Mİ, SANAT MI?
Bugün felsefe tarihi ve sanat tarihi içinde bir gezintimiz olacak. Sanatın mı, felsefenin mi öncel olduğunu açıklamayı düşünüyorum. Filozofun Merceği’ni Antikçağ’a, Ortaçağ’a, Rönesans ve Aydınlanma dönemine çevirip ikisini birlikte ele alma niyetindeyim. Felsefe ve sanatı karşılaştırıp bugün için de bir kaç cümle etmek umarım faydalı olur. Merak edenleri Yol TV ekranlarına beklerim.
Temel tezimi baştan söylemek isterim ki, sanatsal düşünüş ve davranış, yalnız felsefeyi değil, bence bilimi ve siyaseti de önceliyor. Çoğu zaman, bu disiplinler bile sanatla tasvir edilirler. Bilim, siyaset ve felsefenin de sanat olduğu ileri sürülür. Örneğin “politika, bir sanattır” denilir.
Sanatın temel kavramı güzel’dir. Güzel görünme duygusu, güzeli ve çekici olanı arama, süslenme, kendine bakım yapma doğal / biyolojik bir duygudur. Yüksek yapılı hayvanların bile güzelden haz aldığı ve güzel görünmek istediği söylenir.
İnsanın güzele olan ilgisi ve yatkınlığı onu düşüncelere ve hayal kurmalara iter. Nasıl olursa güzel olurum, daha güzel olurum, güzeli ararım diye sorar insan. Arayış içindedir. Felsefe de bir arayıştır ama insanı sanat kadar kendinden geçirmez. Böyle söylemem, felsefeyi değerden düşürmek olarak algılanmasın. Bir olgunun hakkını vermek olabilir. Herkesin kendi mesleki yönelimini övdüğü bir çağda, benim felsefeyi sanatın bir adım gerisinde görmem şaşırtıcı olabilir. Böyle bir tezi de, soruna ancak filozofça bakanlar ileri sürebilir.
En büyük hayal dünyasına sanatçılar ve ilahiyatçılar sahiptir. Sanat ile din ilişkisi ayrı bir yazıyı ve programı gerektirir. Şu kadarı belli ki her ikisi de esasen duygularla iş görürler. İkisinde de var olan akıl sınırlıdır. İlahiyatçı ve dindar, akıldan uzaklaştığı, yalnız hayali duygulara bağlandığı için sanatçıdan ayrılır. Sanatçı, dindara oranla akla daha yakın durur. Yine de ikisi de olmayacak hayaller kurar, olmayacak duygular, tutkular içindedir. Sanat buradan ilerliyor.
Sanatın, diğer düşünce disiplinleri gibi dini de önceledeği bir gerçektir. Bir defa, “doğa dinleri” çoktanrılı idi, bugünkü ile bir benzerliği bulunmuyor. Manipüle edilmeye son derece elverişlidir din. Tarihsel süreçte sanatı izlemiştir. “Önce sanat vardı” diyebiliriz. Bunun kökleri de bizon resimlerine ev sahipliği yapan mağaralardır. Buradaki kalıntılar, sanatın dinden evvel var olduğunu söylüyor.
Gündelik yaşamda da her sağlıklı insanın din ve güzel karşısında bir pozisyonu vardır. Hatta bunun için eğitimli bile olmak gerekmez. Aynı şey bilim, felsefe, politika olunca… Bunlar ikincil plandadır. Her çağda baskın olan yan, akıl değil duygu olmuştur. İnsanı, hayvana bağlayan yan, elbette ki duygusal yanıdır. İlkel yanı da diyebiliriz.
Gündelik yaşamda sanatın iki biçimde insanı kuşattığı görülüyor. Birisi, hayal dünyasının geniş olması açısından. Yani hayal kurmayan insan yoktur. Bunu estetik amaçlar için yapan kişilere sanatçı diyoruz. Kapitalizmin, gerçeklerden koparttığı kitleler ise gerçekleşmeyecek, kendini yabancılaştıran hayaller kurar. Misal şans oyunları, umut kapısı olur. İkincisi de güzele olan tutkudur. Burada bile hayali eğilim vardır. Misal şu markayı giyen delikanlı güzel görüneceğine inanır. Burnunu kestirip yüzünü boyayan kadın da, bu haliyle daha güzel olduğunu düşünür.
Doğal / biyolojik ve sosyal düzeyde güzele olan ilgiden dolayı sanatın, felsefeyi önceledeğini ileri sürüyorum. Düşünce tarihi de bunu doğruluyor. En eski kanıtlar, belgeler bilim, politika ve felsefeden evvel sanata aittir. Mağaralarda kral, filozof veya bilime örnek teşkil eden belgeler değil çizilen hayvan resimleri bulunmuştur.
Sanat için duyguya vurgu yapılacak, felsefe derken akla vurgu yapılacak olursa duyguların aklı önceledeğini ileri sürmüş oluyorum. Her ne kadar ikisi arasında bir paralellik ve korelasyon olsa da, örneğin çocukların akıllı olmadan evvel duygulu oldukları ileri sürülebilir.
Söylemeye bile lüzum yok ki düşünceler gibi duyguları da yönlendiren üretim ilişkileri, mülkiyet şekilleridir. Fiziksel sosyal gerçekliktir. Sanatın da düşün – sanat ürünleri gibi üstyapı kurumu olduğu bellidir. Üretim güçleri geliştikçe her ikisi de değişip gelişmiştir. Bu gelişim çizgisi içinde sanatın, felsefeye oranla her tarihi momente bir adım önde olduğunu söylüyorum.
Sanatın en eski örnekleri, Altamira ve Lascaux mağaralarında bulunmuştur. Onları önceleyen düşünsel ürünler -henüz- yoktur. Antikçağ’da öncelikle Homeros, Hesiodos, Sapho gibi sanatçıları görüyoruz. Buna Hint Vedalarını, Çin’de Değişimler, Sümerde Gılgameş adlı eserleri de ekleyebiliriz. Felsefe ve filozofların etkinlikleri, bu tür “estetik” eserlerin açtığı kapıdan ilerlemiştir denilebilir. Başta Yedi bilgeler ve ilk kuşak filozoflar, bunlara örnektir. Bu evreye felsefeyle sanatın çakıştığı birinci moment diyebiliriz ki sanat, bir adım öndedir.
Tiyatro yazarlarının eserleri de Antikçağ’da yol açmıştır. Tiyatronun üç büyükleri Euripides, Askilos ve Sophokles’i mutlaka anmak gerekiyor. Komedi yazarı Aristophanes’i de unutmayalım. Sokrates, Platon ve Aristoteles’in, burada tiyatronun açtığı yoldan ilerlemiş olduğunu düşünüyorum. Bu döneme ikinci moment demek gerekir ki sanatın bir adım önde olduğu görülüyor.
Antikçağ’ın önemli ve uzun erimli bir felsefesi de Stoa felsefesidir. Bunun da yolunu Antikçağ şairleri açmıştır diyebiliriz. Pindaros, Vergilyus, Terentius, Lücrektius gibi sanatçılar ya felsefeyi önceliyor ya da onunla senkronik bir biçimde var oluyor. Bu döneme sanatın felsefeyle çakıştığı üçüncü moment diyebiliriz ki, sanatın bir adım ileride olduğu ileri sürebilir.
Ortaçağ’dan çıkış nasıl olmuştur sorusu önemlidir. İktisadi planda neler olmuştur? Düşün ve sanat alanında hangi değişiklikleri ve gelişmeleri görüyoruz? Pre Rönesans türünden bir terim kullanabiliyoruz. Ön Rönesans denilen sanatçılar kimlerdir? Bunlar, adı üzerinde, Rönesansı önceleyen, onu haber veren kişilerdir. Üçünün adı sanat tarihine altın harflerle yazılmıştır: Dante, Petrarch ve Boccaccio… İlahi Komadya, Divan, Dekameron öyküleri. Rönesans’ta büyük sanatçılar çıkmaya devam etti. Bu dönemde henüz klasik filozoflar söz konusu değildi. Shakespeare, Cervantes, Rabelais edebiyatta çığır açmıştır. Plastik sanatlarda da üç büyükleri görüyoruz: Rafeol, Michelangelo, Leonardo da Vinci. Rönesans yıllarının bu sanatçılar kuşağının açtığı yoldan büyük filozoflar yürümüştür. Descartes, Spinoza, Leibniz’i mutlaka anmak gerekiyor. İngiliz empirist filozofları da unutmayalım. Bu sürece sanatın, felsefeyle çalıştığı dördüncü moment diyebiliriz ki, sanat bir adım öndedir.
Düşünce tarihinin önemli momentlerinden birisi de Aydınlanma çağıdır. Bu çağ genellikle Fransa merkezli 18. yüzyıl olarak düşünülür. Çok sayıda filozofun ortaya çıktığı bir çağdır. Hemen öncesi, Fransız tiyatrosunu da anımsamak gerekir. Racine, Corneille ve Moliere gibi isimleri kastediyorum. Fransa’da 18. yüzyılda önemli sanat ve düşün insanları felsefe yaparken sanat da yapmışlardır. Diderot, Voltaire ve Rousseau’nun eserleri felsefi olduğu kadar da sanattır. Voltaire’in Kandit’i, Rousseau’nun Yeni Helioise’ı ve Diderot’un Romeo’nun Yeğeni adlı eserleri, felsefeden ziyade edebi metinlerdir. Buna göre 18. yüzyılda sanatçıların açtığı yoldan klasik filozoflar çıktığını ileri sürülebiliriz. Örneğin Kant, Ficthe, Schelling, Hegel… Peşinden Marx, Engels ve daha niceleri. Bu dönemi beşinci moment olarak adlandırmak uygun görünüyor.
19. yüzyılla birlikte yeni üretim ilişkileri görülüyor, üretim güçleri modernize oluyor ve birbakıma sosyal devrimler çağı başlıyor. Yine sanatsal gelişmelerin ön planda olduğunu izliyoruz. Fotoğraf ve sinema en başta geliyor. Ünlü fotoğraf sanatçıları, sinema yönetmenleri sahaya iniyor. Rus, İngiliz ve Fransız edibiyatçıları yeni ışıklar saçıyor. Balzac, Tolstoy demekle yetiniyorum. Resmin büyük isimleri Picasso, Kandisky ve Dali… Daha da önemlisi, Kierkegard, Nietzsche, Gabriel Marcel, Sartre gibi filozofların, eserlerindeki edebiyattır. Varoluşçuluk akımında felsefe, adeta sanat ve edebiyat olarak kendini göstermektedir. Bu dönemi izleyen filozoflar olarak da postmodernleri görüyoruz: Derrida, Foucault, Deleuze… Bu dönemi de altıncı moment olarak adlandırmak gerekiyor.