Güncel Gelişmeler Işığında
AYDINLANMA VE BARIŞ FELSEFESİ
Kapitalizm çağının en önemli özelliği hız ve nicelikler çağı olmasıdır. Üretim, hızla ve çok miktarda gerçekleşmeli, giyotinler insan boğazlarını çarçabuk uçurmalı, okul, hapishane, cami ve kiliseler hızlı bir şekilde inşa edilmelidir. Burjuva ideolojisinin, en ücra yerlere kadar hızla yayılması gereklidir. Bilim ve teknoloji olabildiğine ilerlemeli ve sömürücü sınıflar hastane, üniversite, yol, köprü yanında toma, gaz, nükleer silah, bomba ve bilimum savaş araçlarına sahip olmalıdır! Böylesi bir savaş ve saldırı durumunu barış gibi gösteren burjuva – feodal sınıflar, yaptıklarını hukuk kılıfına uydurmayı ihmal etmezler. Anayasa ve insan haklarından söz ederler. Oysa kendilerinin bile, kendi kanlı / faşist yasalarına uymadıkları, son günlerdeki pratiklerle bir kez daha gözler önüne serilmiştir.
Sömürücü sınıflar açısından sınıfsal uçurum arttıkça artmalı ki emekçi sınıflar umutsuzluğa kapılsın, yönetime talip olmak yerine egemen sınıfların bir kliğine karşı diğer kliğinin peşine takılsın! Bu yüzden niceliğe önem veren kapitalist sınıflar, proleter bir aydınlanma yerine geleneksel burjuva eğitim sistemini, düzeniçi felsefe akımlarını, mevcut barış söylemini, bilim ve politikayı, emekçi sınıflarınmış gibi göstermeye çok büyük bir özen ve çaba gösterirler. Dünya düzeyinde olduğu gibi ülkemizin koşullarında da bu bilinç bulanıklığını görmek zor değildir. Böylesi bir zorluktan da hareket ederek “burjuva aydınlanması ve barış felsefesi” mevzusunu masaya yatırmak zorunlu görülüyor. Dolayısıyla bu hafta Komün TV ekranlarında, güncel gelişmeler ışığında aydınlanma felsefesini, hukuk ve barış temasını ele alacağız.
18. yüzyıla damgasını vuran Aydınlanma felsefesi ve filozofların öne çıkardığı temalar içinde toplumsal uzlaşma, hukukun üstünlüğü, bilim, sanat ve siyasal özgürlükler başta gelir. Ne var ki burjuva aydınlarının ve filozofların savunduğu ve gerçekleşmesini öngördükleri hiç bir düşünce, bu güne dek gerçekleşmedi. Tersine savundukları düşünceler, felsefe, bilim, hukuk, devlet ve demokrasi, işçi sınıfına ve ezilen halklara silah, sömürü, savaş, kimyasal gazlar, darbeci, cuntacı, krallar, bakanlar, reisler, başkanlar olarak döndü. Bunu anlamak için hukukun, bilimin, siyasetin, dinin, demokrasinin, faşist devletlerin, bizim gibi ülkelerde kime, neye hizmet ettiklerini görmek yeterlidir.

Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın gündeminde barış probleminin önemli bir tema olarak durduğunu sağır sultan dahi biliyor. Aslında savaş sorunu, yalnızca günümüze özgü bir sorun değildir. Mülk dünyasının doğmasıyla savaşlar da başlamış oldu. Bize göre savaşlar ancak mülk dünyasının, yani kapitalist / emperyalist sistemin ortadan kalkmasıyla son bulacaktır. Aydınlanma Çağı’nda çok yüceltilen hukukun serüvenini de bu çerçevede düşünmek gerekir. O da tarihsel bir olgudur. Mülk dünyasını meşrulaştırmak için vardır. Burjuva / feodal mülkiyetin sosyalleşmesiyle hukuk da ortadan kalkar.
Felsefe tarihinde savaş mevzusunun gündeme gelmesi, en çok da konumuz olan Aydınlanma Çağı’nda söz konusu olmuştur. Abbe de Saint Pierre ve J. J. Rousseau, ilk akla gelen isimlerdir. Abbe de Saint Pierre, Ebedi Barış Projesi adlı kitabıyla dikkat çekmiştir. Savaşın nedeni devlettir, onu ancak devlet ortadan kaldırabilir. Kozmopolitizm anlayışına dikkat çeken de Saint Pierre’dir. Buradan hareket eden Rousseau’ya göre komünal toplumlarda savaş değil barış egemendi. Çünkü ilkel komünal toplumlarda yani doğa durumunda devlet ve uygar kurumlar olmadığı için savaş da yoktu. Çağımızda da savaşın nedeni mülkiyettir. Rousseau’ya göre eski çağlara dönemeyiz. Toplumsal sözleşme ile ülke içinde, uluslararası sözleşmeler yoluyla da dünyaya barış gelebilir!
Abbe de Saint Pierre ve Rousseau, barış sorununda da devletlere büyük görev yüklemişti. Alman düşünür İmmanuel Kant ise bununla birlikte toplumsal uzlaşmaya, daha çok da insanlara görev yüklemiştir. Ona göre savaşları çıkaran da, eline silah alıp savaşanlar da insanlardır. Kant, eğitimi ve aydınlanmayı da bu yüzden önemsemiştir. Kant, kozmopolit dünya anlayışını savunurken de önemli bir pozisyon almıştır. Savaşın etik ve politik ilkeleri üzerinde de durmuştur. Kant için önemli olan barış değil “kalıcı barış”tır. Bu yüzden filozof, “ebedi barış” ifadesini kullanmıştır. Kant, ateşkesin değil barışın esas olması gerektiğini söyler. Ebedi barış yazısında kimyasal silah kullanmanın suç olduğunu ve yasaklanması gerektiğini de belirtir.
Aydınlanma çağı ve hukuk denildiğinde Montesquieu akla gelir. Yasaların Ruhu adlı eseri çoğumuz biliriz. Yasaların ruhu denilirken, onun doğası kastediliyor. Montesquieu için her var olanın bir doğası, dayandığı ya da doğduğu bir temel var. Yasalar, kendi kaynağını doğadan, coğrafyadan, kültürden, halktan alır. Aydınlanmanın mantığına uygun olarak yasalar, Tanrı’dan değil toplumdan gelir. Güçlerin ayrılığı esasına dayalı bir rejim olmalıdır (yasama, yürütme, yargı). Oysa son zamanlarda, ülkemizde ve bölgede tekrarlarla görüldüğü gibi yargı, yasama, yürütme ayrılığı koca bir yalandan ibarettir!
Halkın iradesiyle kabul edilmiş dokunulmazlık türünden hakların, hukuk kılıfına uydurularak yok sayıldığını coğrafyamızdaki çok sayıdaki örnekten görebiliyoruz. Dolayısıyla dünyayı, üretim ve ekonomiden değil de hukuktan, dinden, siyasetten hareketle açıklamanın yanlış olduğu da anlaşılmış oluyor. Gerçek olan ise halkın iradesiyle seçilenlerin hukuk hurafesiyle susturmasına kitlelerin barikatları yıkarak, hukuku aşarak verdiği yanıttır diyebiliriz. Dolayısıyla belirtmek gerekir ki ezilenleri, emekçileri (proletarya) ve dünyayı kurtaracak olan hukuk, bilim, felsefe, devlet, demokrasi, seçim, sandık ve burjuva önderlikler değil proletaryanın kendi kolları ve sınıf bilinçli mücadelesidir.
Her direniş ve mücadelede olduğu üzere Ortadoğu, Filistin, Kürdistan ve Türkiye’deki mücadele hattında da eksik ve hatalı yönler vardır. Büyük cesaret, kahramanlık, direniş ve pratikler ortaya konulmasına rağmen Filistin örneğinde olduğu gibi “dinci – gerici”, Kürdistan örneğindeki gibi “uzlaşmacı”, Türkiye örneğindeki gibi sermaye partisine “angaje olma” gibi tehlikeler söz konusudur. Şöyle de formüle edilebilir: Pratik ve direniş hattı devrimci olmasına rağmen taşınan bayraklar gericidir! Sınıfsal, sosyal ve ulusal sorunlara kişi ve kişiler kültü üzerinden bakılıyor ki, bu bakışın da sorgulaması gerekir. Yine de umutlu olmak şu Newroz günlerinde iyidir. Çünkü devrimci çizgideki mücadele, her türden gerici bayrağı kızıla boyama potansiyeli taşıyor.
Aydınlanma Çağı’nda Kant’ta olduğu gibi cumhuriyet fikri ve kanunilik söylemi baskındır. Ne var ki yasalar, filozofların söylediği gibi uygulanmaz, halkın beklediği gibi de değildir. Güçlü olanın dediği olur. Günümüzde ve ülkemizde olduğu gibi yasaların geçerli olması, ekonomik, politik ve örgütsel olarak kurulan dengelere bağlıdır. Alınan hukuki belgelerin, siyasal hakların bir garantisi yoktur. Hatta Manga Carta’dan beri var olan -burjuva / feodal- mülkiyet hakkı bile güvende değildir. Her zaman güçlü olan zayıf olanın malına mülküne çökebilir. Burada bir kişiyi veya yönetimi suçlamak da lüzumsuzdur. Sorunun doğasında “kapitalizm” vardır. Islah edilmesi gereken kral, diktatörler vs değil sistemin kendisidir.
Sömürü ve mülkiyet üzerine inşa edilmiş bu modern, sınıflı, sömürücü uygarlık, kapitalizm var oldukça Sezar, Napolyon, Hitler ve benzeri şahsiyetleri her zaman insanlığın karşısına çıkaracaktır. Sermaye sınıfı, tahttan, saraydan birini indirir yerine diğerini koyar. Yine de optimist olmamızı gerektiren iyi bir durum da var ki, halkın, işçi sınıfının karşısında hiç bir zorba-tiranın, faşist şefin sonsuza dek iktidarda kaldığı görülmemiştir. Her diktatör yenilgiyi tatmıştır. Nasıl ki Aydınlanma Çağı’nın Louisleri, Napolyonları, Frederichleri ve bunların yönettikleri, yıkılmaz denilen devletleri, tarihin çöplüğüne gitmişse bugünküler de benzer kaderi paylaşmaktan kurtulamaz.