Yetmiş günlük kır tecrübesinin ardından sonra dün tekrar İstanbul’daydım. Dön dolaş yeniden kentsel yaşam! Neden bu mecburiyet? Sanırım yanıt, kentlerin çekim gücünde gizli. Bu da, yaşamı kendimizin değil, tek tek bireylerin, insanın da değil sermayenin belirlediği anlamına geliyor. Sanki biz belirliyormuşuz gibi de bir “algı” oluşuyor. Bir ömür boyu, bu algıyı hakikat zanneder inanıp gideriz.
Kentlerin çekim gücü ilk kuşak ana akım filozofları da derinden etkilemiştir. Halka en yakın duran Sokrates bile, kentli insanı önemsemiş, “polites” (uygar) terimiyle yüceltmiştir. Emekçilerle ilişkilendirilen kır insanı ise “idiotes” (ilkel / aptal) olarak görülmüş ve küçümsenmiştir. Dolayısıyla kentsellik (uygar ve sınıflı toplum olarak anlayın) olgusu, ancak aykırı filozoflar tarafından felsefenin gündemine getirilmiştir.
Ben de kendimi bu aykırı filozoflar çizgisinde gören biri olarak polites ve idiotes olana aykırı perspektifle bakmanın bir kaç sonucunu not etmek istiyorum. Önceki gün akşamüstü çıktığım kent gezisinden gece saat 23 civarı eve döndüm. Bahçelievler, Bakırköy, Topkapı, Aksaray, Taksim, Beyoğlu istikametinde süren İstanbul turunda AKM’de bir mola verildi. Sonra Cihangir, Çukurcuma, Karaköy, Galataport civarı da yürüyüş için ilginç mekanlar oldu. Buralar genellikle alt ve orta sınıfların uğrak alanlarıdır.
Taksim meydanından çıkmıştım. Yürüyordum ama sanki insanlar üzerime geliyordu, demir ve beton yığınları gözüme batıyordu, yoğun trafik ve araçlar üstüme yürüyordu. Yine de biliyordum ki birkaç saat sonra, birkaç gün geçince şimdi zor ve baskı gibi görünen her şey bana normal gelmeye başlayacak. Yani normal olan ile anormal olan yer değiştirecekti. Bu yüzden kendimi sıkıcı da olsa kentin akışına bırakmak, egzoz gazı almak da dâhil olmak üzere her şeye “alışmak” en iyisiydi!
Karaköy’ün meşhur kuru fasülyecisine (Fasuli) uğramadan olmazdı. Müşteri sirkülasyonu fazla olan bir lokantadır. İlerleyen saatlerde aynı yerdeki Güllüoğlu baklavacısı da ziyaret edilen mekanlar içinde oldu. Yerken içerken kaldırımlarda oturduk. “Oturduk” derken çoğul söylüyorum. Çünkü şair, öykücü Mustafa Turan ile birlikteydik. O da, gezi sürecinde fotoğraf çekme eğilimi içinde oldu.
İstanbul kaldırımlarında bir şeyler yemek için havasıyla, ortamıyla temiz bir mekan var mı? Sanmıyorum. Ne kadar temiz, hijyen olursa olsun, hemen bitişiğinizden yüzlerce insan geçiyor. İster istemez kirli bir ortam. Ne var ki kapitalizm, insanın kalabalık ve kirli ortama alışabildiğini keşfetmiş durumda. Halbuki alıştıran özne kapitalist üretim ilişkilerinden başkası değil. Emek ihtiyacını karşılamak üzere kitleler, kırsal mekanlardan “koparılır” belirli merkezlerde yığın haline getirilir.
Gezerken Türkiye’nin kırlarını / köylerini düşündüm. Kentlerle karşılaştırdığım da oldu. İstanbul’un merkez, cadde, sokakları ve insan kitlesini hayal ederken Avrupa ülkeleri de bir film şeriti gibi gözümün önünden geçiyordu. Türkiye ile Avrupa ülkeleri arasında benzer yanlar ve farklar nedir, diye sordum kendi kendime. İlk yapacağım tespit: Türkiye toplumunun ne kentleri Avrupa kentlerine benziyor ne de köyleri.
Galataport İstanbul’a da uğrayalım dedik. Girmek için kuyruk, kalabalık, güvenlik kontrolü hemen göze çarpıyordu. Kırsal dünyaya göre yeni bir dünya. Renkli, canlı, değişik insanlar bir arada, heyecan verici bir atmosfer var. Genç kız ve erkekler “özgürlük” adına serbest giyim ve davranış içinde. Ortama, barış ve kardeşlik havası hakim! Yeme içme mekanları nispeten dolu. Herkesin keyfi yerinde! Elbette bütün bu saydıklarım “görünürde” böyle. Ortamın ve kişilerin özünü, iç yapısını anlamak için daha derin ve kapsamlı araştırmalar yapmak gerekiyor.
Ortam, mekanlar ve kitlenin hareket tarzına bakarak Mustafa Turan’ın şu minvalde bir sorusu da oldu: Ortam ve kitlelerin tavrı laikliğin gücünü mü gösterir? Bir an felsefi tartışmalar, Marksizm ve dinsel teorilerin içine girdik. Laik yaşam ve seküler bilincin, çağımızın yeni dinsel tarzı ve yeni dinsel bilinci olduğunu söyledim. “Galataport İstanbul” türünden sosyal yaşam alanlarının da yeni dinsel mekanlar olduğuna dikkat çektim. Bana göre günümüzde tesis edilen “laik mekanlar” cami, kilise türünden işlev görmektedir.
Emperyalizm çağının kapitalizmi, kitlelerin tümünü cami ve kilise gibi mekanlara sokamayacağını çok iyi biliyor. Bu yüzden yeni sosyal tesisler, toplumsal yaşam alanları, alışveriş merkezleri, eğlence mekanları inşa ediliyor. Sahte ihtiyaçlar, gerçek ihtiyaçmış gibi gösteriliyor. Bunlar medya ve sosyal medya aracılığıyla meşru hale getiriliyor. Kitleler, kendi varoluşlarını “özgürce” gerçekleştirdiğini zannederken, gerçekte burjuvazinin birer kuklası haline geliyor. Burjuva yaşam anlayışı, iğreti olarak bile varlığını büyütüp geliştirdikçe insan denilen varlık küçüldükçe küçülüyor.
Emperyalizm koşullarında insanın küçüldüğünü (Marx, buna yabancılaşma der) şuradan da anlıyoruz ki, burjuvazinin belirlediği değerlerin, bütün insanlık için ve pozitif değer olduğu sanılıyor. Başta çalışma, üretime katılma alışkanlığı olsun bütün eğlence biçimleri, haz alma kaynakları, kadın – erkek birlikteliklerinin özü, güzellik algısı burjuvazi tarafından belirleniyor ve özellikle de kentsel yaşam içinde kitlelere enjekte ediliyor, yaygınlaşıp hakim hale geliyor. Bence daha önemlisi etik, epistemolojik, politik ve estetik değerler de bu toplumsal ilişkiler içinde inşa ediliyor.
Çoğunuzun bildiği bir şeyi söyleyerek bitireyim. Kentler, çekim merkezi olmayı sürdürüyor. Çünkü özellikle büyük merkezi şehirler, yalnız iş gücünü ve piyasayı elinde tutmuyor. Kültür, sanat, felsefe, düşün, bilim ve kitap “piyasası”nı da tekelinde bulunduruyor. Bu bağlamda belki İstanbul turunun güzel yanı büyük kitapçılara uğramam oldu. Burada da bir buruk duygu durumu söz konusuydu. Çünkü “yeni çıkanlar” reyonuna baktım. Kitapların büyük çoğunluğu “çeviri” idi. Yerli, telif olanlar da popüler yazarlara aitti.