Kitlelerin tepkisi, sorunları, öfkesi ve taleplerinin arttığı her tarihi momentte, bunu söndürmek ve boşa düşürmek için sermayenin çeşitli klikleri harekete geçer. Bunların bitmez tükenmez tezgahları emekçileri beklemektedir. 19 Marttan (2025) itibaren başlayan eylem, gösteri, tepki, yürüyüşler, tarihi tecrübeleri artırırken ona yeni deneyimler de eklemektedir. Gösteriler dizisi, ülkemizde kurulmuş yüz yıllık devletin (karakol) niteliğini göstermesi açısından da bir kez daha yeni kanıtlar sunmaktadır.
Hukukun, polisin, bilimin, teknolojinin, eğitim kurumlarının, medyanın ve yolsuzluk gibi hadiselerin sorgulanması için de geniş imkanlar ortaya koyuyor. Saraçhane merkezli eylemlere / gösterilere katılan kitlelerin beklentisi için şu söylenebilir ki, “devlet partisi”nin “hükümet partisi”ni yenmesi ve sonra da yenilmesi halkların ve emekçilerin yararınadır. Neticede bu iki sermaye bloku yenildikten sonra ideal olan ise emekçi sınıfların ve ezilenlerin iktidara gelmesidir.
Burjuva toplumu ve kapitalist sistem, 500 yıldır proletaryayı ve dünya halklarını, silahlı güçlerle birlikte hukuk, bilim, din, laiklik, eğitim, felsefe, kilise, estetik, siyaset, üniversite, medya, parlamento ve teknoloji gibi hurafelerle sevk ve idare ediyor. Buna güçler ayrılığı, devlet, demokrasi, futbol, moda ve seçim gibi ideolojik manipülasyon araçlarını da eklemek gerekiyor. Dünyadaki sayısız örnekler bir yana Türk egemen sınıflarının son bir haftalık uygulaması, tüm bu anılan şatafatlı kurum, söylem ve disiplinlerin neden sahte olduğunu pek güzelce gözler önüne sermiştir / sermektedir. Milyonlarca insanın, oylarıyla seçtiği bir kanaat gönderi, tüm kadrosuyla birlikte bir çırpıda görevden alınabiliyor. Böyle durumlara kılıf bulmak zor değildir: Yolsuzluk!

Sanki yolsuzluk, kapitalizmin doğası gereği değilmiş gibi bir algı oluşturuluyor! Kapitalizm koşullarında yolsuzluğa, yağmaya, talana, özellikle de sömürüye başvurmayan bir tek bürokrat dahi bulmak zordur. Dolayısıyla yirmi milyonluk bir kentin belediye başkanını, yolsuzluk gerekçesiyle görevden almak, tek başına bile hukukun yalan olduğunu kanıtlayan bir durumdur. Aynı zamanda hükümetin koyduğu 3-5 günlük gösteri yasakları da kitlesel gösterilerle aşılmış, mülki amirlerin verdiği “hukuki” kararlar da etkisini zerrece gösteremediği için boşa düşmüştür. Demek ki kim güçlüyse hukuku bu güç belirliyor. Olaylara bakarak denilebilir ki hukuku boşa düşüren gelişmeler eğitim alanında da sürmüştür ve sürmektedir.
Sınıflı toplumlarda ve sermaye çağında diplomaların lüzumsuzluğu bir yana kutsiyet yüklenen, “her şeyin başı eğitim” sözüne kaynaklık teşkil eden eğitim kurumlarının verdiği diplomayı iptal etmek de oldukça düşündürücüdür. Üstelik aynı kişiye uygulanması, hukuk duygusunun gücünü daha da şüpheli hale getirmektedir. Bunlara bakılarak hukukun lüzumsuz olduğu kadar eğitimin de lüzumsuz olduğunu söylemek mümkün hale geliyor diyebiliriz. Zira burjuvazi kendi koyduğu kanunlara kendisi uymuyor. 1215’teki Magna Carta sözleşmesinden beri yürürlükte olan burjuva / feodal mülk özgürlüğünü de etkisiz kılıyor. Kapitalist sistem, eğitim özgürlüğünü hiçe sayarak diplomalara el koyduğu gibi mala mülke de çökmekte bir beis görmüyor. Sonra da komünizm, özel mülkiyete karşı olduğu için itham ediliyor, reddediliyor. Akademik ünvan ve payelere olağanüstü çıkartılan kanunlar ile çöküldüğü gibi yine bir hukuk kurumu olan baro yönetimlerine de çökülüyor. Velhasıl hukuk kurumuna yapılan kayyıma, “hukuki” diyen bir garip mantıkla karşı karşıyayız.
Gösteri ve eylemler sırasında metrolar, otobüs, metrobüs ve toplu ulaşım araçlarının kısıtlanması, sosyal medyanın “tık” işaretiyle kapatılması ile kapitalist sistem kitlelere adeta “alın size bilim”, “alın size teknoloji” demiştir. Kısa sürelerde de olsa İstanbul’da ulaşım durmuştur. Buna göre burjuva toplumunun şişirip durduğu seyahat özgürlüğünün de boyutu ve inandırıcılığı ortaya çıkmış oluyor. Keza tomalar ve kimyasal gazlı saldırılar marifetiyle sermaye düzeni, kitlelere “alın size yeni teknolojiler” diyerek bilim ve teknolojinin ne olduğunu, sınıflı toplumlarda nasıl bir işlev gördüğünü ve kimlere hizmet ettiğini de pek güzel açıklamıştır.

Ana akım, burjuva medyanın tavrı da normaldir! Medyadan şikayet ederek onun rejim ve yönetim yanlısı, eylem ve protesto karşıtı tavrını görerek şaşıranlara “ne bekliyordunuz ya?” diye sormak gerekiyor. Çünkü medya da işini yapıyor. Bütün burjuva – feodal kurum gibi medya da halkın ve emekçilerin bilinçlenmesi için değil tersine gerçekleri tersyüz etmek için vardır. Anımsatmak isterim ki, ülkemizde devrimci / özgür medya yıllardır yasaklıdır. Yurtdışından sınırlı imkanlarla yayın yapılır ve elbette ki sınırlı sayıda kesime ulaşır. Dolayısıyla ülkemizde haber alma özgürlüğünün olduğuna inanmak da mümkün değildir.
Uygar, sınıflı bu dünyada cami, kilise gibi kurumlar da tıpkı genel eğitim kurumları ve üniversiteler gibi çok kullanışlı aparatlardır. Sistem, yalnızca ibadet yoluyla rızalık üretmekle kalmaz. Eylemcilerin, pratik ihtiyaçlar nedeniyle buralara yönelmesi, egemen sınıflar tarafından istismar edilebilir. Adına da kutsala saldırı denilir. Keza polisin tavrı da derslerle doludur. Sınıf bilincinden ve sermayeci sistemin bilgisinden uzak olan kesimler polisin saldırısı karşısında şaşırmıştır! Oysa bilim gibi medya gibi polis de işini yapıyor!
Kapitalizm koşullarında ve özellikle her faşist sistemde polis “resmi / meşru /hukuki” bir tarzda saldırı yapar, baskı uygular, gerektiğinde işkence de yapar, silah da kullanır. Bu durum sınıflı toplumların doğası gereğidir. Bu durum, yalnızca bizim gibi faşizmlerin açıktan hüküm sürdüğü ülkelerde değil, bütün dünyada böyledir. Çünkü polis ve devlet kendi şiddetine “hukuki” der, toplumsal şiddeti “suç” sayar. Üstüne üstlük buna inanan kitlesel düzeyde bir “enayiler” topluluğu da bulur. Sorun polis değil sistemdir. Sistem feodalizm, kapitalizm ve emperyalizmdir. Enternasyonal proletarya için hedef, tek tek polislerle, hukukla, bilimle, seçimle, seçilmişle, atanmışla, eğitimle, teknoloji ile uğraşmak değil kapitalist – emperyalist sistemi bir bütün olarak ortadan kaldırmak olmalıdır.
Proletarya, kendine özgü bilinciyle sınıf olduğu gibi kendine özgü, kültürü, inancı, enternasyonal marşı, ve bayrağıyla da bağımsız bir sınıftır. Toplumsal hareketlerin uzağında duran değil, kuyruğuna takılan da değil içinde olan ve bir adım ileride olmayı arzulayan bir sınıftır. Yeni doğmuş ve gelişen bir sınıftır. Onun bayrağı, burjuva, feodal sınıfların bayrağı olmadığı gibi ay yıldızlı milli bayrak da değildir. Oraç – çekiçli kızıl bayraktır. Onun bilincini ve teorisini ise Marksizm temsil eder. Böylesi bir bilinç, hamle ve örgütsel tavırdan yoksun her hareket, bir yanıyla Donkişotça sonuçlara batar, bir yanıyla da sermaye partilerinin etkinlikleri içinde erime, küçülme, buharlaşma riskiyle karşı karşıya kalır.
Saraçhane merkezli hareketliliğin, 2013 Haziran ayaklanmasından farklı olarak bazı riskler barındırdığı ileri sürülebilir. Çünkü ilkinde halkın ve devrimci dinamiklerin ağırlığı belirleyici olduğu halde bugünkü hareketlilik, tamamen sermaye partisinin kontrolündedir. Taşınacak bayrağı bile kendisi belirliyor. “Al yıldızlı bayrağı al, eyleme öyle gel” diyor. Hatta “faşizme karşı eylem yapıyoruz” diyor. Sanki faşizmi kendisi üretmiyor ve taşımıyormuş gibi bir manipülasyon yapıyor.
Burjuva toplumu açısından kutsal sayılan ve “genel irade” olarak bilinen seçilmişlere müdahale edilmesi süreci, sözde barış süreci ile aynı zamanda gerçekleşmiş oldu. Düşündürücüdür! Üstelik 2013’te de benzer bir durum doğmuştu. Yaklaşık 10 yıl arayla adeta birbirini tekrar eden çözüm / barış süreçleri ve kitlesel ayaklanmalar, büyük oranda sermayenin kontrolünde gerçekleşiyor. Bu koşullarda “barış” söyleminin de sorgulanması gerektiği açıktır.
Ne yazık ki hem Kürt ulusal hareketi hem de emekçi sınıflar ve onlar için harekete geçen siyasal özneler de büyük sermayenin suyundan gitme ve sermayeye inanma gibi bir eğilim içinde olduklarından, zaafiyet söz konusudur. Bu zaafiyeti Marksist ideolojiden ziyade küçük burjuva ideolojisi olarak tespit etmek zor değildir. Oysa ulusal ve sınıfsal barış ve özgürlük süreçlerini örgütleyecek ve sonuç alacak güçler, sermaye odakları değil kitlelerin, ezilenlerin ve proletaryanın kendi gücü ve kendi kollarıdır.