Uzun süredir yazma ve edebi metin yazma üzerine çabaladığım için yazı, kitap ve yazarlıkla ilgili olan aktiviteler beni çekiyor. Felsefe de tüm bunlar için olmazsa olmaz. Felsefeci Mehmet Akkaya’nın, bu içerikle yüklü bir sunumunun olduğunu öğrenince, etkinliğe katılmak üzere planımı da yaptım. Haberleşip birlikte yolculuk ettik. Konuya, içeriğe ve sunumda neler konuşulduğuna geçmeden belirteyim ki felsefeyle dolu bir gün geçirdik. Soğuk bir pazar günü buluştuk. Üstelik hava da yağmurluydu. Bakırköy’de buluşur buluşmaz yazarlık mevzusuna girdik. Yol boyu TV dizilerini, senaryo yazarlığını ve eğitimi konuştuk. Sohbet, yeteneğin ne olduğuna kadar genişledi. Bir saatlik yolculuk da bu şekilde tamamlandı.
Felsefeye Yağmurla Yürüdük
Toplantı yeri Kadıköy – Feneryolu olarak belirlenmişti (17. 12. 2024). İstasyonda indik. İnmesine indik ama yağmur yürümeye izin vermiyordu. Yanımızda Mehmet Hocanın kitapları da vardı. Feneryolu – Marmaray durağında sağanağın azalması için bir süre bekledik. Çok ıslanmamak için pervazlara sığınarak yürüdük, bir süre sonra caddedeki lokale ulaştık. Sıradan kafelerden farklı, biraz lüks bir mekana geldik. Kafenin duvarları, yüksek tavana kadar kitaplarla dolu, üst kat yazarlar için çalışma alanı olarak düzenlenmiş bir lokaldi. Senaryo Yazarlar Derneği’nin lokaliymiş.
Lokalin merkezinde oturanlar yerlerini bize bırakıp lokalin kenar masasına geçtiler. Solumuzda oturanlar Mısır Medeniyetinden, Suriye’nin üç yıldızlı bayrağından, mitolojiden tanrılara kadar koyu bir sohbete dalmışlardı. Çaylarımızı yudumlarken ben çantadan kitapları çıkardım. Mehmet Akkaya’nın kitaplarını, arkamızda tepeleme duran yığınla kitabın aksine, önümüzdeki masaya, herkesin göreceği bir şekilde dizdim. Kitapların dizilmesiyle salonda bir canlanma da oldu. Göz ucuyla kitaplar süzüldü.
Sunumu Can Kulağıyla Dinlemek
Konforlu bir havanın ve görüntünün olduğu lokal / kafeteryada 15-20 insan vardı. Kurumun yöneticisi Ayhan Bey’in dediğine göre bir kısım katılımcı yağmur nedeniyle gelmemiş. Kendisi sunumu can kulayığla dinleyenlerden biriydi. Daha doğrusu herkes sunumu pür dikkat dinledi. Yağmur nedeniyle senaryo yazarlarının gelmeyecekleri anlaşılınca etkinlik için lokalin müdavimleri konuşmacıyı dinlemek için sabırsızlıklarını, mekanın sahibi Ayhan Bey’e ilettiler. Ayhan Bey masada dizili kitapların başlıkları üzerinden sima olarak daha evvelinden tanıdığı Mehmet Akkaya’yı, kitapların başlıkları üzerinden yazar, filozof olarak tanıtıp taktim etti. Mehmet Hoca, konuşmasında yazının, yazarlığın ve kitabın çok kapsamlı bir açıklamasını yaptı. Konu felsefi bakımdan olduğu kadar ekonomi – politik ve tarihsel açıdan da incelendi. Sunum sonunda katkı ve hayranlıkların belirtildiğini de ekleyeyim. Şimdi sunumu özetleyip sonra da katkılardan söz ederek yazıyı tamamlamak istiyorum.

Mehmet Akkaya konuşmasında; günümüzde yazar adaylarının büyük çoğunluğunun yazarlığı ün, unvan ve para kazanmak için düşündüğünü hatırlattı. Oysa bu alanda ekonomik açıdan yoksulluk ve sömürü olduğu, örneğin düzelti, editörlük ve matbaa sürecinde büyük sömürüler söz konusudur, dedi. Akkaya için sektör geniştir. Gazete, dergi ve televizyon da yazarlık kurumunun bir bileşenidir. Yine sunumdan öğreniyoruz ki, küçük yayınevleri, sermaye karşısında eriyor. Bankalar bu işte zenginlik yapıyor.
Böylesi bir duruma rağmen kitap ve yazarlık ” kârlı” bir alan değildir. Arkasında bankalar veya büyük sermaye olan yayınevlerinin bile kitaptan gelir elde ettiği tartışmalıdır. Binlerce yazar adayı arasından çok sınırlı birkaç tanesi çok satan kitapların yazarı olarak sınıf atlayıp tanınabilir. Sonuçta basılı matbaa ürünleri de sermaye düzeninin payandalarından biridir. Mehmet Hocaya göre yazar da bu sömürünün ve “entelektüel oyunun” bir parçası oluyor.
Marx ve Dostoyevski’nin Yazarlığı
Sunumda ünlü yazar örnekleri de verildi. Marx ve Dostoyevski’nin yazarlığı da çok sayıda yazar gibi kişisel dramlarla doludur. Konuya dair aktüel bilgiler de paylaşıldı. Yaratıcı yazma kursları ile öğrenci ve öğreticileriyle yeni bir sektör ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla yazma faaliyeti de sermaye düzeninden, rekabet ve kâr yasasından ayrı tutulamaz. Yazarlık sınıflardan bağımsız, kitap da sermayeden ayrı düşünülemez.
Sunumda kitaba ilişkin yapılan varsayımlar sanırım izleyenlerin de dikkatini çekmiştir. Çünkü Mehmet Hocamıza göre yazarlık sınıflı toplumla doğmuştur, sınıfsız toplumla da ortadan kalkacağını ön görmek gerekiyor. Nihayetinde yazma, sermayenin hesapları, yasaları, bunların hukuk kurallarına dönüşmesi ve ticari faaliyetler için gerekiyordu. Yazma faaliyeti sömürü düzeninin devamı için gereken ideolojik değerleri aktarıyor. Yazar sermayenin ideolojisini, din ve eğitimle toplumun bütününe iletiyor. Sonuç olarak yazı da öncelikli olarak sermayeye hizmet etmektedir.
Ulus Devletin Rolü
Yazının ulus devlet ile ilgisinin kurulması da anlamlı oldu. Ulus devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte ülkeler resmi dilleri kabul ettiler. Akkaya için ulusların resmi dillerinin varlığı diller arasında hiyerarşi meydana getirmemelidir. Bir dilin diğerinden üstün olduğu savunulamayacağı gibi her dilde de özgün ürünler verilebilir. İngilizcenin tüm dünyada bu kadar yaygın olarak kullanılması bu dilin diğer diller karşısında üstünlüğüyle değil ancak İngiltere’nin ya da Amerika Birleşik Devletleri’nin sömürü ilişkileri ile açıklanabilir.
Nihayet Akkaya açısından eseri yazan sonuçta dil değildir, onu meydana getiren, üreten insandır. Yazarı harekete geçiren ise sosyal süreçlerdir. Her dil yaratıcıdır. Her dilde felsefe, sanat yapılabilir. Yeter ki yapacak çaba ve birikim, istek olsun. Yazar, kendi anadilini veya yazdığı dili çok iyi bilmelidir. Yazım teknikleri, dilbilgisi yazarlığın olmazsa olmazıdır. Bu tartışılacak bir konu bile değildir. Ne var ki çok sayıda yazar, bu durumdan, yazım teknikleri ve dil bilincinden yoksundur.
Yazı, Keşif mi, İcat mı?
Sunumun önemli temalarından birisi de yazının ve yazarlığın tarihselliğiydi. Yazı 5, 6 bin yıl evvel su uygarlıkları olan Mezopotamya ve Akdeniz coğrafyasında keşfedilmemiş ya da bulunmamıştır! İcat edilmiştir! Hiyeroglif, Mısır uygarlığında, Çivi yazısı, Sümer uygarlığında görülmüştür. Su kenarları, tarımsal üretimin geliştiği yerler olması nedeniyle üretim fazlası için hesap gerekmiş, tarım arazilerinin varlığı matematiği, iklim koşulları doğa bilimlerini, su baskınları geometriyi doğurmuştur. Yazı, başlangıçta bir tablete ya da papirüse iz bırakma şeklinde olmuştur. Yani yazı önce ağızdan çıkan seslerin bir zemin üzerine uygun sembollerle aktarılması biçiminde olmuş. Kil tabletler, taş zeminler üzerine resmedilmiş. Mısır’da papirüs yapraklarına yazılmış. Zaman içerisinde papirüs, parşömen, rulo, kâğıt, kitap olmuştur.

Bu noktada Mehmet Hoca’nın dikkat çektiği gibi sayılanların her biri başka bir uygarlığı temsil ederken, yazmanın her aşaması da yeni bir çağda ortaya çıkmış oluyor. Örneğin Fenike ve Latin alfabesi, Fenike ve Yunan uygarlıklarında, kâğıt ise Orta Çağ Çin uygarlığında icat edilmiştir. Matbaanın icadıyla Batı kültürü ve sanayi toplumu şekillenmiştir. Endüstri devrimleri ile dijital kitap ortaya çıkmıştır.
Yazı, edebiyat için, matbaa da sanatsal yazıları yaygınlaştırmak için icat edilmemiştir. Önce din, hukuk, ticaret ve diplomasi kitapları basılmış. Bilgi tekeli kitapla önce kilisenin sonra burjuvazinin olmuştur. Matbaanın icadı da diğer buluşlar gibi önce sömürenleri ihya etmiştir.
Kitap, Kâtip ve Sekreter
Sunumda ayrıntılar da verildi. İlk yazarlar Antik Çağ’da kâtipler, saray bürokrasisinde başkâtiplermiş. Sekreter (scrit) gizli kelimesinden geliyor. “İlk kütüphaneyi kuranlar, mesleklerinden dolayı muhtemelen kâtiplerdi” dedi Mehmet Hoca. Kütüphane, tarihte başka bir uygarlığa karşılık gelir. Kitap, bilgi tekelinin taşıyıcısı olarak Orta Çağ’da kilisenin kontrolüne geçmiş, Pre Rönesansın düşünürleri Petrarca, Boccacio, Dante, Yunan ve Latin metinlerinin Hristiyanlığa uydurularak çevrildiğini tespit edip, çeviriler yapınca, bu zamanla hümanizm adını almıştır.
Rönesansla sanayinin temellerinin atılmasıyla yazı ve yazarlık da yeni bir düzeye evrilir. Matbaa da bu sürecin sonucudur. Yeni Çağ’la sanat, kültürel etkinlikten çıkıp meslek haline gelmesi nedeniyle yazarlığın da bir “icat” olduğu söylenebilir. Yazı, yazarlık ve kitap için Aydınlanma dönemi başka bir milattır. Mehmet hocanın sunum dışında söylediği şu ifadeleri de anmak isterim: “Burjuvazi ‘nin Batı’da iktidarı; mutlak yönetimler, anayasal monarşiler, hatta liberal demokrasiler şeklinde ele geçirmesinde ya da paylaşmasında; yazı, yazarlık, dergi ve gazete faaliyetleri gelişip yaygınlaşır. 20. Yüzyılla birlikte elektronik gelişir. Ulus devletle birlikte her vatandaş okur yazar olur. Yazar ve kitap artık pazarın vazgeçilmez parçasıdır”
Yazıya Filozofların Etkisi
Sunumda felsefe tarihi ve filozoflar da sıklıkla anıldı. Akkaya’ya göre Sokrates ve Platon felsefeyle birlikte yazar, kitap, sanat ve edebiyatı da anımsatır. Platon tipik bir yazar, Sokrates ise kitapsız bir yazardır. Her ikisinde aynı zamanda diyalog ve tartışmanın yanında senaryo yazma tekniğini ve biçimini de görüyoruz. Tiyatro ve sinema diyalog (replik) tekniğiyle yazılır. Sokrates, sözlü diyaloğu, Platon yazılı diyaloğu savundu. Günümüz yönetmeni Sokrates’i oyuncu olarak mutlaka çok severdi. Platon ise bu benzetmede rejisöre denk düşer. Sokrates, belki de yazılı diyaloğun henüz yeni olması nedeniyle gücünün farkında değildi.
“Estetik bilinç ve sanatsal yatkınlık olmadan yazar olunamaz” dedi Mehmet Hocam. Ona göre yazmakda, sanatsal ürünler gibi biçimseldir. Resim, mimarlık, müzik eseri belli bir planı gerektirir. Simetri; varlıkta, bilgide, sanatta biçim, plan, kompozisyon bilinci yoksa sanat yapılamaz. Yazmanın kendisi de bir sanattır. Felsefi, politik ve bilimsel metin yazmak da sanatçı bakışı gerektirir. Sanat dalları kardeştir der Voltaire. Yazar, yazı tekniğini ve dilbilgisinden fazlasını bilendir. Yazarlık, sanat bilinci yanında bilimi ve siyaseti de bilmeyi gerektirir. Ancak yazarın meslekten biri gibi bilim insanı, filozof veya siyaset insanı olması gerekmez!
Emekle Kazanılan Unutulmuyor
Konuşmada, yaşamımıza hızlı ve yavaş giren değerlere dair söylenenler de çok ilginç geldi bana. Akkaya’nın söylediğine bakılırsa hızlı gelişip, toplumsal hayata hızlı giren ürünlerin etkileri gelip geçici oluyor. Oysa yavaş gelişip, kök salan buluşlar ve araçlar ise uzun ömürlü oluyor. Örneğin kitap ve gazeteyi düşünelim. Kitap e-kitap karşısında varlığını sürdürürken, gazete yerini büyük oranda internet haberciliğine bıraktı. Kitabın tarihi 3000 yıl ise gazetenin tarihi 300 yıldır. Mehmet Hocama bakılırsa kitap zaman içerisinde belki dijitali de yok edecektir. Oysa gazete video, kaset hızla yerini başka araçlara bıraktı. Akkaya’nın sanata dair düşüncelerini anarak veda edeyim. Nitekim ona göre örneğin sinemanın durumu ilginç ve tartışma kaldırır. Çok etkili ve kitlesel bir tarzda var oldu ama resme, dansa, edebiyata, şiire oranla hızla geri çekildi.
Sunum ve Su Gibi Akan Zaman
Feneryolu’ndaki programın dinleyenleri, baştan da söylediğim gibi elit kişilerden oluşuyordu. Öğretim üyesi, doçent, profesör, hukukçu vs. İçlerinden birisinin “bize beyin fırtınası yaşattınız” demesi, bir diğerinin “bir buçuk saatlik sunum su gibi aktı” demesi önemliydi. Sunumun dikkatli dinlendiği anlaşılıyordu. Neredeyse herkes söz aldı. Aklımda kaldığı kadarıyla yazının neden su uygarlıklarında ortaya çıktığına işaret edildi. Biraz konu dışına çıkan bir başka katılımcı, Doğu filozoflarına olan ilginin azlığını anımsattı. Sümer dilini, Orta Asya’ya onu da Türkçeye bağlayanlar da vardı. Kitaplara da ilgi oldu. Hukuk Felsefesi kitabını alan ve hızla inceleyen bir avukatın dikkati, fazlasıyla ilgimi çekti. Çünkü avukat, Hukuk Felsefesi adlı kitapta Vecdi Aral’ın isminin geçmemesini sorun etmiş, ayrıca dipnotta geçen akademisyenin adının kaynakçada geçmediğine dair de görüşünü söyledi. Bence böylesi bir farkındalık, kuşkusuz ki dinleyicilerin düzeyini gösteriyordu.
Mehmet Hocamın etkinliğine dair düşündüğüm yazı, tahmin ettiğimden biraz uzun oldu. Özet ve yorum yaparken hem yazı üzerine okuduklarım hem de kendisiyle gün boyu konuştuklarım bunda etkili oldu. Gün boyu diyorum, çünkü sunum sonrasında, yeniden Bakırköy’e dönüş sırasında da sohbeti sürdürdük. Akşam yemeğinde de yazı, kitap, yazarlık, felsefe ve siyasi tartışmalar devam etti. Yani ayrılmadan bir kaç saat daha fikir teatisinde bulunduk. Dinleyici “zaman su gibi aktı” demişti. Bence yalnız sunum değil, bir gün, bizim için de su gibi akmıştı anlaşılan. Evlere döndüğümüzde gece yarısı olmuştu.